21 Mayıs 2012 Pazartesi

Herkese Günaydın,

Gönlünüzden umutlar, yuvanızdan saadetler, sofranızdan bereketler eksik olmasın, gönlünüzce bir hafta  diliyorum...

Vefa nedir, bilir misin? Vefâ arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefâ; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefâ; ötelerin sonsuz mükafatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır.

Hz. Mevlana


Vefa hepimizin yüreğinde hissettiği bir borç..Kredi kartı borcuna benzemez..Kalmasa da günümüzde kredi kartı borcu kadar önemi, önemlidir vefa borcu… Gönül borcudur çünkü..kalbinden çıkar, en derinlerinden. Küçücük bir söz, bir iyilik unut...ulmaz vefa için, hatalar affedilir, gerekirse uğruna canlar verilir gözünü bile kırpmadan. Asil bir duygudur vefa..Yaradana duyulur, dosta duyulur, seni yetiştiren topluma, geçmişine duyulur..Bu asil his de, dostluk gibi, sevgi gibi, hatır.. gibi geçmişin tozlu raflarında yerini almaya hazırlanıyor.. Mevlana'nın bu güzel sözü ile tekrardan hatırlatmak istedim.. Hepimizin bizi insan olmakla şereflendiren Yaradanına, bizi yetiştiren toplumuna,tarihine, atalarına,milletine   ve dostlarına vefa borcu vardır, unutulmamalı...

20 Mayıs 2012 Pazar

Vefa Duygusu ve İhanet Açmazı..


Yavuz Sultan Selim, kıyafet değiştirip (tebdil-i kıyafet edip) Eminönü’deki kuşbazları (kuş satanlar) teftişe çıkmıştı...Altın kafes içinde satışa çıkarılan bir yaban ördeği dikkatini çekti...Fiyatını sordu...Kuşbaz fiyatını söyledi. Çok yüksekti. O fiyata rahat rahat bir ev alınabilirdi. “Bunun fiyatı diğer yaban ördeklerinden niçin bu kadar yüksek?..” diye sordu.“Çünkü” dedi kuşbaz, “bu çok özel bir kuştur. Hangi göle bırakırsanız bırakın öyle bir ötmeye başlar ki, çevredeki bütün yaban ördekleri göle doluşur. Siz de rahatlıkla avlarsınız.”Yavuz yaban ördeğini satın aldı. Yanındaki muhafızına verdi. Bir de kesin talimat ekledi: 

“Şunun kafasını kopar!”
Kuşbazın aklı bu işe ermemişti. Onca paraya kıyılıp satın alınan kuş, öldürülür müydü?
“Neden öldürüyorsunuz?” diye kekeledi.
Yavuz kuşbazın gözlerinin içine bakarak konuştu: “Kendi kanına ihanet edenin cezası ölümdür!”
Çaka Bey, Oğuzların Çavuldur Boyu’na mensup bir Türk’tü....Küçük yaşta Bizans’a esir düşmüş, “Çaka” olan ismi “Protonolilismus” yapılmış, Bizans saraylarında eğitilmiş, Bizans prensleri, prensesleriyle birlikte okumuştu...Askerlik mesleğini seçti. Dirayeti, zekası, kahramanlığıyla kısa süre içinde generalliğe yükseldi. 1081 yılında tahta çıkan Birinci Aleksi Komnen’in en yakın arkadaşı ve danışmanıydı.Bir gün İmparator Aleksi Komnen, Çaka Bey’i yanına çağırdı:
“Söyle bakalım arkadaşım” dedi, “bana yardıma hazır mısın?” 
 Çaka Bey tereddütsüz cevap verdi:
“Elbette. Size her zaman hizmete hazırım İmparator Hazretleri, emredin.”
“Bilmek istediğim şudur: Hiçbir ayırım yapmadan bütün düşmanlarıma karşı savaşır mısın?”
“Tabii savaşırım! Sizi korumak benim vazifem.”
“Düşmanlarım Türkler olsa da savaşır mısın?”
Çaka Bey, son soru karşısında durakladı. Ne cevap vereceğini birden kestiremedi. Sustu.
“Neden sustun? Türklerle savaşır mısın diye sormaktayım.”Başını iki yana salladı Çaka Bey: 
“Bunu benden istemeyeceğinizi umuyorum, İmparator Hazretleri...”
İmparator şaşırmıştı: “Ama niçin?..”
“Çünkü damarlarımda, savaşmamı istediğiniz ırkın kanı dolaşıyor. Kanıma ihanet edemem!”
“Hâlâ Türk olduğunu mu söylemek istiyorsun?”
“İnsan kendi soyunu sopunu belirleyemez İmparator Hazretleri. Bir kan bağıyla doğar ve aynı kan bağıyla ölür. Asıl hain kanına ihanet edendir! Kanına ihanet eden, kendine ihanet eder!”
İmparator hayal kırıklığına uğramıştı: “Seni iyi eğitememişiz” dedi öfkeyle, “bizi kandırdın.”
Çaka Bey, taşı gediğine koydu:
“Ben sizi değil, siz kendi kendinizi kandırdınız. Ne dinimden vaz geçtim, nede kanımdan. İnsan yeri geldiği zaman canından vaz geçebilir, ama dininden ve kanından asla vaz geçemez!” 
Dışarı çıktığında arkadaşları etrafını aldılar. Onlara göre yaptığı delilikti. İmparator’un dediğini yapıp Türklerle savaşsaydı, daha çok yükselebilir, hatta bir gün bir yolunu bulup imparator bile olabilirdi.“İmparator olmak istemiyorum!” diye cevap verdi, Çaka Bey, “Kendi canıma kılıç çekemem.”Ve bir ihtilâl esnasında Bizans’tan kaçtı. Eskiden kumanda ettiği adamlarının başına geçti (1081).
“Allah’ın bana gösterdiği yoldan yürüyeceğim; milletime ölünceye kadar hizmet edeceğim”diyordu.
İzmir’i ve çevresini fethedip “İzmir Beyliği”ni kurdu. Bir donanma vücuda getirdi, “İlk Türk Amiralı” oldu. Yıllarca Bizans’a kan kusturduktan sonra, kendi kanından biri (Kılıçarslan) tarafından öldürüldü (1097).
Yavuz Bahadıroğlu

18 Mayıs 2012 Cuma

19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN..


Bütün Ümidim Gençliktedir demiş Atam.. O gençlik Ata'sının izinde bundan kimsenin şüphesi olmasın.. Bu vesile ile kızımın (Merve Mert) İlköğretim7-8. sınıfta kendi  kaleminden dökülen o güzel temiz saf duyguların kağıda yansımasını  bir demet  halinde siz değerli dostlarımla  burada paylaşmak isterim, izninizle.


 ÇANAKKALE
  
Umutsuzluk almıştı dört bir yanı,
 Uğruna destanlar yazılan kötü bir anı
 Duyuldu dört bir yanda şanı
 Bakıp geçme Çanakkale’yi tanı!

          Mücadelenin en mukaddes örneği
          Çanakkale destanı Türk’ün yüreği
          Düşman öptü bükemediği bileği
          Sonunda oldu ulusun tek dileği…

 Orduları güçlü ve mağrurdular,
 Her bir yandan karşımıza durdular.
 Türkü yok etmek için pusu kurdular;
 Geçemeyince de hep kudurdular…

          Dünyalara bedel tek Türk neferi
          Atatürk’üm önde, gürler: İleri!...
          İman dolu göğüslerdi siperi,
          Dar ettik düşmana denizleri…

 İngiliz, Fransız, Anzak, fark etmez,
 Bin  ulustan asker bize kırk etmez;
 Türk oğlu bu vatanını terk etmez,
 Dünya bildi: Çanakkale geçilmez.

        Türk’ü küçük gördüler, ezmeye çalıştılar
          Dağları denizleri inatla dolaştılar
          Derslerini aldılar kaçmaya alıştılar
          Yalandan dost oldular yalandan barıştılar.

 Bir daha denemeyi isteyip gelirlerse
 Yurdumun her karışı olur bir Çanakkale
 Mavi gözlüm, Sarı Paşam canlanır
 Ay yıldız kalplerde yine şahlanır!..

                                                         Merve MERT
***********************************************
 BAYRAĞIMA…

 Uzanan hain eller
Birer birer kırılsın
Sana yan gözle bakan
Bütün gözler kör olsun

Kumaşındır kanımız
Yıldızındır şanımız
Hilalin imanımız
İlelebet var olsun

Kim güç yetirir sana,
Ben şaşarım usuna?
Kılıç ve ok vız gelir
Ulubatlı Hasan’a…

Bütün dünya bilir ki
Bir tek Türk kalsa bile
Al bayrak gönderinde
Dalgalanır şerefle

Her Merve bir Mehmetçik
Her Mehmetçik bir Kemâl
Geçmişte gelecekte
Türke yoktur izmihlâl…

MERVE MERT


MERSİN 12 Nisan 2005

AY YILDIZ

Göklerde dalgalan hep
Gölgen vatanım benim
Denizlerde kara ol
Resmin Limanım benim
Uğrundu ölmeyenler
Nasıl Ben Türk'üm desin
Geçmişim, geleceğim
Rengin kanımdır benim
Bayrak vatan demektir
Ay yıldız canım benim 

                                                MERVE MERT



 80. YAŞ GÜNÜ

 Gökyüzünde bir yıldız,

Hilalin kollarında;

Parlıyor gece gündüz

  Uygarlık yollarında.

             O yıldızın adıTÜRK,

             Soyadı CUMHURİYET !    

               Atamın emaneti,

               Yaşasın ilelebet…

 Dalgalansın ay yıldız,

Yüce dağlar başında;

Bir genç bin umut dolu ,

Bu genç seksen yaşında !..

                                          Düşmanına korkular,

                                           Dostuna güven verir,

                                            Karanlıklar, güçlükler;

                                            O tunç göğsünde erir.

Ey Türk genci sevin, coş,

Gururla dik başını.

Bu genç Cumhuriyet’in

Kutla SEKSEN Yaşını.

                  MERVE MERT

                 Mersin, Ekim 2003

 **********************************




NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!!


Hakan Evrensel emekli bir subaydır. Güneydoğu Anadolu''da terörle mücadele etmiştir. Evrensel daha sonra istifa ederek, Güneydoğu Öyküleri-1, 2, 3 adlı üç kitap yayınlamıştır. Bu kitapta subay, doktor, hakim, savcı, er Güneydoğu Anadolu''da emperyalizmin işbirlikçisi PKK''ya karşı mücadele edenlerin mücadele anıları anlatılır. Üç kitapta defalarca basılmıştır. Şimdi üç cilt bir arada "Güneydoğu Öyküleri" adı ile yayınlandı. Oğullarının yiğitliğini anlamak isteyen bir milletin okuması gereken bir kitaptır. Evrensel'' in kitabı. Bütün kitapçılarda bulmak mümkün. 

Bugün size bu kitaptan bir hakimin anılarını aktarmak istiyorum. Güneydoğu''nun küçük bir ilçesinde görev yapan hakim ilçe dışındaki lojmanından görünen karakolun bir gecesini şöyle anlatır:
 "Lojmanımızın balkonundan o karakol görünürdü. Yaklaşık bir aydır her istihbarat kaynağından karakolun basılacağı haberi geliyordu. Üstelik baskının şimdiye kadar yapılanlardan çok daha büyük olacağı söyleniyordu. Yakın birliklerden timler getirildi, karakolun etrafına mayınlar döşendi, ağır silahlarla takviyeler yapıldı ve baskın beklenmeye başlandı. En son gelen istihbaratta baskının saati ve baskına katılacak terörist sayısı bile veriliyordu. 22.10, beş yüz terörist.
 Karakol o gün basılmadı. Bir gün sonra, bildirilen saatte cehennem başladı. Balkonumuzdan izlediğim dehşet dolu manzarada, daire haline gelmiş teröristlerin, dairenin ortasına, gecenin karanlığında ateşleri parıldayan silahları ateşlediklerini görüyordum. Karakolun, havan ve roket mermilerinin patladığı yerde olduğunu biliyorduk. Tam anlamıyla çember içine almışlardı. Lojmandan ayrılıp doğruca jandarmanın binasına gittik. Karakolun merkezi, telsizle, sürekli timlerden durumlarını bildirmelerini istiyor; dış emniyette bulunan timler de bu çağrılara cevap veriyor, havan ve uçaksavar ateşi istedikleri yerleri de tarif ediyorlardı.
 Bir süre sonra telsiz konuşmaları, timlerden birinin üzerine yoğunlaştı. Timden bir türlü cevap alınamıyordu. Üst üste, defalarca çağrı yapılıyor ancak bir türlü timle irtibata geçilemiyordu. Konuşmaları takip eden askerler timden ümitlerini kesmişlerdi. Ama bir yandan da çağrılar devam ediyordu. Bir saat kadar sonra, telsizden bitkin bir ses duyuldu:
 "Yaralılarım var, yaralılarımı alın."
 Tüylerimiz diken diken olmuştu. Hemen cevap verildi. "Tamam Suat 3, sakin olun, az sonra birlik çıkacak." İlk yaralı haberi, bu saatlerdir aranan timden gelmişti. Tim komutanı konuşurken arkadan silah sesleri duyuluyordu. Herkes bu sözler üzerine yorum yapıyordu. Telsizin başındaki tim komutanlarından biri, bu timde şehit olduğundan emindi. Merkezden tekrar çağrı yapıldı.
 "Suat 3 , irtibatı kesme. Sakin olun!"
 Cevapta bir değişiklik olmadı :
 "Yaralılarım var. Kan kaybediyorlar. Yaralılarımı alın!"
Ve tam bir buçuk saat, beşer dakika arayla Suat 3 kodlu timle muhabere aynen bu sözlerle sürdü : "Yaralılarımı alın" , "Sakin olun, geliyoruz." Hepimiz o time kimsenin yardıma gidemeyeceğini çok iyi biliyorduk. Karakola düşen mermi sayısında azalma olmuyor, aksine, takviye alan teröristler baskının şiddetini gittikçe artırıyorlardı. Kimsenin, değil karakolun dışına çıkmak, mevzi değiştirebilecek fırsatı dahi olmadığı apaçıktı.
Bir süre sonra, Suat 3''ün telsizinden hırs dolu kelimelerini işittik:
 "Hemen gelip yaralılarımı almazsanız, karakola dönüp bölüğü tarayacağım."
 Hepimiz şok olmuştuk. Hemen tabur komutanı devreye girdi. Hemen hemen aynı sözcüklerle tim komutanına sakin olma çağrısı yaptı. Ama işe yaramıyordu. Tim komutanı "Yaralılarımı alın!" dışında başka bir şey demiyordu. Tabur komutanının da telsizi bırakmasıyla, bir saat kadar daha tim komutanından ses çıkmadı. Birer dakika arayla yapılan yoğun çağrılara cevap vermedi. Hepimiz tim komutanının da şehit olduğunu düşünüyorduk. İçim burkuluyor, başım dönüyor, tanık olduğum bu anlardan nefret ediyordum. Telsizin başına tim komutanının okuldan devre arkadaşı geldi. Son bir ümitle eline mikrofonu alıp, cevap beklemeden, telsizin kodlarını da kullanmadan, konuşmaya başladı :
 "Devrem ben Hüseyin. Geçmiş olsun devrem. Biraz daha dayan olur mu? Bak destek timleri yola çıktı. Sana doğru geliyorlar. Devrem aman pes etme olur mu?"
 Telsizin mandalını bırakıp beklemeye başladı. Hepimiz Motorola marka, duvara monteli telsiz cihazının hoparlör kısmına gözlerimizi dikmiş bekliyorduk. Ve konuştu :
 "Devrem, bölük komutanı nerde?"
 Hepimiz derin bir "Oh!" çektik. Telsizden, "İzinde devrem" yanıtı verildi. Suat 3 , artık tükenen bir sesle konuşmayı sürdürdü :
 "Ne olur yaralılarımı alın. Bende yaralıyım."
O ana kadar kendisinin de yaralı olduğunu söylememişti. Hepimiz donup kalmıştık. Telsizin başındaki devre arkadaşı da bu sözü üzerine mikrofonu fırlattı ve odadan çıktı. Ben kapının hemen eşiğinde ayakta duruyor, duyduklarım ve gördüklerimle bir tarihe tanıklık ettiğimi düşünüyordum. "Ben de yaralıyım" dan sonra yine ses kesildi. Sabaha kadar hiç konuşmadı Yüzlerce kez yapılan çağrılara cevap vermedi. Artık onun şehit olduğuna ben de inanmıştım.
Gün ağarırken hepimiz yorgun düşmüş, telsizden yapılan "Suat 3, Konuşan Suat , Cevap ver!" çağrısından bıkmış halde bir köşede yığılmışken, birden telsizin mandalına basıldığını fark ettik. Telsizden silah sesleri geliyordu. Ve on on beş saniye sonra hayatım boyunca unutamayacağım bir İstiklal Marşı dinlemeye başladım. Mandala sürekli basıldığı için bütün telsizlerin konuşma imkanı durmuştu.
Çatışmanın altında yaralı bir tim komutanının, makamıyla söylediği İstiklal Marşı''nı dinliyordum. Gözlerim dolmuştu. O ana kadar duyduğum en güzel İstiklal Marşı''ydı. Birinci dörtlüğü bitirdi. İkinci dörtlükte sesi çatallaştı. Kelimeler uzadı. Ama marşı söylemeyi bırakmadı. Bozuk bir ses tonuyla, kendini zorlayarak okumaya devam etti. Marşı bitirdiğinde, ben de bitmiştim. Hemen orayı terk ettim.
Bir daha onun sesini hiç duymadım. Toplam 22 şehidin verildiği o baskın gecesinde, vücuduna saplanmış 7 merminin acısıyla söylediği İstiklal Marşı''nı ruhuma işleten tim komutanının ölmediğine ise hala inanamıyorum."
 Hakimin anıları burada sona eriyor. İşte benim Türk subayından anladığım budur. Vücudunda yedi mermi olduğu halde makamı ile İstiklal Marşı söyleyen adamdır. İstiklal Harbi''ni kazanan, Kocatepe''den Mustafa Kemal ile İzmir''e akan ruh bu ruhtur. Bu ruh, alp eren akıncı ruhudur. Bu ruh Kürşad ile Çin Sarayı basar. Alp arslan ile Anadolu''yu yurt eder. Mohaç''ta bir devleti birkaç saat içinde yüzlerce sene için yok eder. Gazi Osman Paşa ile Tuna''yı durdurur. Gazi Mustafa Kemal ile emperyalizmi Anadolu''da boğar. Ve onlar göğüslerinde Kocatepe''de Atatürk''ü taşırlar.
_Alıntı__


16 Mayıs 2012 Çarşamba

Daha Kur'an Ne Desin?

 
Ey İnsan... Yaşıyorken hem de Kur'an çağında, 
Çırpınıp duruyorsun cehalet batağında,
Kalbin katı, gözün kör, başın kibir dağında,
Kur'an sana gel diyor bak bendedir adresin,
Ey şerefli mahlukat daha Kur'an ne desin?

Özgürce seçmen için iki yoldan birini,
Apaçık bildiriyor bütün ayetlerini,
Ya Peygamber, ya şeytan... seç diyor rehberini,
Öyle seçki sırattan rüzgar gibi geçesin,
İlle şeytan diyorsan daha Kuran ne desin?

Ya cennet bahçesidir, ya ateştir o mezar,
Mekan var mı dünyada öyle derin öyle dar?
Hiç bir şey yakın değil insana ölüm kadar,
Diyor ki hesabı var aldığın her nefesin,
Mesajlar konuşuyorken daha Kur'an ne desin?

Malın, mülkün, şöhretin, dünyada her şeyin var,
Ya dünyadan Rabbine götürecek neyin var?
Bana yeter diyorsan şu üç günlük itibar,
Bir başka gün vardır ki, çok çetindir bilesin,
Bunlar masal diyorsan daha Kur'an ne desin?

Ayet diyor ki; eğer dağa inseydi kur'an!
Paramparça olurdu dağ Allah korkusundan,
Hangi insan duyup ta ibret almaz ki bundan?
Sanki bir dağ yanında ne kadarda cücesin,
Haddini bilmen için daha Kur'an ne desin?

O münezzeh ruhundan ruh vermekle insana,
Erişilmez bir şeref bahşetti Allah sana,
Ne kadar sevildiğini burdan anlasana,
Sanki taparcasına kendine kul kölesin,
Nefsini put yapana daha Kur'an ne desin?

Bir gün var ki çok yakın, dağların yürüdüğü,
Göklerin güneşi önünde sürüdüğü,
Kainatı toz dumanın bürüdüğü,
Kıyamet senaryosu, oyun değil bilesin,
Hala ürpermiyorsan daha Kuran ne desin?

O büyük mahkemede bütün diller susacak,
Konuşacak bu defa, göz, kulak, el, bacak,
Uzuvlar birer birer haramları kusacak,
Açılacak önünde defterleri herkesin,
Kendine gelmen için daha Kur'an ne desin?

O gün!.. buyruk verenler, buyruğa baş eğecek,
Cehennem öfkesinden köpürüp kükreyecek,
Ve.. doydun mu deyince daha yok mu diyecek!
Yandıkça o deriler değişecek bilesin,
Hala secde yok ise daha Kur'an ne desin?

Gör ki dünya!.. Sırtında nice insan taşıyor,
Kimi yaşarken ölmüş, kimi ölmüş yaşıyor,
Kimi arş-ı alaya dolu dizgin koşuyor,
Diyor ki; İşte cennet! Gayret et ki giresin,
Ey!.. Şerefli varlık, daha Kur'an ne desin?
Cengiz NUMANOĞL                                                                                                                                                                           

15 Mayıs 2012 Salı

Eşekle Gelen Aydınlık - Mustafa Güzelgöz Mutlaka Okumalısınız..

Yıl 1943. Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar.
Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.
Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’e mektup yazar: “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.
Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mutlaka adım atmalısın.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.
İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.
VE GÜZELGÖZ’E ULUSLARARASI ÖDÜL
1963 yılında Amerika’da yapılan bütün dünya ülkelerinin yaratıcı insanlarının yarıştığı bir yarışma düzenlenir. Türkiye’nin de yarışmaya aday bildirmesi istenir. Yazı Devlet Planlama Teşkilatına ulaşır. DPT yetkilileri Güzelgöz’ün yaptığı çalışmaları düşünerek yarışmaya onun katılmasına karar verir…. Evrakların yarışma yetkililerine ulaştırılmasından kısa bir sure sonra Amerikan Haberler Merkezi’nden 3 kişi incelemeler yapmak üzere Ürgüp’e gelir. Konuklar köyün muhtarını da yanlarına alarak Güzelgöz’ü hiç işe karıştırmadan incelemelere başlarlar.
Köyde eşeğin sırtında gitmekte olan köylüyü durdurup ona bir kitap uzatarak kitap okumasını isterler, köylü okumaya başlar. Daha sonra sırasıyla köylü kadınlara, yaşlılara, gençlere kitap uzatırlar ve kimden uzattıkları kitabı okumasını isteseler hep olumlu sonuç alırlar. Bu rapora, inceleme esnasında çektikleri birbirinden ilginç ve güzel fotoğrafı da ekleyerek yarışma jürisine sunarlar.
Yarışma sonuçlanır ve Güzelgöz, “The Lane Bryant Uluslararası İnsanlık Hizmetinde Gönüllü Takdirnamesi” ni alır.
21 Kasım 1963 tarihinde bütün dünya ülkelerinin yaratıcı insanlarının eserleri toplanır. İlk eleme sonrasında geriye beş aday kalır. Bu beş adaydan geriye en kuvvetli iki aday İtalya ve Türkiye’nin adaylarıdır.
İtalya’nın adayı, ülkesindeki köprüaltı çocuklarını okutmuş, yetiştirmiş, üniversiteyi bitirmelerini sağlamış onların topluma kazandırılması için uğraşlar vermiş. Jüri üyelerinin yarısı büyük ödülün İtalyan adaya verilmesinden yana. Son ana kadar oyunun kimden yana olduğunu söylemeyen jüri başkanı Dwight Cooke söze şöyle başlar
“Benim oyum Türkiye’ye. Eğer İtalyan adayın eğittiği, yetiştirdiği çocuklara eşekle kitap gitseydi köprüaltı çocukları olmazdı. Türkiye’den katılan aday köprüaltı çocukları olmasın diye çalışmalar yapmıştır.”
Ve Türkiye birinci olur. Güzelgöz, olanaksızlıklardan dolayı gidemediği ödül töreninin sonucunu kütüphanede görevi başında iken gelen telefonla öğrenir. Telefondaki ses, Amerika’da Dünya Ülkeleri Yaratıcılar Birinciliğini aldığını bildirir.
Ulusal ve uluslararası basında çıkan yazılar sayesinde kütüphaneye destek yağmaya başlar.Amerikalı bir yardım kuruluşu Ürgüp ve çevresinde yapılan çalışmaları yakından takip eder ve çalışmaları çok sempatik bulur. Modern bir vasıtayla gezici kütüphane çalışmaları gerçekleşsin diye 1960 model yeni bir Jeep hediye edilir. Hediye edilen jeep sayesinde ulaşımı Jeeple rahat olabilecek köylere gidilir. Aynı zamanda eşek, katır ve atlarla yapılan gezici kütüphane çalışmaları da devam eder.
Çok yönlü bir kişilik olan Güzelgöz, Halkevi ve Belediye Başkanlığı da yapar ve yörede halıcılık kursları açar. Günümüze kadar gelen meşhur Ürgüp halılarının oluşmasının temelleri o yıllarda atılır.
Bir gün, Ankara’dan bir müfettiş gelir. Olayı Güzelgöz’den dinleyelim.
“Hakkımda şikayet olduğunu, başka işlerle uğraşıp kendi işimi yapmadığımı, savunmamı yazmam gerektiğini söyledi. Onca verilen ödüllerden, takdirnamelerden sonra böyle bir olaya çok üzüldüm. Teslim aldığım kitap sayısını iki bin üç yüzden iki yüz bine çıkardım. Kitaplığı genişletip ikinci katı çıktık.Okur sayısını arttırdık; insaf… Bugüne kadar saklayacak hiçbir şeyim olmadı.”
Bunun üzerine emekliliğini ister, Eşekli kütüphaneci. ….Köyde kendisine bir güzel jübile yapılır.
Onun bütün bu çalışmalarından Fakir Baykurt haberdar olur ve “Eşekli Kütüphaneci” isimli romanını yazmaya başlar ancak romanını tamamlayamadan 11 Ekim 1999 da Almanya’da vefat eder, kitabı tamamlamak Fakir Baykurt’un kızı Işık Baykurt’a düşer. Ve Baykurt’un ölümünden 11 ay sonra yayınlanır. Mustafa Güzelgöz, Fakir Baykurt’la olan tanışmalarını ve hakkında yazılan kitapla ilgili duygularını şöyle dile getiriyor.
“Almanya’da öğretmenlik yapan bir yeğenim vardı; Necile Delicioğlu. ‘Mustafa Güzelgöz ve Eşekli Kütüphaneci’ adlı bir kitap çıkınca, bir kitap da Almanya’ya yolladım. Fakir Baykurt, bu eseri okumuş; Necile’ye , ‘Okudum, okuduğuma doyamadım;bana da bir tane göndersin’ demiş. Ardından Fakir’in Cumhuriyet gazetesinde, ‘Çağdaş Bir Masal Kahramanı’ başlıklı yazısı çıktı. Sonra Ürgüp’e gelip bize konuk oldu. Bana,’ Bu. İnsanüstü bir çalışma. Bu kadar eşeği katırı bir araya getirip de nasıl başardın bunca işi ’diye sormuştu. Fakir Baykurt,bu ülkenin ender aydın insanlarından biri. Fakir’in kitabı, ailemizi derinden etkiledi. Torunlarıma kadar ailece okuduk. Bu roman , bizim için bir ‘ağlama’ duvarı oldu. Hanımım ‘Bey!Elli yıllık çalışman boşa gitmemiş’ deyip ağladı; ben de ağladım.”
alıntı

13 Mayıs 2012 Pazar

Hayat Uzun Bir Dua...


Hani bir büyük sıkıntı anında kırılır ya, yüreğinizdeki bütün aynalar: Kırılırda hani, kırık aynalarda oynaşır ya hayalleriniz.Ümitleriniz tökezler de hani, tereddütlere düşersiniz ya kimi zaman: Çırpınırsınız… 

Hani çırpınırken uzanacak bir dost eli ararsınız, fakat bulamazsınız bir türlü; ve kala kalırsınız ya hani dertlerinizle baş başa, kimsesiz, dostsuz…Ozaman bilin ki Allâh kimsesizlerin kimsesidir… Bilin ki Allâh dosttur: “Dost istersiniz Allâh yeter!” 



Hani en soluksuz deminizde hayallerinizin kıyısına çömelip başınız ellerinizin arasında sevginize ağıt yakarsınız ya… 

Hani çözümsüzlüğe çaresizliğe tıkanır da uçan kuştan teselli arar hale gelirsiniz ya bazen… 

Hani yıllarınızı verdiğiniz yerde soluksuz kalıp yıllara kurban olursunuz da bir türlü anlaşılamamanın hicranına düşersiniz ya… 

Hani kuşlar şen çığlıklarla uçup geçerken üstünüzden bir Zümrüd-ü Anka olup onlarla birlikte uçmak istersiniz ya: Uçmak değil, kendinizden kaçmak… 

Hani kendi garipliğinizden, yalnızlığınızdan kaçmak istedikçe yalnızlığınıza, garipliğinize saplanırsınız ya boylu boyunca… 

YALNIZ DEĞİLSİNİZ: Herkesin ve her şeyin bittiği anlarda da Allâh var! 

Öyle bir an gelir ki, koca kainatın içinde ufalıp zerreleştiğinizi idrak edersiniz.Bir yanınızda acziniz, bir yanınızda za’fınız, bir yanınızda fakrınız ve dolu dolu çaresizliğinizle baş başa kalırsınız… 

İşte o an insanca iradenin çözüldüğü ve insanoğlunun kendinde vehmettiği gücün ayaklarına dolaştığı andır: O an gerçekten kulluk anıdır. 

İradeniz çözülüp kendinizde vehmettiğiniz güçler ayağınıza dolandıkça derin aczinizle birlikte kulluğunuzu idrak edip Külli İrade Sahibine yönelin. 

ŞİMDİ VAKİT DUA VAKTİDİR: “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu” buyuran Yaratıcı’ya iltica vakti… 

Bütün kapıların kapandığını sandığınız anda dua kapısı ardına kadar açılır önünüzde, çarelerin bittiği yerde dua tek çare olarak karşınıza çıkar… 

Çözümsüzlüğe tıkanıp uyuyamadığınız uzun gecelerden bir gece kalkın. Şebnemlerin sabah meltemiyle kucaklaştığı bu hasret vaktinderahmetin ve şefkatin tecellisini yatakta bekleyin tembelliğinizi sürüyerek dirilin… 

Uykusuz geçirdiğiniz koca bir elem gecesinde hangi problemi çözdüğünüzü düşünün. Kendinizi hırpalamanın dışında neye yaramış ki kuruntularınız,dertlenmenizle neyi halletmişsiniz? 

Vah zavallı ben! Kendimde bir güç ve kudret vehmettikçe kudretim aczime çarpıp tuz-buz oluyor.Eğer idrak edebilseydim varlık sebebimi, gerçekten anlayabilseydim Rabbim gemisinde bir yolcu olduğumu,sırtımda dünya yüküyle kendime işkence eder miydim? 

İstesek de, istemesek de dünya dönüyor, güneş doğuyor, yağmur yağıyor, rüzgar esiyor, çiçek açıyor…İstesek de, istemesek de yaşlanıyoruz. 

Bir saniye öncesi kaybımız, bir saniye sonrası ise meçhulümüz: Elimizde sadece yaşadığımız “an” var. Ne kadar çaresisiz! 

Öyleyse bırakalım her şeye hükmeden versin hakkımızda en hayırlı hükmü. 

Atın sırtınızdan dünya elemini, durun Allâh’ın huzuruna; sonra diz çökün önüne, boyun bükün.Hükme tabi olup elemlerden kurtulmak varken, kendimizi hüküm mevkiinde sayıp rezil olmak niye?Üstelik takatımız yükümüzü taşımaya yetmiyor. 

Bir hamal gibi vehimlerimi ömür boyu taşımaktan bıktım; Artık Yaradan’a tümden teslim olup “kullukta varlık” aramak istiyorum. 

“Ya rab! Çaresi bulunan şeyde acze, bulunmayan şeyde ye’se düşürme bizi…” diye de dua ediyorum.Zaten hayat da uzun bir duadır! 

alıntı 


Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...