Her insanda bir yere ait olma duygusu vardır. Doğuştan getirdiğimiz bu duyguya insan, türünü devam ettirebilmek ve diğer canlılarla ortak yaşam alanını paylaşmak için gereksinim duyar. Zira her insan bir yere ait olmak ister. Bir aileye, bir mahalleye, bir bölgeye, bir millete, bir devlete, bir dine, bir spor kulübüne ya da bunların tamamını karşılayabileceği bir toplumun ferdi olmak ister. Zira bu aidiyet bağı insanı mutlu eder, ve ona bir takım hak ve sorumluluklar yükler.
Öncelikle ait olduğu ülke çıkarlarını korumak, milli ve manevi değerlerine sahip çıkmak önde gelen sorumluluklarındandır.
Acaba vatandaşlık bağı ile bağlı olduğumuz ülkemize karşı sorumluluklarımızın ne kadarını yerine getirebildik? Ülkemizin çıkarlarını ne kadar koruyabildik? Milli ve manevi değerlerimize ne kadar sahip çıkabildik?
Zira, özellikle son yıllarda milli ve
manevi değerlerimiz göz ardı edildi. Yok sayıldı. Yüzyıllarca bir arada
sorunsuz yaşadığımız farklı etnik guruplarla aramıza nifak tohumları atıldı.
Ayrıştırıldık, ötekileştirildik, farklılaştırıldık. Olmayan sorun sorun
haline getirildi. Tüm bu olanlara karşı bizler ne yaptık? Sadece
izledik, dinledik ve sustuk. Bana değmesinler de... İşime, aşıma, kariyerime,
sahip olduğum yaşam standardıma bir zarar gelmesin de... Sadece sustuk ve
izledik. Konuşanlar da tesirli olamadı.
Özellikle son dönemlerde idarecilerimizin seçiminde önceliği kişisel çıkarlarımıza verdik.Toplumsal çıkarlarımız geri planda kaldı. Verdiğimiz oyumuzun akibetini araştırmadık, sormadık, sorgulamadık. Başa getirdiklerimizi efendimiz, kendimizi maraba kabul ettik. Oysa efendi olanın kendimiz olduğunu hissettiremedik.
Oyumuzu alana kadar halkı tanıdılar bildiler. Seçildikten sonra kendilerini seçenleri unutup, koltuk derdine düştüler. Kendilerini ilgilendiren kararları bir çırpıda, halkın menfaatine olanlar ise sürüncemede bıraktılar.
Özellikle 17 aralıkta maruz kaldığımız olaylar,neredeyse 17 Ağustos depremini aratmayacak türden can yakıcı endişe verici idi.Hırsızlık,yolsuzluk, kumpas, balyoz, Ergenekon, cemaat- hükümet arası sürtüşmeler ve akabinde de hükümet yetkilerinin aklanma çabaları,hakimlerin, savcıların, emniyet birimlerinin yerlerinin değiştirilmesi, kan gölüne dönen şehitsiz bir gün geçmeyen, olmadı canlı bombalarla hayatlarına son verilen masum insanlar, kaçırılan tecavüz edilen hırsını alamayıp yakılan gençlerimiz, kelli felli insanların küçük çocuklara yaptıkları akıl almaz, vicdanlar kabul etmez halleri, kendi gibi düşünmeyenleri yok sayma, yok etme çabaları bunlara karşı sessiz tepkisiz izlemek... Artık insanlarımız yarınından değil bu gününden endişeli. Bu ve benzer nedenlerden dolayı pamuk ipliğine bağlı olan ekonomimiz tehlike sinyalleri vermeye başladı.
Doların, euronun Türk Lirası karşısında değer kazanması enflasyonun tırmanması ile kriz endişesi, hükümete, güvenlik güçlerine, adalete olan güvensizlik gibi nedenler halkımızı olumsuz etkilemiştir.Yarınından umutsuz,gelecek, iş- aş, yer, yurt kaygısı taşıyan,stresli, gergin, agresif insanların bir arada olduğu bir toplum haline getirmiştir.
Gün geçmiyor ki, sıradan nedenlerle birbirini bıçaklayan, öldüren, intihar eden, kadına, çocuğa şiddet uygulayan, açlıktan, soğuktan sefillikten ölümlerin yaşandığı, sevgi,şefkat, merhamet yoksunu, araştırmayan, okumayan, üretmeyen kendini karanlığa cehaletin bağrına teslim etmekten çekinmeyen insanların sayısı artmasın... Bu artış alınan önlemlerin yetersizliğinin göstergesi.
Bir kaç gün önce tv kanalının birinde sabah haberlerinde bir uzmanın "Panik atak" hastalarına haberleri izlememeleri yönünde uyarısını izledim.Uzmanın bu uyarısı ilginçti. Acaba bu uzmanlar toplumun s.o.s veren gidişatı hakkında idarecileri de uyarıyor muydu?
İnsanımız uyanmalı gözünü açmalı. "Nasıl olsa battık, bir daha düzelmez" tarzı cahilce düşüncesinden vaz geçmeli. Zararın neresinden dönülürse kardır. Düşüncesinde olmalı. Vatandaşlıktan doğan sorumluluğunu mutlaka yerine getirmeli ve üzerinde ki kamburdan kurtulmak için gereğini yapmalı.
Muhabbetle
Hanife Mert