Çok değil, bundan 20 yıl kadar önceydi. Muhasebeci olarak çalışmaya başladığım şirket binasının balkonunda kalarifer yakıt tankı ve buraya yuva yapmış güvercinler vardı. Uzunca bir zaman güvercinleri izledim. (James Watt adlı iskoçyalının bir çocukluk anısından etkilenmiştim) Haftalarca hatta aylarca izledim desem yalan olmaz. Gözlemlerimin sonuçları şu şekilde oldu. • Güvercin asla tek yumartaya kulaçkaya yatmıyor.
• Yumartalardan biri zarar görürse derhal diğerini kırıyor
• Yavrular yumurtadan çıkınca belli bir müddet sadece anne tarafından besleniyor
• Yavruların kanat tüyleri tamamlanınca anne güvercin uçuş talimine başlıyor
• Uçmamakta inat eden yavrunun ensesine tokatı yapıştırıyor anne.
• Uçuş çalışmalarında muhakkak nezaret ediyor.
• Kendi hayatını yaşamayı başaracak olgunluğa gelen genç güvercini dualarla hayata yolluyor anne güvercin.
• Sonrası bize karanlık tabi. bizdeki gibi akrabalık ilişkisi vefa anlayışı var mı yok mu onu gözlemleme imkan ve ihtimalim yoktu.
Şu eklediğim resimden etkilendim. İnsan da aynı bunlar gibi değil mi? Dünyaya geliyorsun, ağızda diş yok kafada saç yok, hortumu da kesiyorlar zaten. Ama bir can, can veriyor o et yığınına kan veriyor, adam ediyor... koruyup gözetiyor, öğretiyor...
Annemin şahsında tüm annelerin ellerinden öpüyorum. Anneler gününüz kutlu olsun.
İnsanları aynı ezgide buluşturan ve bir araya getiren bir güce sahiptir.
Bugün Urfalı olsun-olmasın müzikle ilgilenen herkesin Urfa müziğine katkısı vardır az-çok emeği vardır. Bunu inkâr etmemiz mümkün değildir.
Klasik form özelliği kazanmış olan türkülerimiz, geçmişten günümüze kulak süzgecimizden geçip her Urfa'lının gönül hanesinde arınmıştır.
Müziğimizin, ezgi yapısının güzelliği, söz zenginliğinin bolluğu, eser sayısının çokluğu, kaliteli ve sistemli bir şekilde icra edilmesi bakımından Türk Halk Müziği içersinde ayrı bir yeri ve ayrı bir değeri vardır.
Bu yönüyle Urfa müziği bugün kendini sadece Türkiye’de değil, Kafkaslardan, Türk-i Cumhuriyetlerine, Orta doğudan, Balkanlara kadar adını duyurmuş, kanıtlamış, her yaştan insana sevdirmiştir.
Müzik piyasasında bulunan Urfalı ses sanatçılarının çokluğu ve renkliliği sanırım bunun en güzel kanıtıdır.
Onun için Sevincimizi, kederimizi, ıstırabımızı, gönül yaramızı, duygu ve düşüncelerimizi, türkülere, hoyratlara, gazellere, manilere dökmüşüz, her şeyden önce şehrimizle özdeşleşmiş bir müzik makamının sahibiyiz.
Kökeni ortaçağa dayanan bu makama; “Rehavi” makamı denilmiş…
Yani “Urfalı” Urfa’ya özgü anlamı olan makam yüzyıllar boyu vücut bulmuş bu coğrafyada…
Yazının başında da dedik ya; müzik evrensel bir dildir.
Her ne kadar sanatkâr (okuyucu) anlamadığımız bir dil ve lehçede parçayı seslendirse de, ona eşlik eden enstrümanlar bize o dili anlama bahtiyarlığı bahşetmektedirler.
Parçayı dinlerken yabancısı olmadığımız, hoş bir duygu ve ahenk kaplar bedenimizi…
Sonra gevşer rahatlarız.
Çalınan parçanın bize evrensel bir mesaj verdiğini anlarız kendimizce…
Bu bile bize, daha önce bu tınları bir yerlerden dinlediğimizin birer ifadesi olur sanki…
Türkü hikayesi
Bu parçanın öyküsü şöyle:
“Bu parça Urfa’nın eski, aynı zamanda geleneksel bir şarkısıdır.
Avcıların ceylanların nerede olduğunu meraklanıp bulmak için köpekleri ile (tazı) dağlarda gezmelerini, yani ceylanın peşine düşmelerini anlatır.
Ama şarkının anlattığı gerçekte bu değildir. Çocuğunu kaybeden bir annenin, bakış açısından şarkının seslendirilmesidir. Anne çocuğunu ceylana benzeterek parçadaki betimlemeyi yapar ve çocuğuna sürüden ayrılmaması için, uzaklara gitmemesi için onu uyarır. Oradan ayrılması halinde, onun avcılar tarafından öldürüleceğini, parçalanacağını söyler.
Bu şarkı da anne, Urfa’nın vahşi ve güzel dağlarının, tehlikeli bir yer olduğuna sık sık vurgu yapılır. Çocuğunu kaybetmeden önce, yaptığı uyarıların sonucunda çocuğun tehlikeli yolu asla görmediğini de belirtir. Anne çocuğunu kaybetmenin, korku ve hüznünü nasıl hissettiğini ona her baktığında daha iyi anlar.” Denilmekte (Parçanın İngilizce çevirisinden)
“Tüm şarkılar, türküler farklı dünyaların güzellikleridir.
Eğer bir şey sizin için kötü ise her zaman hüzün doludur ve siz de orada, yani o ortamda olursunuz hüzünle dolusunuzdur demektir.
Dünyanın en güzel yerinde olsanız da bu kaçınılmazdır. Dünyanızın, ne zaman ve ne şekilde değiştiğini ancak yaşayarak anlarsınız.
İyi veya kötü olan her “an”ınıza değer vermek sizin elinizde çünkü siz; iyinin mi-kötülüğü, ya da kötülüğün mü – iyiliği beslediğini asla bilmezsiniz.
Çağdaş iletişimin sonucu olarak hepimiz dünyanın değişik kültürlerinden etkilenip yararlanıyoruz. Bu kültürlerden besleniyoruz. Bende bunun olumlu taraflarını müziğimde yaşatmak istiyorum” Diyor sanatçı…
Hallac-ı Mansur, cezbe ve sekir halinde söylediği ve mazur bulunduğu Ene’l-Hak cümlesi yüzünden idama mahkûm edilir. Onu asılacağı meydana getirdiklerinde etrafta mahşerî bir kalabalık vardır. Hallac-ı Mansur darağacını görünce güler ve kalabalık arasında gördüğü dostu Şibli’den seccade isteyerek iki rek’at namaz kılar. Ardından şöyle duâ eder: “’Allah'ım burada senin dinin uğruna gayrete düşüp beni öldürmek için toplananların suçlarını affet.”
Bu esnada kalabalık içinden özellikle düşmanları, fırsat bu fırsat diye Hallac-ı Mansur’a taşlar atarlar. Hallac-ı Mansur bunlara ah bile demez hatta tebessüm eder, ama dostu Şibli ağlayarak kırmızı bir gül atınca Hallac-ı Mansur inler ve şöyle der: “Taş atanlar avam takımı,bilmiyorlar, halden anlamazlar. Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.”
İnsan hayata daha çok dostlarıyla, sevdikleriyle tutunur. Sevinçlerini onlarla paylaşarak arttırırken, acılarını hüzünlerini yine onlarla paylaşarak azaltır. Kişi, tanımadığı kimselerden bir kötülük, bir haksızlık gördüğünde çok incinmez, en azından hayal kırıklığına uğramaz ama dostundan gördüğü küçük bir eziyete bile katlanması çok zor olur.
Başkalarının, hakkında yanlış düşünmeleri insanı fazla üzmez, yıpratmaz; ama sevdiği birisi, hakkında yanlış düşünürse, zarar verecek bir davranışta bulunursa işte bu insanı üzer, incitir. O kişi sıradan biri değildir çünkü, belki en zor günlerinde yanında olmasını beklediği insandır. Her şartta desteğini umduğu, hayatta en çok güvendiği kimselerden biridir. Hani Temel deniz kenarında yürürken elinde bir yılan taşıyormuş. “Neden elinde yılan taşıyorsun?” diye sorulunca“Denize düşersem lâzım olabilir” cevabını vermiş… İşte dostluk, denize düştüğümüzde yılana sarılmak zorunda kalmayışımızdır. Elimizden tutup bizi çıkaracak birisini her zaman yanımızda bulabilmemizdir.
Dostun gönlü, dostuna karşı hassastır, çok şeyler bekler ondan… Bu yüzden insan dostluk hukukuna çok dikkat etmelidir. Özellikle dostla hal ve harekete, konuşmaya özen göstermek gerekir. Çünkü bazı sözler,keskin kılıç gibidir, dostluğu keser, kalpte tedavisi zor yaralar açar,kalpteki muhabbet çiçeklerini kurutur. Bazen yerinde olmayan gereksiz bir istek, küçük bir tavır veya söz bile, çok büyük mutlulukların elden kaçırılmasına sebep olur.
Dostluk, fedakârlık ve emek ister. Her şeyi karşısındaki insandan bekleyerek elde edilemez hakikî dostluklar. Dostluk; mutluluk, üzüntü,hastalık, sağlık, darlık ve bollukta dostunun yanında olabilmektir.
Hayatımızda kaç tane güzel dostumuz var acaba? Ya da tersinden soracak olursak, şu kısa hayatta kaç kişi için gerçekten güzel bir dost, güzelbir kardeş olabildik? Dostlarımıza, kardeşlerimize karşı hareketlerimize çok dikkat edelim ve kalplerini kırdıysak hemen özür dilemeyi de asla ihmal etmeyelim. Çünkü yarın özür dilemek için çok geç olabilir...
Ne mutlu şu kısa hayatta en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olabilenlere…
Yorgun ayakları bedenini çekemez olmuş,kısa
mesafelerde bile yoruluyordu artık.
Her yola çıkmak istediğinde,dizlerine vuran dünya yorgunluğu,yılgınlığını da
aklına getiriyor,
vazgeçmek için yeterli sebep oluyordu kendisine.
Bazen yürürken bulduğu bir kaldırım taşına
oturarak belinden ayaklarına vuran
sızının acısını dindirmek için çömeliyor,geçmişte kalan dinç günlerini birazda
hayıflanarak aklına getiriyordu.
Bir süre oturması bile geçmişin bütün güzelliklerini gözlerinin önüne getirmeye
yetiyor elem bulutları ufkunu kaplıyordu.Ne yaşlanmasına nede ağrılarına
yanmıyordu,
bunlar hayatın gelen akışında zarurete binaen tezahür eden olaylardı.
Aklına en çok gelen ve kendisini üzen bom boş geçirdiği bir ömrün elle tutulur
bir yanın olmamasıydı.
Hemen hemen bütün arkadaşları ebede göçmüş,kendisini dünyanın meydanında yalnız
bırakmışlardı.
Yıllarca birlikte yaşadığı vefakar eşi de gideli epey olduğundan,hayat
sahnesinde tek kişilik bir role soyunmuştu adeta.
sık sık eşinin namaz kıldığı seccadesine gözlerini iliştiriyordu.
Bu yaşına kadar hiç merak etmediği seccadenin efsunlu yanıyle yüzleşiyor,
tespihin imamesindeki vakara gıpta ediyordu.
Nasılda geçmişti yıllar hiç anlamadan,bir ikindi vakti kadar
kısaydı sanki zaman.
Düşünüyordu çoğu vakit şimdilerde;her ezan sesiyle birlikte ayağa kalkan eşini
gördüğü halde kendisinin ne yaptığını?
Huşuu ve teslimiyetle boyun eğen secde eden kul olmaya çabalayan,secdenin
ardından dakikalarca dua eden biri vardı evinde bir zamanlar.Buna
rağmen,kendisinin ne yaptığını düşünüyordu uzun uzun.
Hızır ve İlyas (a.s)'ın her bahar başlangıcında buluştuklarına inanılan milâdi 6 Mayıs, Rumî 23 Nisan'a rastlayan güne verilen isim. Söz konusu günde Hızır ve İlyas (a.s)'ın buluşarak sohbet ederler ve bu günlerde vakitlerini Allah yolunda olmanın ve birlikteliklerinin verdiği sevinçle kuvvet bulurlardı. Hızır (a.s)'ın Allah'ın lütfu ile dolaştığı yerde yeşillikler çıkar ve çorak yerler çiçeklere bezenirdi. İşte bu olaya dayanarak, halk zamanla bu günlerde buluşup Hızır ve İlyas (a.s) ın geleneğini sürdürmek amacıyla özel anda ve dua günleri tertib eder olmuşlar. Ancak bu zamanla aslî hüviyetinden çıkarılarak günümüzde olan şekliyle Hıdrellez adını almıştır. Günümüzde kullanılan mânası ise; İnsanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti ve bahar güneşinden faydalanma, piknik yapma, stres atma, eğlenme, nişan, düğün, sünnet törenleri tertip etme, uğursuzlukları giderme, adak adama, dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen "bahar bayramı" inancıdır ki tam bir bid'at olarak ortaya çıkmıştır.
Hızır (a.s) Kur'ân-ı Kerîm'in Kehf suresinde "Kullarımdan birisi..." şeklinde geçmektedir. Veli olduğunu dahi kabul etsek, "İkinci Tabaka-i Hayatta bulunmaktadır. Bu mertebede aynı anda çok yerde bulunmak mümkündür."
İlyas (a.s) İsrailoğulları Peygamberlerinden olup Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Elia" diye zikrolunan Peygamberdir. M.Ö. IX. asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir. Hz. İlyas (a.s) yada "İlyasîn" şeklinde ismi zikredilen (es-Sâffât, 37/130). Peygamberliği bildirilen "Hiç Şüphe yok ki İlyas gönderilen Peygamberlerdendir" (es-Sâffât, 37/123), şeklinde hitab edilen İlyas (a.s.) İsrailoğullarına Allah'ın elçisi olarak gittiğinde onlar "Ba'l" adında dört cepheli put'a tapıyorlardı. Hz. İlyas'ın bütün gayretlerine rağmen İsrailoğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş Hz. İlyas'ın Peygamberliğini yalanlayarak (es-Saffât, 37/ 124). Onu ülkeleri olan Ba'lbak'ten çıkarmışlardı. Fakat Allah'ın gazabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve İlyas (a.s)'ı geri çağırmışlardı. Ancak tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine İlyas (a.s) oradan uzaklaşmıştır.İlyas (a.s)'ın İsrailoğullarından ayrılması Hızır (a.s) ile buluşması gerçekleşti. Bu buluşma "Hızır İlyas" iken sonradan Hıdrellez şeklinde değiştirilmiştir.
Halk inançlarında Hıdrellez:
Hızır'da darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıflarını görmek mümkündür. Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır; öküzü arabaya koşmama... vb. gibi İslâm'la çelişen ve din ile ilgisi olmayan inançlara rastlanmaktadır. Aynı şekilde Hıristiyan inancına göre Saint Georges yortusu da bizim halk geleneklerimizle paralellik arzeder ve Hıdrellezle aynı günde kutlanmaktadır. Görüldüğü üzere İslâm'ın Tevhid bilinçliğinden uzak, sahte mitolojik dürtülerin ve şamanist kalıntılarını uzantılarını yansıtan günümüz Hıdrellez anlayışıyla, Hıristiyan Saint Yortusunun paralelliği de göstermektedir ki İslâm dışı her şeye yakınlık duyma ama İslâm'ın gerçek kimliğine karşı çıkma düşüncesinin neticelerini gözler önüne sermektedir.
Şu anda geçerli ve yürürlükte bulunan Hristiyan kültürüne paralel olarak İslâm dünyasının Secular rejimlerle yönetilmesi ve bu kültürlerinde İslâm Öncesi mitolojik özelliklerden oluşan geleneksel "Ulusal İslâm" anlayışıyla paralellik arzetmesi, müslümanların tevhidî bilinçlerinden uzak olmalarının bir neticesidir. Şüphesiz ki Allah'ın va'diyle İslâm dünyası kendini değiştirmedikçe Allah'ta müslümanların durumunu düzeltmeyecektir. Allah şöyle buyuruyor; "Kim İslâm'dan başka bir din (hayat Nizamı) ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır: Kendilerine apaçık deliller gelmiş, O Peygamber'in şüphesiz bir hak olduğuna da şahitlik etmişlerken imanlarının arkasından küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir (muvaffak eder)? Allah zâlimler gürûhunu hidâyete erdirmez. Muhakkak Allah'ın Meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerlerinedir. İşte onların cezaları" (Âli- İmrân, 3/85-87).
Toplumda değerli
olarak görülen, herkes tarafından değeri
kabul edilen
maddi ve manevi din, ahlak, namus, para, mevki, rütbe,makam,
vicdan gibi kavramlar vardır. Bunlardan hangisinin diğerlerinden daha iyi, daha değerli olduğu
kişilere,
toplumsal yapıya göre değişir. Zamana ve zemine göre
kimi değerler alçalır, önemsizleşir, kimi değerler
ön plana çıkar, yükselir.
Kimi insanlar değer
kazanayım, değerimi herkes takdir
etsin derken alçalırlar, kimi de kişiliğini erdem ve özveri gibi değerlerle donatarak gönüllerde taht kurar.
Aşk, sağlık, özgürlük çok değerli
şeylerdir ama ne yazık ki değerlerini
onları yitirdikten sonra anlarız.
Bir insan paraya çok önem veriyorsa eğer, para kazanmak için ister istemez başını eğer. Bu da onun değerini düşürür. Başı dik olarak gezmek istiyorsak maddi değerlerden çok manevi değerlere
yönelmeli, üç kuruşluk çıkar elde etmek
için
beş kuruşluk adamların önünde eğilmemeliyiz.Bir
kişinin değeri değer verdiği şeyler kadardır.
İnsani ilişkilerde içtenlik, dürüstlük, dostluk en değerli kavramlardır. Bu kavramlara uyanlar daha çok değer kazanırlar; bencil, çıkarcı, duygu ve düşünce yoksulu kişiler
ise var olan değerlerini azalttıkları
gibi zamanla dibe çakılırlar.
Değerimiz giyim kuşamla, rütbeyle, makamla artmaz. Ziya Paşa’nın dediği
gibi, “altın işlemeli palan vursan eşek yine eşektir”
Değerin eski adı kıymettir. Altının kıymetini sarraf
bilir.
Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nde ; “yere düşmekle
cevher kıymetinden bir şey kaybetmez diyor.”
Günümüzde ne yazık ki iş
ayağa düştü, ayaklar kafanın
yerine geçti, değer yargıları
değişti; Bilim ve sanat adamları yerlerde sürünürlerken,
futbolcular, artistler, şarkıcılar el üstünde
tutuluyorlar, hayranları tarafından omuzlara alınıyorlar. Bilginlerin, sanatçıların
değerlerini ancak onlar öldükten sonra anlıyoruz...
En değerli şey nedir sorusu çoğu
zaman kafamızı kurcalamıştır. Değer güzellik
açısından ortaya konulduğuna göre, gelin, değerli değerlerimizi bu açıdan dile getirelim: