23 Ağustos 2025 Cumartesi

ÇAMLARIN ISLIĞI

 


                       
                                                     

Her zaman söylerim, insanın yaşamı tekdüze değildir. Dünya, bir denge üzerine kurulmuştur. İyi ve kötü, güzel ve çirkin, mutlu ve mutsuz, haklı ve haksız... Her biri birbirine zıt gibi görünse de aslında birbirini tamamlayan olaylar ve hikayelerle örülüdür yaşam.

Ancak bu dengeyi toplumumuzda görebilmek neredeyse olanaksız hale geldi. Özellikle son yıllarda toplumumuzda görülen toplumsal çöküş, cehalet temelli bozulmalar bizi öyle yıprattı ki  insanlığımızı sorgular hale geldik. Bu sorunlar beraberinde sıkıntı, stres, kaygı, huzursuzluk, mutsuzluk, sevgisizlik gibi duysal bozulmayı da tetikledi. Adeta sorun yumağı haline gelmiş bir toplum olduk. Hiç bir sorunumuz çözüme ulaştırılmıyor. Günü birlik önlemlerle, etkisiz politikalarla gün kurtarılmaya çalışılıyor.

Çözüme ulaşmayan bu sorunlar içimizde öyle büyük bir bir yara haline geldik ki kendime her fırsatta şu soruyu soruyorum;" biz nasıl bir dönem yaşıyoruz? Acaba bu sıkıntılar ne zaman son bulacak? Ne zaman huzura kavuşacağız? Ne zaman adil, çağdaş eğitimi yakalamış, ekonomik açıdan istikrarlı, refahı yakalamış, ahlaklı, sevgi ve saygının hüküm sürdüğü bir ülke olacağız?" 

Benim fikrimi sorarsanız, “bu çok olanaksız gibi görünüyor.” diye düşünürken hemen ardından, Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim." sözü aklıma geliyor ve yüreğime ferahlık serpiliyor, umutlanıyorum.

Tüm bu sıkıntılar arasında, yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştığım altıncı kitabım "ÇAMLARIN ISLIĞI"  2 Temmuz'da raflardaki yerini aldı. Herdem yayınevinden çıkan kitabımla  birazcık içimi rahatlatmak istediğimdeyse ülkemde bizlere reva görülen yaşam şartlar gözümün önüne geldiğinde sevinemedim ya da buruk bir sevinç yaşadım.

"Çamların Islığı" romanımdan biraz bahsetmem gerekirse; bu defa farklı bir tür denedim, genç kurgu aşk romanı. Bu kitap biraz gençlerin talebi üzerine yazıldı gibi. Unuttuğumuz bazı duyguları hatırlatmaktı amacım. 

Kitap arka kapak yazısını aşağıya ekledim. 

Bunca zamandır duygularımı bastırarak yaşadım. Ama artık içimdeki fırtınayı susturacak gücüm kalmadı. Herkes gibi benim de ilgi görmeye, sevilmeye, anlaşılmaya ihtiyacım vardı. Birinin gözlerimin içine bakarak beni sevdiğini söylemesini duymak istiyordum.

Hayatta sahip olduğum her şey için minnettardım: beni koşulsuz seven bir ailem, müzikle nefes aldığım gitarım, daima yanımda olan dostlarım vardı... Ama bunlar kalbimdeki boşluğu doldurmaya yetmiyordu. Ben sadece, birinin kalbime dokunmasının ne demek olduğunu bilmek istiyordum. Bunun için Rüzgâr biçilmiş kaftandı…

Tabularımı yıktım, seyirci koltuğundan kalktım. Artık sahneye çıkma zamanım gelmişti. Işıklar beni izleyecekti. Bu benim hikâyem, bu benim hayatımdı… Ve Rüzgâr… Bu sahnede neye uğradığını anlamayacaktı.

Çamların Islığı, cesaretle sınırları aşan, kalbinin sesini dinleyerek hayata meydan okuyan bir genç kızın hikâyesi. Ruhunuzun derinliklerine işleyecek, kalbinizde unutulmaz bir iz bırakacak bu romanla, sevilmenin ne kadar büyük bir cesaret gerektirdiğini keşfedeceksiniz.

Bu keşfe hazır mısınız?

 

 Yüreğinizde yer edinmek dileğiyle,

Hanife Mert









21 Haziran 2025 Cumartesi

"BATIDA ON YIL" HÜSEYİN GÜZEL

 


Merhaba sevgili blog dostlarım,

Her ne kadar düzenli yazamasam da fırsat buldukça sayfamı ziyaret ediyor, sizlerin paylaşımlarını okumaya çalışıyorum. Şunu içtenlikle söyleyebilirim ki blog sayfam ve siz değerli blog arkadaşlarım hayatımda çok özel bir yere sahipsiniz. Yazarlık serüvenimde, yayımladığım kitaplarda sizlerin katkısı büyük. Bu gerçeği inkâr edemem.

Bugün altıncı kitabım yayımlanıyor, yedinci için de hazırlıklara başladım. Aranızdan “Bu ne hız?” diyenler olabilir 🙂 Ama kitap yazanlar bilir; bir kitap, yazar için adeta bir evlat gibidir. Nasıl ki bir anne bebeğini dokuz ay boyunca karnında taşır, türlü zorluklara katlanır, doğum sancısı çeker ama sonunda yavrusunu kucağına aldığında tüm acıları unutur… Kitap da aynen böyledir. Yazmak ayrı bir emek, yayımlatma süreci başlı başına bir uğraş. Ama o kitap elinize geçtiğinde yaşadığınız mutluluk her şeye değer. Bu duyguyu herkesin tatmasını isterim.

Bugünkü yazımı ise çok kıymetli bir blog dostum, sevgili Hüseyin Güzel hocamın yeni kitabını sizlere tanıtmak için kaleme aldım.

Hüseyin hocam, yazı hayatımda ve kitaplarımın yolculuğunda çok özel bir yere sahiptir. Belki kendisi hatırlamaz ama bir yazımın altına şöyle bir yorum bırakmıştı:
“Hanife Hanım, kaleminiz çok güçlü. Neden kitap çıkarmayı düşünmüyorsunuz? Eğer edebiyatla ilgili bir bölüm mezunu olsaydınız, kim bilir kaçıncı kitabınızı okuyor olurduk.”
İşte bu cümle beni çok etkiledi ve kitap yazma fikrini ciddiye almama vesile oldu. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum.

Geçtiğimiz günlerde Hüseyin hocam, yeni çıkan “Batıda On Yıl” adlı kitabını imzalayıp bana gönderdi. Nazik jesti için çok teşekkür ederim. Bu kitapta, Atatürk’ün izinden giden, idealist bir öğretmenin anılarla harmanlanmış deneyimlerine tanıklık edeceksiniz. Yazım sürecine birebir şahit olduğum bu değerli eseri siz kitap severlere gönül rahatlığıyla öneriyorum.

Henüz okuyamadım ama okuduktan sonra detaylı yorumumu da mutlaka paylaşacağım.

Sağlıkla, sevgiyle ve kitapla kalın...

Hanife Mert


3 Nisan 2025 Perşembe

Toplumsal Çürüme ve Vicdanların Sessizliği

 

 





Bir toplumun yetiştirdiği her ferdin o topluma karşı ödemek zorunda olduğu bir vefa borcu vardır. Bu anlayışla, yaşadığı toplumu güzelleştirmek temel değerlerine sahip çıkmak, onları yaygınlaştırmak, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ve gelecek kuşaklara aktarmak asli görevidir. Ancak günümüzde bu bilinç giderek zayıflamakta, toplumun değer yargıları büyük bir değişime uğramaktadır.

Dünya değişim ve gelişim çağındadır. Bu değişime paralel olarak teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. Bu süreç bireylerin yaşam felsefesini ve değerlerini yeniden şekillendirirken, onları asıl sorumluluklarından uzaklaştırıyor.

Günümüzde artık kişiliğimiz, ahlaki duruşumuz, vicdanımız ya da insanlara karşı beslediğimiz sevgi ve merhamet, ne yazık ki eskisi kadar önemsenmiyor. Bunun yerine, mevki, makam, para ve güç her şeyin belirleyicisi hâline gelmiş durumda.

Toplumumuzda erdem kabul edilen değerler birer birer geri plana atılıyor. Artık insanların iç dünyalarına, bilgi birikimlerine ya da karakterlerine bakılmıyor. Dış görünüş, maddi varlık, statü ve güç, bireyin değerini belirleyen unsurlar hâline gelmiş durumda. Oysa geçmişte, kültürümüzün temelini ahlak, ilim, irfan, edep ve vicdan oluşturuyordu. Bu topraklar sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, adalet ve güzel ahlak üzerine inşa edilmişti.

Bugün geldiğimiz noktada, toplumsal değerlerimiz aşınmış, insanlar sadece izleyen, sorgulamayan, hesap sormayan bir hâle bürünmüş durumda. Kapitalist dünyanın aldatıcı parıltısına kapılarak, hayatı sadece maddiyat üzerine kurduk. Birlikteliğimizi, bizi bir arada tutan değerleri sıradanlaştırdık. Artık insana saygı göstermek, adil olmak, merhametli davranmak eskisi kadar önemli değil. Yolsuzluk, rüşvet, adaletsizlik, ötekileştirme gibi olumsuzluklar hayatımızın bir parçası hâline geldi. Yardımlaşmayı, paylaşmayı unuttuk; güçsüz olanı ezmek doğal bir davranışmış gibi algılanmaya başladı. Kadınlara, çocuklara, yapılan eziyetler, hayvanlara ve doğaya verilen zararlar bile kanıksanır hâle geldi.

Tüm bunlar bizi mutsuz ve huzursuz kılıyor. Sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk, vefa gibi kavramların unutulması, toplumun ruhunu yaralıyor. Artık iyinin kötüden, doğrunun yanlıştan, haklının haksızdan ayrılması zorlaştı. İçinde yaşadığımız toplumda, büyük bir belirsizlik içinde yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.

Belki bu yazı karamsar görünebilir, ancak sayıları az da olsa, hâlâ değerlerine sahip çıkan insanların var olduğunu biliyorum. Onlar, ahlakı, edebi, ilmi ve irfanı önceleyenlerdir. Onlara duyduğum saygı ve sevgi sonsuz. Fakat yalnızca maddi gücüyle varlık gösterenlere, zayıfı ezenlere, adaleti hiçe sayanlara, merhametten yoksun olanlara aynı duyguları beslemek mümkün değil.

Değerlerimizi yeniden hatırlamak ve yaşatmak zorundayız. Toplumu güzelleştirmek, ahlaki ve insani değerleri korumak hepimizin sorumluluğudur. Ancak bu şekilde, kendimizden sonraki nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakabiliriz.

Okurlarıma sevgilerimle,

Hanife Mert

16 Şubat 2025 Pazar

Göklerden Gelen İyilik- Çocuk Öyküsü

                     

Seni Yarattım

Okuldan eve dönerken zihninde tek bir ifade yankılanıyordu: "Seni Yarattım!" Bu ifade, Miraç'ın zihnini kurcalıyordu. Eve varana kadar bunu düşündü. Kapıdan içeri girer girmez çantasını bir kenara bıraktı ve mutfağa geçti. Annesi yemek hazırlıyordu. Zuhal Hanım oğlunun dalgın hâlini fark edince gülümseyerek, "Bugün okul nasıldı, Miraç?" diye sordu. Miraç sandalyeye oturdu, gözlerini yere dikti ve bir süre sessiz kaldı. Sonra, "Öğretmenimiz bize bir hikâye okudu." dedi.

Zuhal Hanım, Miraç’ı  dinlemek için yanına oturdu. Miraç ellerini masanın üzerinde birleştirerek anlatmaya başladı: "Bir gün, küçük bir kız sokakta dileniyormuş. Çok açmış ve üstü başı da perişanmış. O sırada genç, sağlıklı ve zengin bir adam oradan geçiyormuş. Bu adam kızı fark etmiş ama görmezden gelip yoluna devam etmiş. Adam eve vardığında, onu güzel bir sofra bekliyormuş. Ancak adamın içi rahat değilmiş. Aklında hep o küçük kız varmış. Sonunda Allah'a dönüp sormuş: 'Böyle bir şeye nasıl izin veriyorsun? O kıza neden yardım etmek için bir şeyler yapmıyorsun?” O anda içinden bir ses duymuş: 'Yaptım. Seni yarattım!'

Miraç derin bir nefes alıp başını kaldırdı. "Bu ne demek, anne?" diye sordu. Annesi Miraç'ın saçlarını okşayarak gülümserken, "Bu hikâye bize, dünyayı değiştirecek olanın biz olduğumuzu anlatıyor oğlum." dedi. "O adam, sadece kıza acımak yerine ona yardım etseydi, dünya biraz daha güzel bir yer olurdu. Yani bir şeylerin değişmesini beklemek yerine biz değişimi başlatabiliriz." 

Miraç bir süre düşündü ve gülümserken, "O zaman ben de küçük bir iyilikle başlayabilirim, değil mi anne?" diye sordu. Annesi başını salladı. "Evet, Miraç. İyi bir insan olmak, iyiliği düşünmekle başlar. Başkalarının acılarını hissetmek, anlamak ve yardım eli uzatmakla devam eder. Yapılan her iyilik, dünyayı biraz daha güzelleştirir. Paylaşılan acı azalır, mutluluk artar." Annesinin yumuşacık sesi Miraç'ın içini ısıttı. Küçük kızı düşünerek annesinin mis kokulu yemeğini yedi. Ardından odasına gitmeden önce annesine sımsıkı sarıldı. "Seni çok seviyorum, anneciğim," diye fısıldadı. O gece huzur içinde uykuya dalarken, annesinin sözlerinin anlamını hiç beklemediği bir şekilde keşfedeceğinden habersizdi...

                          Beklenmedik Karşılaşma

Okulda son derse girmişlerdi. Miraç çok acıkmıştı. Onun için zaman bir türlü geçmiyordu. Karnı gurulduyor, göz kapakları ağırlaşıyordu. Aklında sadece yiyecekler vardı: sıcacık börekler, mis kokulu poğaçalar, lezzetli pizzalar... Nihayet zil çaldı! Miraç, çantasını kaptığı gibi okuldan çıktı. Eve doğru hızlı adımlarla ilerlerken, sitenin yanındaki çöp kutusunun önünde oturan bir kız fark etti. Küçük kız elindeki bayat ekmeği ufalayarak yemeye çalışıyordu. Üzerindeki incecik elbise soğuk rüzgârda savruluyordu. Saçları dağınık, yüzü kir içindeydi. Bu manzara Miraç'ın içini burktu. Biraz önce hayalini kurduğu yiyecekler bir anda anlamını yitirdi. Birden aklına öğretmeninin önceki gün onlara okuduğu hikâye geldi. Şaşkınlık içindeydi. Kendi kendine, "Nasıl olur böyle bir şey?" diye düşünürken zihninde bir ses yankılandı: "Seni yarattım!" Bu düşünceyle yardım etmek için çantasını karıştırdı. Evirdi çevirdi çantada ne para ne de yiyecek vardı. Tam umutsuzca eve dönecekken eline buruşturulmuş bir kâğıt parçası geldi.  Onu açtığında heyecanla: "İşte bu, para!" diye sevindi.

Hemen sitelerinin yakınındaki Mersin Tantuni' ye geldi. Yarım ekmek arası bir tantuni ve bir şişe de Mersin limonatası aldı. Ancak bunları ödemeye parası yetmedi. Miraç dükkân sahibine dönerek, "Amca, paranı hemen getireceğim!" dedi. Adam gülümseyerek, "Boş ver evlat, hediyem olsun," diye karşılık verdi.

Miraç buna şaşırsa da en önemli şey, bu yemeği küçük kıza ulaştırmaktı. Koşarak geri döndü ama kız yerinden kalkmış, uzaklaşıyordu. Miraç hızla yanına giderek nazik bir sesle, "Bir dakika bekler misin?" dedi. Kız ürkmüş bir şekilde ona baktı. Miraç, yumuşacık bir sesle ekledi: "Benden korkma, sana yardım etmek istiyorum." Bu söz üzerine kız duraksadı. Miraç elini uzatıp gülümseyerek, "Ben Miraç, senin adın ne?" diye sordu. Küçük kız, kirlenmiş ve soğuktan çatlamış elini tedirgin bir şekilde uzattı. Kısık bir sesle, "Yaren," dedi. Miraç, elindeki paketi ona uzattı. "Bu senin için," dedi. Yaren şaşkın bir ifadeyle bir Miraç'a bir pakete baktı. Miraç hiçbir şey söylemeden yanından ayrıldı.

Eve geldiğinde iştahı tamamen kaybolmuştu. Annesi, durgun halini fark edip merakla sordu: "Oğlum, iyi misin?" Miraç gözlerini yere indirerek fısıldadı: "Bugün bir şey gördüm anne..." Sonra, öğretmeninin anlattığı hikâyeyi hatırladı ve olanları annesine anlattı.

Zuhal Hanım, oğlunun duyarlılığına sevinirken, Yaren için içi burkuldu. Miraç'ın en sevdiği yemeğini yapmak için mutfağa geçti, ama aklı bir yandan da küçük kızdaydı.

               Rüya Diyarının Sırrı

Miraç, annesiyle konuştuktan sonra biraz rahatlamıştı. Ancak küçük kızı hâlâ düşünmeden edemiyordu. Okul kıyafetlerini çıkarıp günlük kıyafetlerini giydi, sonra çalışma masasına oturdu. Bilgisayarını açtığında ekranda garip şeyler olmaya başladı. Sayfalar kendiliğinden açılıyor, tuhaf ışıklar beliriyordu. Miraç şaşkınlıkla ekrana bakarken parlak bir ışık büyüyerek her yeri kapladı. Bir anda kendini gökyüzünde, bulutların arasında süzülürken buldu! “Neler oluyor?” diye bağırdı ama sesi neredeyse fısıltı gibiydi. O anda ayaklarının altındaki beyaz bulutlar dağıldı ve Miraç, papatyalarla kaplı bir yolda buldu kendini. Yolun sonunda altın rengi bir ışık parlıyordu. Işığın içinden, başında papatyalardan yapılmış bir taç olan zarif bir peri prenses belirdi. Sıcacık bir gülümsemeyle, “Merhaba Miraç,” dedi. Miraç şaşkınlıkla etrafına baktı. “Ama… Ben buraya nasıl geldim? Siz benim adımı nereden biliyorsunuz?” diye sordu. Peri Prenses Ece, nazikçe başını okşadı. “Rüya Diyarı’na iyilik dolu yüreğe sahip çocuklar gelir. Senin kalbinin güzelliği seni buraya getirdi, korkma,” dedi.

Miraç büyüleyici manzarayı hayranlıkla izledi. Gökkuşakları, parlayan yıldızlar ve uçuşan kelebeklerle doluydu burası. Ama aklı hâlâ küçük kızdaydı. Peri Prenses Ece onun endişeli olduğunu fark etti. “Burada yalnız olmak istemiyorsun, değil mi?” diye sordu. Miraç heyecanla başını salladı. “Evet! En yakın arkadaşlarım Ali ve Hira da burada olsun isterdim!” Peri Prenses hafifçe gülümsedi. “Onları buraya çağırabilmen için Sihirli Göl’e adlarını yazmalısın,” dedi ve ileride parlayan bir gölü işaret etti. Miraç merakla gölün yanına gitti. Su, ay ışığını yansıtıyormuş gibi parlıyordu. Eğilip elini uzattığında, yüzeyde harfler belirdi. Titrek bir yazıyla “Ali ve Hira” yazdı. O anda göl ışıldamaya başladı! Minik dalgalar kıyıya vururken altın rengi kıvılcımlar havaya yükseldi. Miraç nefesini tuttu. Birkaç saniye sonra Ali ve Hira yanında belirdi! Sevinçle yerinde zıplayarak “Yaşasın!” diye bağırdı ve onlara sarıldı. Ali şaşkınlıkla etrafına bakındı, sonra Miraç’a eğilip fısıldadı. “Burası neresi kanka? Sen nasıl geldin? Biz buraya nasıl geldik?” Hira ise gözlerini kocaman açmıştı. Tüm bu olanlar ona fazla gelmişti. Dudaklarını büzüp ağlamaya başladı. “Ben annemi istiyorum… Evimize dönelim!” dedi.

Peri Prenses Ece yanına eğildi. “Sakın korkma, Hira. Burada harika şeyler öğreneceksiniz ve zamanı geldiğinde hepiniz güvenli bir şekilde evinize döneceksiniz.” Miraç, Ali ve Hira birbirlerine baktılar. Hâlâ merak içindeydiler ama korkuları azalmıştı. Çünkü burası gerçekten büyülü bir yerdi…

Mutluluğun Sırrını Keşfetmek

Peri Prensesi Ece, "Çocuklar, mutluluğun sırrını keşfetmeye hazır mısınız?" diye sordu. Çocuklar hep bir ağızdan "Hazırız!" diye bağırdılar. Böylece Rüya Diyarı’na doğru yola çıktılar. Burası adeta bir masal dünyasıydı. Renkli kuşlar gökyüzünde dans ediyor, kristal şelaleler ışıl ışıl parlıyordu. Miraç, Ali ve Hira bu büyüleyici manzaraya hayranlıkla bakıyor, kuşlara dokunmaya çalışıyordu. Birden karşılarında altın bir kapı belirdi. Üzerinde ışıl ışıl parlayan harflerle "Mutluluk Ülkesi" yazıyordu. Kapı kendiliğinden açıldı ve çocuklar içeri girdiler. Burası ışık saçan, büyülü bir yerdi. Sarayın ortasında kristal bir masa ve üzerinde altın kaplı bir kitap vardı. Tam o sırada yanlarına gülümseyerek Mutluluk Ülkesinin kralı, Kral Mutluluk geldi. “Mutluluk Ülkesi ’ne hoş geldiniz, çocuklar!” dedi. Sadece Miraç heyecanla “Hoş bulduk!” diyebildi. Kral Mutluluk, “Mutluluğun sırrını öğrenmek ister misiniz?” diye sordu. Çocuklar başlarını hızla salladı. Kral gülümseyerek konuşmaya başladı:

1.     Mutluluk, başkalarına iyilik yapmakla başlar. 2-İyilik yaparken karşılık beklememelisiniz. 3- İyiliği başkalarıyla paylaşarak yapın ki hem siz hem de başkaları mutlu olsun.

Tam o anda, sarayın pencerelerinden karanlık gölgeler süzülmeye başladı. Gölgeler, salonun içinde dolaşarak ışıkları yavaş yavaş yutuyordu. Kral Mutluluk endişeyle ayağa kalktı. "Karanlık Gölgeler geri döndü! Onlar, insanların umutlarını çalarak güçlenirler," dedi. Miraç, Ali ve Hira birbirlerine baktılar. Kral Mutluluk’un sözlerini hatırlayarak iyilik yaparak gölgeleri yok etmeye karar verdiler. Ancak her iyilik yaptıklarında yeni bir bilmecenin içinde buluyorlardı kendilerini. İlk görevleri, Nehir Vadisi’ndeki üzüntü içindeki kelebeklere yardım etmekti. Renkleri solmuş ve uçmayı unutmuş olan kelebeklere mutluluk getirmeleri gerekiyordu. Üç arkadaş, kelebeklere güzel hikâyeler anlatıp onlarla oyunlar oynayarak renklerini geri kazanmalarını sağladı. Kelebekler yeniden uçmaya başladığında, bir ışık huzmesi belirdi ve gölgeler biraz daha dağıldı. Ancak maceraları daha yeni başlıyordu. Gölgeler, iyiliğin ışığından kaçıyor ama tamamen yok olmuyordu. Üç arkadaş, Karanlık Gölgelerin tamamen yok olması için daha fazla iyilik yapmalı ve yeni bilmeceleri çözmeliydi. Her yeni iyilik, bir bilmecenin kapısını açıyordu. Miraç ve arkadaşları cesaretlerini kaybetmemeye çalışarak, iyiliğin gerçek gücünü hatırladılar. Kral Mutluluk gülümseyerek onlara baktı. "Endişelenmeyin," dedi. "Gerçek iyiliğin gücünü öğrendiğinizde, her şey yoluna girecek ve zamanı geldiğinde güvenli bir şekilde evinize döneceksiniz."

Miraç, Ali ve Hira birbirlerine baktılar. Hâlâ merak içindeydiler ama korkuları azalmıştı. Çünkü burası gerçekten büyülü bir yerdi…

 

Gerçeğe Dönüş

Miraç, omzunda sevgi dolu bir elin sıcaklığını hissederek gözlerini araladı. Annesinin yumuşak sesi kulağında yankılanıyordu: “Miraç, hadi oğlum, uyan.” Başını kaldırdığında, çalışma masasının üzerinde uyuyakaldığını fark etti. Gözleri mahmur bir halde annesine baktı ve uykulu bir sesle mırıldandı: “Mutluluğun sırrı, iyiliği paylaşmak...” Annesi gülümseyerek saçlarını okşadı. “Hadi bakalım, sana çok sevdiğin topalak çorbası yaptım.” Miraç, sevinçle kollarını havaya kaldırdı. “Harika! yaşasınn!” diye neşeyle bağırdı ve annesinin boynuna sarıldı. İşte gerçek mutluluk buydu! Rüyasında gördüğü Kral Mutluluk ’un kurallarını uygulamak istiyordu. Bunun için hemen Ali ve Hira’yı çağırdı ve onlara Yaren’den bahsetti. Üçü birlikte ona nasıl yardım edebileceklerini planladılar. İlk adım olarak annelerinden destek istediler. Zuhal Hanım, Yaren için kıyafet ve yiyeceklerden oluşan bir paket hazırladı. Miraç, paketi alıp küçük kıza götürdüğünde Yaren, gitmeye hazırlanıyordu. Yanına oturan Miraç, paketi ona uzattı. Küçük kız şaşkın gözlerle baktı. Titreyen elleriyle paketi aldı ve fısıldayarak sordu: “Bunları benim için mi getirdin?” Miraç, gülümseyerek başını salladı. “Evet, ama sadece bunlar değil. Ali ve Hira ile birlikte sana ve ailene daha fazla yardım edeceğiz, söz veriyoruz.”

Miraç sözünü tuttu. Üç arkadaş, sitede bir yardım kampanyası başlattı. Kısa sürede herkes seferber oldu. Kıyafetler, oyuncaklar ve yiyecekler toplandı. Site sakinleri, kapıcı dairesini baştan düzenleyerek Yaren ve ailesi için yeni bir yuva haline getirdi. Birkaç hafta sonra Yaren artık okula gidiyor, yeni arkadaşlar ediniyor ve en önemlisi umutla gülümsüyordu. Bir gün, Miraç’ın yanına geldi ve elini tuttu. “Hayatımı değiştirdin. Sana ve arkadaşlarına minnettarım. Artık yeniden hayal kurabiliyorum.”  dedi, Miraç, Yaren’in gözlerindeki ışığa baktı ve gülümsedi.

Bir sabah gökyüzüne baktığında, gri bulutların dağıldığını ve yerini pırıl pırıl bir gün ışığına bıraktığını fark etti. O anda annesinin sözleri yeniden kulağında yankılandı: “İyi olmak, başkalarının acılarını hissetmek, onları anlamak ve her zaman bir el uzatmaktır.” İşte o zaman anladı ki gerçek güç, paylaşmaktan ve iyilik yapmaktan geliyordu. Derin bir nefes aldı, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti. Gökyüzüne bakarken içini sıcacık bir mutluluk kapladı.

Çünkü bazen dünyayı değiştirmek için yalnızca bir gülümseme yeterdi.

 SON

 


ÇAMLARIN ISLIĞI

                                                                                Her zaman söylerim, insanın yaşamı tekdüze değildir. Dünya,...