"Sabır acıdır fakat meyvesi
tatlıdır" demiş atalarımız. Sabır acıdır. Evet çileli, ve ızdaraplıdır
sabır, iğneli fıçı içine düşmüş bir insan nasıl acı çekerse, nasıl inlerse öyle
kıvrandırır acıdan ızdıraptan...
Sabır, insanı yükselten kanat. Sabır, ruhu bir meyve gibi
olgunlaştıran güç. Sabır, ruhun kanı, cismin canı, aklın feri ve her çilenin
zaferidir. Sabır, hayat suyudur gönüle. Sabır, bahar rüzgârı gibi diriltici
soluklar sunar iç dünyaya tohum tohum, filiz filiz, çiçek çiçek, dirilişe
erdirmek için hisleri, duyguları. Bakın şair bu hususta kalbini nasıl teselli
ediyor:
Seni dağladılar değil mi kalbim,
Her yanın içi su dolu
kabarcık,
Bulunmaz bu halden anlar bir ilim,
Akıl yırtık çuval, sökük
dağarcık.
Sensin gökten gelen oklara hedef,
Oyası ateşle işlenen gergef.
Çekme üç beş günlük dünyaya esef,
Dayan kalbim üç beş nefes
kadarcık.
N.F, Kısakürek
Sabır, üzüntü ve kederin pranga ve zincirlerini kırar ruhun
boynuna geçmiş. Sabır düşünceyi ve vicdanı engin bir bağımsızlık ikliminde mest
eder. Fakat Hakk'ın kölelik tasması boynunda olarak.
Sabır, ruhtaki bütün değerleri imbikten geçirmektir. Kalbin
damarlarından vücuda pompalanan kan gibi gönülden cisme yayılan ve oradan da
hayata akseden iman, azim ve sevgi ışığını damıtır kalp mahzeninde. O mahzen
bazen dar, sıkı ve sıkıntılıdır. Bazen bir tek pencere açılmaz ondan dış
dünyaya. Fakat sonunda gözlerde ışıyan huzur, dudaklarda beliren tebessüm, yüze
akseden aydınlık hepsi o mahzenden akıp gelen bengisu sızıntılarıdır...
Bazen insan: "Bunca çile ve ızdıraplar da çekilir
mi?" der, der ama "sabrın sonu selamettir" atalar sözünü hiç
düşünmez. "Yokuşta akmayan ter, çukurda gözyaşına dönüşür" vecizesine
hiç kulak asmaz.
"Allah, sabredenlerle beraberdir" kutsî sözünü bir
kez olsun idrak imbiğinden geçirmez. Sonunda:"Çekilmez bu hayat" der.
"Geçmez bu ömür" der. Fakat ebedî mükâfat için her çileye katlanılır.
Bunu bilemez. Zira Yâkub olup Yusuf için kanlı gözyaşları dökmeden, Eyyub olup
yara bere içinde acı ve ızdırap çekmeden, Sümeyra olup Medine'den Uhud'un
bağrına: "Zülf-ü yare bir zarar dokundu" diye çığlık olup düşmeden bu
sarp ve yalçın engeller aşılmaz, kandan irinden deryalarla dolu yollar
geçilmez.
Sabretmeliyiz. Sabrın tatlı meyvelerini devşirmek için en
sağlam ve yalçın surlarla çevrili bir sabır çemberi içinde dayanmalıyız hayatın
çile ve ızdırabına. Zafer ufkuna ulaşmak için kollarımızda-ki "hayata
bağlılık, dünya sevdası, tenperveriik, mal tutkusu" zincirlerini kırıp
yokluğa savurmak için sabretmeliyiz. Sevgi dolu bir dünyaya kanatlanmak, öz
bütünlüğümüzü dış dünyada nakış nakış dokumak ve İdealimizi kalp ve kafalara
satır satır yazmak, ışık ışık çizmek için sabretmeliyiz.
Nenni ya! Nenni ki nenni!. Yavrum nenni! Bir demet kırmızı gülle gelen nenni!. Nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...Varıp sormak gerek türküye : ''Ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. Yavrum nenni... Balam, nenni''. Bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? Neden kırmızı gül de kır papatyaları değil? Şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül? Onların sevgi dili yok mu?. Onlar duygu simgesi gül kat... Ama bir tek!. Benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmazmısın? Ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. Kırmızı gülü seçmişsin sen. Hem de demet demet...
Ha bir de 'balam' meselesi var! Yavrum diyorsun... 'Nenni' diyorsun 'Gitti gelmez' diyorsun. Yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? Şol Revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?. REVAN, bugünkü adıyla ERİVAN, yani günümüzde Ermenistan'ın başkenti... Türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası... Neden derseniz, REVAN Osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler işgal etmiş. Yıl 1635. Dördüncü Murat ikiyüzellibin kişilik bir orduyla REVAN seferini düzenlemiş. Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, REVAN yeniden Osmanlı topraklarına katılmış. Eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş. Mal götürüp, mal getirmişler... Memet de gidip gelen kervancılardan birisi... Anasının da tek 'balası'... Tek oğlu!. Erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... Yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, REVAN'da satıyor Memet... Memet de Memet hani... Karayağız bir delikanlı... Taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. Bir de alışkanlığı var Memet'in. Her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti... Sevgi saygı simgesi. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... Hele Memet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Rüyaları hep Memet üstüne... REVAN yollarını düşlüyor hep. Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kanter içinde uyanıyor. hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Memet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan REVAN'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.
Bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor .Bazen de tersi oluyor . Kervanın dönüşü, bayram gibi! Kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor. Kimi analar da oğlunu. Sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. Yemen seferinden döner gibi. Gerçi savaş dönüşü değil ama; hastalığı sağlığı var... Karı var, ayazı var!. Bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. Veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı. İlkin bir ateş sarıyor bünyeyi. Kusma, iltihap, baş dönmesi. En sonunda da sayıklama. Artık kurtuluşu yok. Sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı. En erken üç gün. En geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... Kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. Sevgiliye özlem, alınan armağanlar. Söylenecek güzel sözler. ''Sensiz olamam. Sen benim her şeyimsin. Güne seninle başlıyorum. Seninle bitiyor gecem. Zaman yitirmemek gerek demiştin. Oysa günler su gibi geçti. Ne bir ses; ne bir nefes. Düşlerdeki yerin hariç. Oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. Öyle demiştik. ''Yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. Bunları sen söylemiştin. Sıcaklığın avuçlarımdaydı. Kuytu bir sokak arası mıydı?. Yoksa aşıklar yoluna girişte miydi? Bir tek gözlerin kalmış belleğimde. Bir de kuşların bitmeyen şakımaları. Ne de güzel batmıştı güneş. Alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. Akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?. Yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. Bahar mı kokuyordu saçların. Yoksa gerçekten bahar günleri miydi? İşte böyle sevgili. Ben şimdi senden uzak. Seni sayıklıyorum. Ellerini tutabilsem yeniden. Yüzüme dokunsa saç tellerin. Ama ne gezer!. Kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. Aniden yok oluyorsun düşlerimden. Ellerim boşta kalıyor. Hem anamın hıçkırığı niye. Uzattığım ellerimi tutsa ya! Ateşler içindeyim. Bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.
Gurbet elde baş yastığa gelende,
Gayet yaman olur işi garibin,
Gelen olmaz giden olmaz yanına,
Bir çalıdır mezar taşı garibin.
Bir çalının dibine gömüyorlar Memet'i. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş... Sevenleri varmış... Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu! Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!. Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Memet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra... Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Söyleyebil!. Hem de anasına... O ana deli olup dağlara düşmez mi?. Avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. Kırmızı gülden merhemlik istemez mi?. Karayağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? Ölümün hepsi kötü. Ana, baba, anneanne, dede. Hepsi kötü. Dün var olan... Soluyan, nefes alan; nefes veren. Bir anda yok artık. Yerinde yeller esiyor. Şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. Belleklerden siliniyor. Yaşlı ölümü neyse ne! ''Öldü de kurtuldu" diyor insan. Ya gencecik ölümler. Muradı gözünde gidenler. Anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor. Olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü. Gönlünde oğlunun hayali. Deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde ''Kırmızı gül demet demet. Sevda değil bir alamet Şol Revan'da balam kaldı. Yavrum kaldı''... diye diye haykırdığını söylediler.
Eski zamanlarin birinde bir adam hayatin anlamının ne olduguna takmış kafayı.. Buldugu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Ama aldığı cevaplarda ona yetmemiş.Fakat mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş.. Ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş.. Köy,kasaba,ülke dolaşmış bu arada zamanda durmuyor tabiki ... Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştugu insanlar ona -şu karşı ki dağları görüyormusun,orada yaşlı bir bilge yaşar! istersen ona git belki o sana aradığın cevabi verebilir. " demişler. Çok zorlu bir yolculuk sonunda Bilgenin yaşadığı eve ulasmış adam. Kapidan içeri girmiş ve bilgeye Hayatın anlamının ne oldugunu sormuş.. Bilge sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor demiş ... Adam kabul etmiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamin eline ve içinede silme bir şekilde zeytinyağ doldurmuş. Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel ... Yalniz dikkat et kaşıktaki zeytinyag eksilmesin eger bir damla eksilirse kaybedersin. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayip gelmiş.Bilge bakmış evet demiş kaşıkta yag eksilmemiş,peki bahçe nasıldı? Adam şaşkın.. Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş Bilge... Adam tekrar bahçeye çıkmış gördügü güzellikler büyülemiş muhteşem bir bahçedeymiş çünkü ... Geri geldiginde bilge, adama bahçe nasıldı diye sormuş ... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendigini anlatmış.. Bilge gülümsemiş ,ama kaşıkta hiç yağ kalmamış demiş ve eklemiş :"Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün hayatin akıp gider sen farkina varmazsin..Yada görebilecegin tüm güzelliklerin tam ortasinda hayatı yaşarsın akıp giden zamanın anlam kazanır ... "
"Hayatının anlamı senin bakışlarında gizlidir"
Bazı insanlar güzel çiçeklere erişmek için uğraşırlarken ayaklarının altında ezilen papatyaların farkına bile varmazlar.
Aslında bir çoğumuzun yaptığı da hayatı tek cepheden görüp, o naktaya takılıp kalması değil mi? Oysa ne güzellikler kaçırıyoruz farkında olmadan..Zaman alabildiğince hızla geçiyor.Geçerken bizden de çok şey alıp götürmeyi ihmal etmiyor..
Hayata anlam katan bizim bakış açımız.Güzel yönden bakarsak güzel görür hayatımız anlam kazanır, güzel yönünü görmeden yaşamaya çalışırsak hayat çekilmez bir hal alır. O halde bakışımızı güzelleştirelim. Çünkü güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayattan tat alır..
İnsan gerçekten kabul edildiğinde, değişmek için daha çok çaba
gösterir.
Çevremizdekileri ve tüm sevdiklerimizi, farklı olduklarını bildiğimiz
halde, yine de eskisi kadar sevebilsek keşke… Keşke, tam da bizim istediğimiz
gibi olmadıkları halde, ilişkimizin daha da renklenebileceğini hissedebilsek.
Ve bunun özgürlüğünü, rahatlığını yaşayabilsek.
Keşke karşımızdakini asıl değiştirmenin yolunun, onu önce olduğu gibi kabul
etmek olduğunu anlayabilsek, keşke kabul etmenin aslında onaylamak olmadığını görebilsek.
Oysa ki yargılamayla başlayan her diyalog dirençle biter, savunmayla
başlar.
Kendin olduğun yerde, ötekini de fark edersin, onun duygularına da
dokunabilirsin aslında…
Kendini bırakabildiğin sularda, etrafının daha da farkına varırsın, daha
net görürsün her şeyi…
Kendini seyretmediğin her an, aslında sana sunulan her şeyi fark ettiğin an
oluverir.
Seni gerçekten kabul edebilen birinin yanında öylesine sen olursun ki,
‘Ben’in kendini göstermeye asla ihtiyaç duymaz, salarsın kendini güvenli sulara,
kendi iç sesinin bile daha çok farkına varırsın.
Daha çok dalga geçersin kendinle, tüm saçmalamalarınla seversin kendini.
Tüm geçmiş hatalarınla tanışıp, hesaplaşıp, helâlleşip uğurlarsın onları…
Sana tüm öğrettikleri için onlara öfke duymak yerine, minnet duyarsın.
Camdan fırlatmak ya da sonsuz çukurlara gömmek yerine, kapıdan yolcu
edersin,
Tozlu sandıklarından sürekli çıkarıp karıştırmanın, yüreğinin kabuğunu
soymaktan, enerjini almaktan başka bir işe yaramadığını görürsün.
İnsan bazen bırakabilmeli boşuna yükünü taşıdığı ne varsa, gönüllü ya da
gönülsüz aldıklarını, hayır diyemediği için yaşadıklarını, bilmemiş gibi
yaptığı tüm bildiklerini…
Oysa ki bırakmadan başlayamazsın,
boşaltmadan dolduramazsın yüreğini…
Gerçekten seni kabul eden, öylece kabul edebilen birinin yanında, her gün
yeniden başlarsın yaşamaya… Her doğan günün sana getireceği hediyeleri
beklemeye başlarsın.
Hayat, ayaklarının altında kaygan bir zemin olmaktan çıkar, bulutların
üzerinde bile yürüyecekmişsin gibi güvende hissedersin kendini.
O seni hep duyar, hep kabul eder, nereden geliyor olursan ol.
Tüm bitiremediklerinle ve tüm başlayamadıklarınla kabul eder seni,
Hem de tekrar tekrar…
Her zaman için yeniden başlama fırsatı veren var mıdır O’ndan başka…
O seni bekler, öğrenmeni de, sevmeni de, görmeni de, anlamanı da bekler.
O’ (c.c) ndan daha çok kabul eden var mıdır seni?
Hani bazen kendini çok yalnız hissedersin ya...Hani başını bir dost omuza yaslayıp, sessizce ağlamak gelir ya içinden.
Hani bir şeyler içini karartır ya, keşkesiz bir hayattır istediğimiz…
Keşke noktalama işaretleri kadar insaflı olsaydı parantez içlerine sığdırmaya çalıştığımız hayat. Her noktanın ardından cümleler kurabilseydik yeniden…
Yaşamı virgüller ile uzatabilseydik keşke…
Tırnak içine alınmış hayatlarımız olsaydı…
Eskiler öyle yaparmış… Sevenler sevdiklerine “Seni Çok Seviyorum” anlamına gelen satırların sonuna üç nokta koyarmış…
Ve üç nokta koyabilseydik tüm sevgilerin arkasına…
Keşkesizliği hedeflerim ben hayatımda… “Evet ya da hayır” hep sevimli gelmiştir bana… Hayatı düz çizerim... Zikzaklarım yoktur… Kaybetmişsem boynumu eğerim… Kazanmışsam zaten benim olmuştur……
Keşkesiz bir insanım... Yanında yaşadıklarımız yada dostlarımız karsısında zavallı gibi görünmekten korkmadığımız, bizi değiştirmeye değil, zenginleştirmeye çalışan, yargılayan değil, kendimizi sorgulamamıza yardımcı olan birimidir yitirilen?
Sabahın üçünde çaldığımız kapısını açtığında, tek kelime etmeden kollarına atılıp ağlayabileceğimiz bir insan mıdır keşkesizliği bu şekilde dillendiren?
Nedenlerini merak etse de, gözyaşlarımızın dinmesini bekleyecek kadar anlayışlı, titrek sesimiz ve telaşlı cümlelerimizi sükûnetle dinleyecek kadar sabırlı, acımızın bir kısmını kendine yük edinecek kadar cömert ve yürekli insanlar mıdır dost diye seçtiklerimiz?
Sadece sohbeti değil, sessizliği de sıkıcı olmayan; yalnızlığımızı unutmak için varlığı, eksikliğini hissetmemiz için yokluğu kâfi gelen insanlara mı dostum deriz?
Başımıza gelen güzel bir şeyin coşkusu yüreğimize sığmadığında, saate aldırmayıp telefona sarıldığımız ve karsımızdaki uykulu sese "Kulaklarına inanamayacaksın" diye bağırdığımızda, "Sabahı bekleyemez miydin?" demeyen biri midir gerçek bir dost?
Güzel bir film izlediğimizde, keşke O da olsaydı dediğimiz, okuduğumuz bir kitaptan bahsedebildiğimiz ve en mahrem sırlarımızı anlattıktan sonra rahatça uykuya dalabildiğimiz bir sırdaş mıdır yoksa?
Konuşurken gözlerimizi kaçırmadığımız, kendimizi saklamadığımız ve yüzümüze en acı gerçekleri haykırırken bile darılmadığımız yalnızlığımız mıdır dost dediğimiz insanlar?
Ne bileyim, ayni fikirde olmasak da uzlaşabildiğimiz, köprüleri atmadan da tartışabildiğimiz, her savaştan birlikte ve biraz daha güçlenmiş bağlarla çıktığımız insanlar mıdır dost payesi verdiklerimiz?
Tanıdığımızı sanırken, daha keşfedilmeyi bekleyen nice el değmemiş duygular ve düşünceler taşıdığını gördüğümüz; sürekli bizi şaşırtan kendimiz midir onlarda sevdiğimiz?
Dostluk bir ruhun iki ayrı bedende yaşamasıdır… Başka bir bedende toprağa verdiği ruhunun yasını mı tutmaktadır? Paylaştığı her şeye ölüm de mi dâhildir?
Acaba, neyi kaybedeceğini, dostu ölmeden önce fark etmiş midir? Ya biz; her şeyi paylaşmanın, iddialı ve gerçek dışı geldiği günümüzde, sahip miyiz gerçek bir dosta?
Ya da adımızın önüne dost sıfatı koyan insanlar var mıdır hayatımızda? Yoksa kendimizi sevmeyi başaramadığımızdan, şaşırıyor muyuz bizi sevdiğini söyleyen birinin varlığına, inanamıyor muyuz yanımızda kalmasına ve uzaklaştırıyor muyuz içten içe bizi sevmesini istediğimiz insanı kendimizden?
Ve bir gün, bir el daha kayıp gittiğinde avuçlarımızdan, kendi mezarımızın başında ağlayacağımızı biliyor muyuz?
İş işten geçmeden önce teşekkür edebiliyor muyuz sevdiğimize, hiç değilse bizi sevdiği için…
Ne yöne gidersen git
Doğu,batı, kuzey ya da güney-
çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün!
Kendi içine yolculuk eden kişi sonunda arzı dolaşır. Zaman durmadan akıp
gidiyor. İnsan bu akışın içinde ya sürüklenen ya da zamana yön veren
konumda.Vaktin çocuğu değilse vay haline insanın! Her gün yeniden doğmuyorsa,
yenilenmek için maddi ve manevi yolculuklara çıkmayı göze alamıyorsa çok yazık
ona. Tükeniş tam burada başlıyor oysa.
Durmak yok, yola devam, cümlesini
hemen hemen her gün bir vesile ile duyar olduk. Çok önemli bir cümle olduğu
halde kimse biraz olsun durup anlamı üzerinde düşünmüyor.
Yolda olmak!
Peki, hangi yolda..? Doğru yolda,
hayır yolunda… Aksi, yol değil, uçurumdur zaten. Mevlânâ şöyle seslenir yol
erbabına:
‘Her yanda bir gulyabani, seni
çağırır,
Kardeş gel,
Yol istiyorsan iste buracıkta.
Sana yol göstereyim de yoldaşın olayım.
Bu ince yolda kılavuzun ben olayım.’
Hem maddi hem de manevi yolların
yolcusu olmak gerek. Zira iki kanatlı olmalı insan. Bir kanadı eksik kaldı mı
uçamaz. Ruhu enginlere ulaşamaz.
Yolda devamlı olmak gerek. Tüm
başarıların, ilerlemelerin ve yükselmelerin kesiştiği nokta budur işte. Az da
olsa devamlı olmak, o kutlu peygamberin müminlere en önemli tavsiyeleri
arasında değil mi?
Yeni keşiflere çıkmak gerek. Yeni
yerler görmek, keşifler yapmak görgüyü ve bilgiyi nasıl artırıyorsa, ruhun
enginlere çıkması ve ilahi huzurda değer kazanması da manevi seyahatlere
çıkmakla mümkün olur. Mevlânâ’nın (k.s) şu sözlerine kulak verelim:
Damla yurdundan gitti ve döndü,
Ve bir sedefe rastladı, inci oldu.
Yusuf ağlaya ağlaya babasından ayrılıp yolculuğa çıkmadı mı?
Yolculukta saadete ermedi mi,
padişah olmadı mı
ve zafer kazanmadı mı?
Mustafa Medine’ye doğru yola çıkmadı mı?
Orada iki dünya saltanatına ulaşıp,
yüzlerce diyarın sultanı olmadı mı?
Eğer ayağın yoksa bile kendi içine doğru yolculuğa çık,
Yakut gibi güneş ışıklarıyla renklere boyan.
Kendiden yine kendine seyahat için kalk ey hoca!
Yola çık.
Kendine gel.
Çünkü böyle bir yolculuktan dolayı toprak bile altın madeni oluyor.
Yolda devamlı olmak gerek. Aynı
durakta ve makamda çok durmamalı bu yüzden. Aynı makamda uzun süre bekletmemeli
ruhu. Alışkanlık buradan yapışır benliğe ve beraberinde gevşekliği getirir.
Menzili sürekli artırmak gerek. Hem
madden hem de manen… Muvaffakiyet işte burada gizli.