16 Şubat 2025 Pazar

Göklerden Gelen İyilik- Çocuk Öyküsü

                     

Seni Yarattım

Okuldan eve dönerken zihninde tek bir ifade yankılanıyordu: "Seni Yarattım!" Bu ifade, Miraç'ın zihnini kurcalıyordu. Eve varana kadar bunu düşündü. Kapıdan içeri girer girmez çantasını bir kenara bıraktı ve mutfağa geçti. Annesi yemek hazırlıyordu. Zuhal Hanım oğlunun dalgın hâlini fark edince gülümseyerek, "Bugün okul nasıldı, Miraç?" diye sordu. Miraç sandalyeye oturdu, gözlerini yere dikti ve bir süre sessiz kaldı. Sonra, "Öğretmenimiz bize bir hikâye okudu." dedi.

Zuhal Hanım, Miraç’ı  dinlemek için yanına oturdu. Miraç ellerini masanın üzerinde birleştirerek anlatmaya başladı: "Bir gün, küçük bir kız sokakta dileniyormuş. Çok açmış ve üstü başı da perişanmış. O sırada genç, sağlıklı ve zengin bir adam oradan geçiyormuş. Bu adam kızı fark etmiş ama görmezden gelip yoluna devam etmiş. Adam eve vardığında, onu güzel bir sofra bekliyormuş. Ancak adamın içi rahat değilmiş. Aklında hep o küçük kız varmış. Sonunda Allah'a dönüp sormuş: 'Böyle bir şeye nasıl izin veriyorsun? O kıza neden yardım etmek için bir şeyler yapmıyorsun?” O anda içinden bir ses duymuş: 'Yaptım. Seni yarattım!'

Miraç derin bir nefes alıp başını kaldırdı. "Bu ne demek, anne?" diye sordu. Annesi Miraç'ın saçlarını okşayarak gülümserken, "Bu hikâye bize, dünyayı değiştirecek olanın biz olduğumuzu anlatıyor oğlum." dedi. "O adam, sadece kıza acımak yerine ona yardım etseydi, dünya biraz daha güzel bir yer olurdu. Yani bir şeylerin değişmesini beklemek yerine biz değişimi başlatabiliriz." 

Miraç bir süre düşündü ve gülümserken, "O zaman ben de küçük bir iyilikle başlayabilirim, değil mi anne?" diye sordu. Annesi başını salladı. "Evet, Miraç. İyi bir insan olmak, iyiliği düşünmekle başlar. Başkalarının acılarını hissetmek, anlamak ve yardım eli uzatmakla devam eder. Yapılan her iyilik, dünyayı biraz daha güzelleştirir. Paylaşılan acı azalır, mutluluk artar." Annesinin yumuşacık sesi Miraç'ın içini ısıttı. Küçük kızı düşünerek annesinin mis kokulu yemeğini yedi. Ardından odasına gitmeden önce annesine sımsıkı sarıldı. "Seni çok seviyorum, anneciğim," diye fısıldadı. O gece huzur içinde uykuya dalarken, annesinin sözlerinin anlamını hiç beklemediği bir şekilde keşfedeceğinden habersizdi...

                          Beklenmedik Karşılaşma

Okulda son derse girmişlerdi. Miraç çok acıkmıştı. Onun için zaman bir türlü geçmiyordu. Karnı gurulduyor, göz kapakları ağırlaşıyordu. Aklında sadece yiyecekler vardı: sıcacık börekler, mis kokulu poğaçalar, lezzetli pizzalar... Nihayet zil çaldı! Miraç, çantasını kaptığı gibi okuldan çıktı. Eve doğru hızlı adımlarla ilerlerken, sitenin yanındaki çöp kutusunun önünde oturan bir kız fark etti. Küçük kız elindeki bayat ekmeği ufalayarak yemeye çalışıyordu. Üzerindeki incecik elbise soğuk rüzgârda savruluyordu. Saçları dağınık, yüzü kir içindeydi. Bu manzara Miraç'ın içini burktu. Biraz önce hayalini kurduğu yiyecekler bir anda anlamını yitirdi. Birden aklına öğretmeninin önceki gün onlara okuduğu hikâye geldi. Şaşkınlık içindeydi. Kendi kendine, "Nasıl olur böyle bir şey?" diye düşünürken zihninde bir ses yankılandı: "Seni yarattım!" Bu düşünceyle yardım etmek için çantasını karıştırdı. Evirdi çevirdi çantada ne para ne de yiyecek vardı. Tam umutsuzca eve dönecekken eline buruşturulmuş bir kâğıt parçası geldi.  Onu açtığında heyecanla: "İşte bu, para!" diye sevindi.

Hemen sitelerinin yakınındaki Mersin Tantuni' ye geldi. Yarım ekmek arası bir tantuni ve bir şişe de Mersin limonatası aldı. Ancak bunları ödemeye parası yetmedi. Miraç dükkân sahibine dönerek, "Amca, paranı hemen getireceğim!" dedi. Adam gülümseyerek, "Boş ver evlat, hediyem olsun," diye karşılık verdi.

Miraç buna şaşırsa da en önemli şey, bu yemeği küçük kıza ulaştırmaktı. Koşarak geri döndü ama kız yerinden kalkmış, uzaklaşıyordu. Miraç hızla yanına giderek nazik bir sesle, "Bir dakika bekler misin?" dedi. Kız ürkmüş bir şekilde ona baktı. Miraç, yumuşacık bir sesle ekledi: "Benden korkma, sana yardım etmek istiyorum." Bu söz üzerine kız duraksadı. Miraç elini uzatıp gülümseyerek, "Ben Miraç, senin adın ne?" diye sordu. Küçük kız, kirlenmiş ve soğuktan çatlamış elini tedirgin bir şekilde uzattı. Kısık bir sesle, "Yaren," dedi. Miraç, elindeki paketi ona uzattı. "Bu senin için," dedi. Yaren şaşkın bir ifadeyle bir Miraç'a bir pakete baktı. Miraç hiçbir şey söylemeden yanından ayrıldı.

Eve geldiğinde iştahı tamamen kaybolmuştu. Annesi, durgun halini fark edip merakla sordu: "Oğlum, iyi misin?" Miraç gözlerini yere indirerek fısıldadı: "Bugün bir şey gördüm anne..." Sonra, öğretmeninin anlattığı hikâyeyi hatırladı ve olanları annesine anlattı.

Zuhal Hanım, oğlunun duyarlılığına sevinirken, Yaren için içi burkuldu. Miraç'ın en sevdiği yemeğini yapmak için mutfağa geçti, ama aklı bir yandan da küçük kızdaydı.

               Rüya Diyarının Sırrı

Miraç, annesiyle konuştuktan sonra biraz rahatlamıştı. Ancak küçük kızı hâlâ düşünmeden edemiyordu. Okul kıyafetlerini çıkarıp günlük kıyafetlerini giydi, sonra çalışma masasına oturdu. Bilgisayarını açtığında ekranda garip şeyler olmaya başladı. Sayfalar kendiliğinden açılıyor, tuhaf ışıklar beliriyordu. Miraç şaşkınlıkla ekrana bakarken parlak bir ışık büyüyerek her yeri kapladı. Bir anda kendini gökyüzünde, bulutların arasında süzülürken buldu! “Neler oluyor?” diye bağırdı ama sesi neredeyse fısıltı gibiydi. O anda ayaklarının altındaki beyaz bulutlar dağıldı ve Miraç, papatyalarla kaplı bir yolda buldu kendini. Yolun sonunda altın rengi bir ışık parlıyordu. Işığın içinden, başında papatyalardan yapılmış bir taç olan zarif bir peri prenses belirdi. Sıcacık bir gülümsemeyle, “Merhaba Miraç,” dedi. Miraç şaşkınlıkla etrafına baktı. “Ama… Ben buraya nasıl geldim? Siz benim adımı nereden biliyorsunuz?” diye sordu. Peri Prenses Ece, nazikçe başını okşadı. “Rüya Diyarı’na iyilik dolu yüreğe sahip çocuklar gelir. Senin kalbinin güzelliği seni buraya getirdi, korkma,” dedi.

Miraç büyüleyici manzarayı hayranlıkla izledi. Gökkuşakları, parlayan yıldızlar ve uçuşan kelebeklerle doluydu burası. Ama aklı hâlâ küçük kızdaydı. Peri Prenses Ece onun endişeli olduğunu fark etti. “Burada yalnız olmak istemiyorsun, değil mi?” diye sordu. Miraç heyecanla başını salladı. “Evet! En yakın arkadaşlarım Ali ve Hira da burada olsun isterdim!” Peri Prenses hafifçe gülümsedi. “Onları buraya çağırabilmen için Sihirli Göl’e adlarını yazmalısın,” dedi ve ileride parlayan bir gölü işaret etti. Miraç merakla gölün yanına gitti. Su, ay ışığını yansıtıyormuş gibi parlıyordu. Eğilip elini uzattığında, yüzeyde harfler belirdi. Titrek bir yazıyla “Ali ve Hira” yazdı. O anda göl ışıldamaya başladı! Minik dalgalar kıyıya vururken altın rengi kıvılcımlar havaya yükseldi. Miraç nefesini tuttu. Birkaç saniye sonra Ali ve Hira yanında belirdi! Sevinçle yerinde zıplayarak “Yaşasın!” diye bağırdı ve onlara sarıldı. Ali şaşkınlıkla etrafına bakındı, sonra Miraç’a eğilip fısıldadı. “Burası neresi kanka? Sen nasıl geldin? Biz buraya nasıl geldik?” Hira ise gözlerini kocaman açmıştı. Tüm bu olanlar ona fazla gelmişti. Dudaklarını büzüp ağlamaya başladı. “Ben annemi istiyorum… Evimize dönelim!” dedi.

Peri Prenses Ece yanına eğildi. “Sakın korkma, Hira. Burada harika şeyler öğreneceksiniz ve zamanı geldiğinde hepiniz güvenli bir şekilde evinize döneceksiniz.” Miraç, Ali ve Hira birbirlerine baktılar. Hâlâ merak içindeydiler ama korkuları azalmıştı. Çünkü burası gerçekten büyülü bir yerdi…

Mutluluğun Sırrını Keşfetmek

Peri Prensesi Ece, "Çocuklar, mutluluğun sırrını keşfetmeye hazır mısınız?" diye sordu. Çocuklar hep bir ağızdan "Hazırız!" diye bağırdılar. Böylece Rüya Diyarı’na doğru yola çıktılar. Burası adeta bir masal dünyasıydı. Renkli kuşlar gökyüzünde dans ediyor, kristal şelaleler ışıl ışıl parlıyordu. Miraç, Ali ve Hira bu büyüleyici manzaraya hayranlıkla bakıyor, kuşlara dokunmaya çalışıyordu. Birden karşılarında altın bir kapı belirdi. Üzerinde ışıl ışıl parlayan harflerle "Mutluluk Ülkesi" yazıyordu. Kapı kendiliğinden açıldı ve çocuklar içeri girdiler. Burası ışık saçan, büyülü bir yerdi. Sarayın ortasında kristal bir masa ve üzerinde altın kaplı bir kitap vardı. Tam o sırada yanlarına gülümseyerek Mutluluk Ülkesinin kralı, Kral Mutluluk geldi. “Mutluluk Ülkesi ’ne hoş geldiniz, çocuklar!” dedi. Sadece Miraç heyecanla “Hoş bulduk!” diyebildi. Kral Mutluluk, “Mutluluğun sırrını öğrenmek ister misiniz?” diye sordu. Çocuklar başlarını hızla salladı. Kral gülümseyerek konuşmaya başladı:

1.     Mutluluk, başkalarına iyilik yapmakla başlar. 2-İyilik yaparken karşılık beklememelisiniz. 3- İyiliği başkalarıyla paylaşarak yapın ki hem siz hem de başkaları mutlu olsun.

Tam o anda, sarayın pencerelerinden karanlık gölgeler süzülmeye başladı. Gölgeler, salonun içinde dolaşarak ışıkları yavaş yavaş yutuyordu. Kral Mutluluk endişeyle ayağa kalktı. "Karanlık Gölgeler geri döndü! Onlar, insanların umutlarını çalarak güçlenirler," dedi. Miraç, Ali ve Hira birbirlerine baktılar. Kral Mutluluk’un sözlerini hatırlayarak iyilik yaparak gölgeleri yok etmeye karar verdiler. Ancak her iyilik yaptıklarında yeni bir bilmecenin içinde buluyorlardı kendilerini. İlk görevleri, Nehir Vadisi’ndeki üzüntü içindeki kelebeklere yardım etmekti. Renkleri solmuş ve uçmayı unutmuş olan kelebeklere mutluluk getirmeleri gerekiyordu. Üç arkadaş, kelebeklere güzel hikâyeler anlatıp onlarla oyunlar oynayarak renklerini geri kazanmalarını sağladı. Kelebekler yeniden uçmaya başladığında, bir ışık huzmesi belirdi ve gölgeler biraz daha dağıldı. Ancak maceraları daha yeni başlıyordu. Gölgeler, iyiliğin ışığından kaçıyor ama tamamen yok olmuyordu. Üç arkadaş, Karanlık Gölgelerin tamamen yok olması için daha fazla iyilik yapmalı ve yeni bilmeceleri çözmeliydi. Her yeni iyilik, bir bilmecenin kapısını açıyordu. Miraç ve arkadaşları cesaretlerini kaybetmemeye çalışarak, iyiliğin gerçek gücünü hatırladılar. Kral Mutluluk gülümseyerek onlara baktı. "Endişelenmeyin," dedi. "Gerçek iyiliğin gücünü öğrendiğinizde, her şey yoluna girecek ve zamanı geldiğinde güvenli bir şekilde evinize döneceksiniz."

Miraç, Ali ve Hira birbirlerine baktılar. Hâlâ merak içindeydiler ama korkuları azalmıştı. Çünkü burası gerçekten büyülü bir yerdi…

 

Gerçeğe Dönüş

Miraç, omzunda sevgi dolu bir elin sıcaklığını hissederek gözlerini araladı. Annesinin yumuşak sesi kulağında yankılanıyordu: “Miraç, hadi oğlum, uyan.” Başını kaldırdığında, çalışma masasının üzerinde uyuyakaldığını fark etti. Gözleri mahmur bir halde annesine baktı ve uykulu bir sesle mırıldandı: “Mutluluğun sırrı, iyiliği paylaşmak...” Annesi gülümseyerek saçlarını okşadı. “Hadi bakalım, sana çok sevdiğin topalak çorbası yaptım.” Miraç, sevinçle kollarını havaya kaldırdı. “Harika! yaşasınn!” diye neşeyle bağırdı ve annesinin boynuna sarıldı. İşte gerçek mutluluk buydu! Rüyasında gördüğü Kral Mutluluk ’un kurallarını uygulamak istiyordu. Bunun için hemen Ali ve Hira’yı çağırdı ve onlara Yaren’den bahsetti. Üçü birlikte ona nasıl yardım edebileceklerini planladılar. İlk adım olarak annelerinden destek istediler. Zuhal Hanım, Yaren için kıyafet ve yiyeceklerden oluşan bir paket hazırladı. Miraç, paketi alıp küçük kıza götürdüğünde Yaren, gitmeye hazırlanıyordu. Yanına oturan Miraç, paketi ona uzattı. Küçük kız şaşkın gözlerle baktı. Titreyen elleriyle paketi aldı ve fısıldayarak sordu: “Bunları benim için mi getirdin?” Miraç, gülümseyerek başını salladı. “Evet, ama sadece bunlar değil. Ali ve Hira ile birlikte sana ve ailene daha fazla yardım edeceğiz, söz veriyoruz.”

Miraç sözünü tuttu. Üç arkadaş, sitede bir yardım kampanyası başlattı. Kısa sürede herkes seferber oldu. Kıyafetler, oyuncaklar ve yiyecekler toplandı. Site sakinleri, kapıcı dairesini baştan düzenleyerek Yaren ve ailesi için yeni bir yuva haline getirdi. Birkaç hafta sonra Yaren artık okula gidiyor, yeni arkadaşlar ediniyor ve en önemlisi umutla gülümsüyordu. Bir gün, Miraç’ın yanına geldi ve elini tuttu. “Hayatımı değiştirdin. Sana ve arkadaşlarına minnettarım. Artık yeniden hayal kurabiliyorum.”  dedi, Miraç, Yaren’in gözlerindeki ışığa baktı ve gülümsedi.

Bir sabah gökyüzüne baktığında, gri bulutların dağıldığını ve yerini pırıl pırıl bir gün ışığına bıraktığını fark etti. O anda annesinin sözleri yeniden kulağında yankılandı: “İyi olmak, başkalarının acılarını hissetmek, onları anlamak ve her zaman bir el uzatmaktır.” İşte o zaman anladı ki gerçek güç, paylaşmaktan ve iyilik yapmaktan geliyordu. Derin bir nefes aldı, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti. Gökyüzüne bakarken içini sıcacık bir mutluluk kapladı.

Çünkü bazen dünyayı değiştirmek için yalnızca bir gülümseme yeterdi.

 SON

 


28 Eylül 2024 Cumartesi

Utanmayı Unuttuk mu?


 Eskiden büyüklerimiz "Utanmıyorsan, dilediğini yap!" derdi. Çünkü utanmayan insan, her türlü kötülüğü, haksızlığı, ahlaksızlığı yapmaktan çekinmez. Eğer toplum da bu duruma kayıtsız kalıyor ve "Bana değmesin, ne yaparsa yapsın" anlayışıyla yaklaşıyorsa, kötülükler önlenemez hale gelir. Maalesef, bugün de durum böyle.

Geçmişte, insanlar yanlış yapmaktan ve suç işlemekten çekinirdi. Suç işleyen kişi utanır, yüzü kızarırdı. “El âlem ne der?" diye düşünür, vicdanının sesini dinlerdi. Toplumun kınaması, çoğu zaman bir mahkemenin verdiği cezadan daha etkili olurdu. Suçlu kişi, yaptığını gizleyemezdi.

Oysa utanmak, insanın en güzel süsüdür. Utanmak, insanın kalitesini gösterir. Utanan insan saygılıdır, edeplidir, vicdan sahibidir. Merhametli olur hem insanlara hem de doğaya karşı duyarlıdır. Emeği olmayan bir şeye sahip olmayı istemez. Hak ve adaleti gözetir, sorumluluk sahibidir.

Ancak ne yazık ki, bu değerler günümüzde önemini yitiriyor. Utanmak bile utanılacak bir şey haline geldi. Toplum böyle de yöneticiler farklı mı? "Balık baştan kokar" derler. Yönetenlerin haksızlıklara sessiz kalması, suç işleyenlere caydırıcı cezalar vermemesi, toplumu daha da kötüye götürüyor. "Nasıl yaşarsanız öyle yönetilirsiniz" der büyüklerimiz. Artık toplum olarak ne korkumuz ne de utanacak yüzümüz kaldı. Edep, adalet, hak ve hukuk unutuldu.

Her gün haksız yere öldürülen çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Çöp konteynerlerine atılan bebekler, birkaç kuruş için cana kıyan insanlar… Kaza geçirip acı çeken insanları sadece izleyen, yardım etmekten çekinen vicdan yoksunları… Sokak hayvanlarına eziyet eden caniler… İnsanların çöpten yiyecek topladığı görüntüler… Bunlar hepimizin vicdanını sızlatması gereken olaylar. Ama toplum, vicdanını devre dışı bıraktığı sürece bu manzaralar artarak devam edecek.

Artık biz de her şeyimizi paraya adadık. Tüm değerlerimizi paraya endeksledik. Paran varsa değerlisin, yoksan değersizsin. İnsana saygı kalmadı. Merhamet, vicdan, yardımseverlik, paylaşmak unutuldu. Toplum olarak utanmayı unuttuk ve hep birlikte bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete... Haksız mıyım?

 


11 Eylül 2024 Çarşamba

Hüzünler Arasında Gelen Güzellik


Her zaman söylerim, insanın yaşamı tekdüze değildir. Dünya, bir denge üzerine kurulmuştur. İyi ve kötü, güzel ve çirkin, mutlu ve mutsuz, haklı ve haksız... Her biri birbirine zıt gibi görünse de aslında birbirini tamamlayan olaylar ve hikayelerle örülüdür yaşam.

Ancak bu dengeyi toplumumuzda görebilmek neredeyse olanaksız hale geldi. Özellikle son yıllarda toplumumuzda görülen toplumsal çöküş, cehalet temelli bozulmalar bizi öyle yıprattı ki  insanlığımızı sorgular hale geldik. Bu sorunlar beraberinde sıkıntı, stres, kaygı, huzursuzluk, mutsuzluk, sevgisizlik gibi duysal bozulmayı da tetikledi. Adeta sorun yumağı haline gelmiş bir toplum olduk. Hiç bir sorunumuz çözüme ulaştırılmıyor. Günü birlik önlemlerle, etkisiz politikalarla gün kurtarılmaya çalışılıyor.

Çözüme ulaşmayan bu sorunlar içimizde öyle büyük bir bir yara haline geldik ki kendime her fırsatta şu soruyu soruyorum;" biz nasıl bir dönem yaşıyoruz? Acaba bu sıkıntılar ne zaman son bulacak? Ne zaman huzura kavuşacağız? Ne zaman adil, çağdaş eğitimi yakalamış, ekonomik açıdan istikrarlı, refahı yakalamış, ahlaklı, sevgi ve saygının hüküm sürdüğü bir ülke olacağız?" 

Benim fikrimi sorarsanız, “bu çok olanaksız gibi görünüyor.” diye düşünürken hemen ardından, Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim." sözü aklıma geliyor ve yüreğime ferahlık serpiliyor, umutlanıyorum.

Son günlerde hepimizi derinden sarsan olaylara şahit oluyoruz. 8 yaşındaki yavrumuz Narin ve daha binlerce öldürülen istismara uğrayan çocuklarımızın şüpheli ölümü, hayvanların uyutularak katledilmesi, kadın cinayetleri gibi içimizi parçalayan pek çok olay yaşanıyor ülkemizde. Bildiğiniz şeyler bunlar…

Tüm bu sıkıntılar arasında, yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştığım ve dokuz aydır da yayınevleriyle mücadelesini verdiğim Sarı Kulplu Fincan adlı öykü kitabım nihayet çıktı. Herdem yayınevinden çıkan kitabım cumartesi günü elime ulaştı. Birazcık içimi rahatlatmak istediğimdeyse Narin'in masum yüzüyle karşılaştıkça sevinemedim. Yada buruk bir sevinç yaşadım...

Neyse size kitabımdan kısaca bahsetmek isterim. Sarı Kulplu Fincan iki ana öykü ve iki yardımcı öyküden oluşuyor. Konularını gerçek yaşamdan alıyor. İlk öykü olan Bir Düşüş Hikayesi'nde, İstanbul Üniversitesi Makine Mühendisliği öğrencisi Aydın'ın, anne ve babasını bir trafik kazasında kaybetmesiyle başlayan hikayesini ve tek başına hayatta kalma mücadelesini okuyacaksınız. Aydın, Şule adlı bir kıza âşık olur ve evlenir. Ancak Şule'nin lüks düşkünlüğü, Aydın'ın tüm mal varlığını tüketmesine ve entrikalarla her şeyi kendi ailesinin üzerine geçirmesine neden olur… Beş parasız ortada kalan Aydın'ın hüzünlü hikayesi sizleri bekliyor.

İkinci ana öykü olan Sarı Kulplu Fincanın Gözyaşları ise birçok kişiye tanıdık gelecektir… Kaderci bir anlayışla yetiştirilen Ayla ve Şebnem, çocukluk arkadaşıdır. Kadının hor görüldüğü, aşağılandığı, erkeğin üstün olduğu bir kültürde büyürler. Ayla, on yedi yaşında Timuçin adında bir gence âşık olur. Timuçin, Ayla'nın kafasında yerleşmiş olan kaderci, dayatmacı anlayıştan kopması kolay olmamaktadır. Timuçin uzun bir uğraştan sonra Ayla’ya kadın ve erkek eşitliğini, yasa önündeki hak ve sorumlulukları hakkında anlattıkları Ayla'nın kafasını karıştırır. Zamanla Timuçin’in haklı olduğuna inanır ve ailesinin dayatmalarına sevdiği gencin desteğiyle karşı çıkar. İki genç, ailelerinin itirazlarına aldırmadan evlenirler.

Şebnem ise Ayla kadar şanslı değildir. Doğduğu andan itibaren babası tarafından istenmeyen bir çocuk olarak büyütülür. Lise ikinci sınıfta okuldan alınıp, kendisinden sekiz yaş büyük biriyle evlendirilir ve Hollanda’ya gelin gider.Şebnem’in Hollanda’daki zorlu yaşamı, kitapta tüm gerçekliğiyle anlatılıyor.

Ayrıca Türkiye'ye döndüğünde arkadaşı Ayla'yı ziyaret eden Şebnem; Ayla’nın evliliklerinin ilk yıllarında aldığı ve kendileri için sadakatin, mutluluğun simgesi olan sarı kulplu ince belli fincanla içtiği kahve ve devamında Şebnem’in kendi falında gördüğü olumsuzluklar nedeniyle fincanı kırması sonucu yaşanan trajik bir cinayetin Ayla üzerindeki etkisini okuyacaksınız bu kitapta...

Arkadaşlar Sarı Kulplu Fincan kitabım; D&R, Kitapyurdu, İdefix gibi pek çok kitap satış sitelerinde satışta.

Okurlarıma keyifli okumalar dilerim.

 


19 Ağustos 2024 Pazartesi

RABBENA HEP BANA


 Dostoyevski, Budala adlı eserinde, ilk bakışta biraz ağır gelse de şöyle der:

“Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse, herkes gülüyor: ‘Yahu, bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?’ Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor...”

Yüzyıllar önce yaşamış Dostoyevski’nin dönemindeki insan profiliyle bugünkü insanın düşünce, huy ve karakteri ne kadar da birbirine benziyor. Bu da gösteriyor ki insan, dün neyse bugün de o; yarın da aynı kalacakmış gibi görünüyor.

Bu düşüncenin gerçekliğini bakın Nasrettin Hoca fıkrasında görüyoruz.

Bir gün Nasreddin Hoca yol kenarında portakal ağacı dikiyormuş. Gelen geçen de acıyarak bakıyormuş Hocaya. Biri dayanamayıp sormuş: “Hocam, meyvelerini yemeğe ömrün yetmeyecek bir ağacı neden dikiyorsun?” Hoca da doğrulup cevap vermiş: “Ömrümün yetip yetmeyeceğini Allah bilir. Ama ben de, sen de ömrü bu günleri görmeye yetmemiş insanların diktiği fidanların meyvelerini yiyoruz.”

Bu da bize gösteriyor ki insan her dönemde aynı insan. Onun düşüncesini, zihniyetini değiştirmesi için ne yaparsanız boşuna Her ne kadar yıllar, yüzyıllar geçse ve bilim ilerlese de; atların, eşeklerin, develerin yerini arabalar, trenler, uçaklar alsa da; bilgisayar ve internet çağına girmiş olsak da, insanların zihniyetleri değişmediği sürece sorunların çözümünde pek bir ilerleme kaydedilememiştir. Geçmişte yaşananlardan ders alınmamış ve tarih hep tekerrür etmiştir.

Özetle, insanın “Rabbena hep bana” bencilliği her dönemde revaçta. Kimse kimsenin kimsesi olmak istemiyor, kimse kimsenin ne durumda olduğunu bilmek istemiyor, kimse kimseyi umursamıyor! Zaman değişse de, insanlığın yararına geliştirilen teknoloji, bilgisayar ve uzay çağı bile insanın bencilliğini azaltamıyor. Aksine, hırs ve bencillik kol kola girip başarı naraları atıyor.


22 Temmuz 2024 Pazartesi

SARI KULPLU FİNCAN ÇOK YAKINDA OKURLARIYLA!


Daha doğmadan belirlenirmiş insanın kaderi. Sonradan bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmezmiş. Doğmadan belirlenmiş bir kaderin insanın yaşamını nasıl şekillendireceğini merak ederdim. Bu gerçekle yüzleştiğimde, kendimi çaresizce kaderin insafına terk etmiştim. Hayatıma ne şekilde yön vereceğim konusunda herhangi bir etkimin olamayacağını ise baştan kabullenmiştim.

Annemin bozuk plak gibi her fırsatta söylediği: “Yuvayı dişi kuş yapar. Evi çekip çeviren, çocukları yetiştiren kadındır. Yorgun argın işten gelen kocaya hizmet etmek ve ona huzurlu ortamı sağlamak da kadının görevidir..” gibi sözleri zihnime mıh gibi kazınmıştı.

Bu duruma karşı çıkmak, neden böyle olduğunu sorgulamak gibi bir lüksüm yoktu. Bunun aksini düşünmek ve bu fikri değiştirmek aklıma bile gelmezdi. Ta ki on yedi yaşında iken aşık olduğum gencin, bana dayatılan hiç bir öğretinin adil olmadığını söylemesine kadar. Bu genç adamın; " bir yuva kurmanın ve sürdürmenin kadın ve erkek arasında eşit haklara dayandığını" anlatmasıyla duygu ve düşüncelerim kökten sarsılmıştı. Bugüne kadar öğrendiklerimden vazgeçmek benim için hiç kolay olmadı…

 Alıntı yaptığım bu metin, Sarı Kulplu Fincan adlı öykü kitabımdan. Yeni kitabım Sarı Kulplu Fincan okuyucusuyla buluşmak için gün sayıyor.

Düş Batımı ve Bakış Acısı adlı kısmen otobiyografik romanım, Fırçadaki Son Şiir / Bir Orhan Veli Romanı adlı Orhan Veli Kanık'ın yaşam öyküsünü anlattığım kurmaca biyografik romanım ve Yolculuk adlı kişisel gelişim tarzındaki kitaplarımdan sonra, beşinci kitabım Sarı Kulplu Fincan adlı kitabım çok yakında okurlarıyla buluşacak. 

Sarı Kulplu Fincan adlı kitabımın türü öyküdür. Kitapta "Bir düşüş hikayesi ve Sarı Kulplu Fincanın Gözyaşları adlı ana öykü, Telefondaki Ses ve Mutluluğu Beklerken adlı yardımcı öyküler bulunmaktadır... Daha fazla spoiler vermek istemiyorum...

Şu an, bebeğini kucağına almayı bekleyen anne gibi çok heyecanlıyım. Kitabı olan arkadaşlarım bilir, bir yazar için kitabı evladı gibi değerlidir. Her ikisinde de büyük bir emek, mücadele, sabır, özveri vardır...


Değerli blog arkadaşlarım şimdi de sizlerle kitabımın arka kapak yazısını paylaşıyorum:

Ayla; mutluluğun ve mutsuzluğun ne anlama geldiğini kavramadan kaderci bir anlayışla büyümüş genç bir kadındır. On yedi yaşında iken Timuçin'e âşık olduğunda gerçek mutluluğu tatmış ve içindeki farklı duyguları keşfetmiştir.

Genç adamın toplumsal normlara meydan okuyan sözleri, Ayla'nın hayata bakış açısını değiştirmiştir. Ona kaderin ötesinde bir dünya keşfetmesini ve kendi kaderini kendisinin değiştirebileceğine olan inancını sağlamıştır.

Evliliklerinin ilk yıllarında, maddi zorluklarla mücadele ettikleri bir zamanda satın aldıkları sarı kulplu özel bir fincan, onlar için mutluluk ve umudu simgeler.
Ancak Ayla'nın okuldan arkadaşı olan Şebnem'in ziyareti sırasında yaşanan korkunç bir olay, bu mutluluk sembolünü paramparça eder.

Şebnem'in kendi falında gördüğü olumsuzluklar sebebiyle fincanı fırlatarak kırmasıyla yaşanan trajik bir cinayetin ardından, Ayla'nın hayatı altüst olur. Ancak bu olay, ona mutluluğun ve mutsuzluğun arasındaki ince çizgiyi hatırlatır.

Bu hikâyede, mutluluğun kırılgan doğasını ve yaşamın beklenmedik dönemeçlerini keşfedeceksiniz. Aşkın, umudun ve trajedinin iç içe geçtiği bu hikâye, sizi duygusal bir yolculuğa çıkaracak.

“Sarı Kulplu Fincan" sizi, mutluluğun ve mutsuzluğun arasındaki dengeyi sorgulamaya ve hayatın karmaşıklığını keşfetmeye davet ediyor.

Siz bu keşfe var mısınız?

Özetle, Sarı Kulplu Fincan kitabımın tüm okurlarıma hayırlı olmasını ve keyifle okumalarını diliyorum.

Hanife Mert

18 Nisan 2024 Perşembe

Halimiz Ortada


 

Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kaptırdık ki; ne eş-dost -arkadaş, ne akraba, ne yaşlı, ne büyük- küçük umurumuzda bile olmuyor artık.

Umurumuzda olmuyor derken yanlış anlaşılmasın. Kendimizi yaşam denilen bu keşmekeşte öylesine kaybettik ki, akıl edemiyoruz  diyelim sadece.  Hoş aklımıza gelse de şu yaşam kaygısı ruhen ve bedenen öylesine sardı ki benliğimizi, kimseyi düşünecek takatimiz kalmıyor... Konumuz bu değil tabii.

Sevdiğim bir arkadaşımdı arayan kişi. Geçmişe dair pek çok güzel anılarımız vardı. Lisede, üniversitede birlikte okuduk. Aşağı yukarı aynı dönemde çalışma hayatına başladık, aynı dönemde evlendik ve yaklaşık aynı dönemde de emekli olduk. 

Arkadaşımın sohbetini severim. Hani, "gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül sohbet ister, kahve bahane." cinsinden, sohbet etmesini iyi bilen biri. O, hem konuşmasını hem de dinlemesini bilir. Yani, her lafa maydanoz olan, fikri olsa da olmasa da konuşmaya çalışan, ancak karşıdakini dinlemeye tahammülü olmayan, yalnızca ben konuşayım, beni dinlesinler mizacında olanlardan değil.

Sohbet kısa bir hal hatırın ardından, yönünü direkt tüm sohbetlerin ortak noktası olan ekonomiye çevirdi. Artık kimse öyle iyi misin? Hoş musun? Derdin sıkıntın var mı? diye sormuyor. Öyle laf lafı da açmıyor artık. Çünkü sorun tek ve ortak... Konu,  sebze- meyve fiyatları, et fiyatları, elektrik –doğal gaz faturaları, benzine-mazota- motorine gelen zamlar ve enflasyonun hız kesmeyen yükselişi... Doğal olarak da yılbaşında aldığı zammın aynı ay içinde erittiği  cebindeki paradan dert yanmaya başlıyor insan.

Artık günümüzde ekonomist olmak için öyle yıllarca üniversitelerin iktisat- işletme fakültelerinde dirsek çürütmeye gerek kalmadı. Türkiye'de yaşamanız yeterli... Şartlar size kafanıza vura vura öğretir ekonomiyi...

Arkadaşımla geçmişle bugünü karşılaştırdık. Emekli olduğumuz dönemlerde aldığımız emeklilik tazminatıyla rahatlıkla orta halli bir ev ve ikinci el bir de araba alınırdı. Şimdi öyle mi? Eşimden biliyorum, Ağustosta emekli oldu. Aldığı tazminatla bunların hiç birinin yanına bile yaklaşılmadı...

Arkadaşım çok endişeliydi. Çünkü onun bu sorunlarının yanında bir de üniversitede okuyan bir oğlu vardı. Eşiyle birlikte aldığı pula dönen emekli maaşıyla nasıl zorlandığını ve zaman içinde nasıl zorlanacağını düşünüyordu kara kara. O haklıydı... İlkokul, ortaokul ve lisede bile çok zorken, üniversitede çocuk okutmak ailelerin iyice belini kıracağa benziyor... 

Bu sorunları aşıp okulu bitirse bile karşılığında işsizler ordusuna dahil olduktan sonra, ne kıymeti var diyesi geliyor insanın. Ama çıkmayan candan umut kesilmezmiş. Bizler elimizden geldiği hatta gelmediği kadar bile olsa mücadeleye devam etmek zorundayız. Pes etmek bize yakışmaz.

Arkadaşımla uzun ancak keyifli demeyim de kaliteli bir dertleşme yaptık. Yine de laf lafı açtı. Eee sorun ortak. Çözüm olamasak da sıkıntımızı paylaştık. Eskilerin dediği gibi, sıkıntılar paylaşılırsa hafiflermiş ya...

Zaten bizde sorun bitmez. Hani deveye sormuşlar; "Neden boynun eğri?" diye, o da "nerem doğru ki?" demiş ya, işte öyle bir şey bizde haller durumlar.

Okurlarıma sevgilerimle,

Hanife Mert

10 Ocak 2023 Salı

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!




Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. Sebebine gelince; kısmen özel ancak temelde genel...

Bildiğiniz gibi insan yaşamı tek düze değildir. İnsanın kimi zaman sevinç, kimi zaman hüzün, kimi zaman da tatlı heyecanlar yaşayacağı gibi, vicdanını sızlatacak, canını acıtacak, hatta kanını donduracak kadar üzüntü, öfke yaşaması da muhtemel... Ülkemizin içinde bulunduğu durum hepinizce malum. Onları tekrar dillendirmeye ne gerek var...

 Benimle ilgili olan değişimden bahsedeyim sizlere. Fırçadaki Son Şiir/ Bir Orhan Veli Romanı adlı kurmaca biyografik romanımı biliyorsunuz. Geçen yıl temmuz ayında çıkarmıştım. Ardından vakit kaybetmeden dördüncü kitabımın hazırlıklarına başladım. "Bu ne acele? Ardından atlı mı kovalıyor? diye düşünebilirsiniz. Bu durum sanırım edebiyat dünyasına geç girmiş olmanın eksiğini hissediyor olmamdan kaynaklı olsa gerek.

Düş Batımı, Bakış Acısı ve Fırçadaki Son Şiir kitaplarımda olduğu gibi  "Yolculuk"  kitabımın da yayımlatma süreci beni oldukça zorladı. İnanın ülkemizde kitap çıkartmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor. Her şeyde olduğu gibi artık yayınevleri de işi ticarete dökmüşler. Kitap basımı için istedikleri paraları duysanız dudaklarınız uçaklar. Onların benden istedikleri parayla biz şuan ki  oturduğumuz evi satın almıştık. Varın ötesini siz düşünün...

Yayınevlerinin istediği parayı ödemedim tabi ki. Bunun olanağı yoktu. Aralarında vicdanlı yayınevleri de yok değil hani. Uyanış Yayınevi bunlardan biriydi. Makul bir sözleşmeyle anlaştık. Tabi bu arada benim sevincime diyecek yoktu...

Kitabım 22 Aralık 2022'de raflardaki yerini aldı. Çiçeği burnundaki yeni kitabım "Yolculuk" diğerlerinden farklı olarak kişisel gelişim tadında bir kitap. Bu kitabı yazma nedenimden kısaca bahsedeyim. Toplum olarak, bireyler olarak hayat gailesine öylesine kaptırdık ki, “kendimizi” unuttuk... Yaşamın amacını  sadece yemek yemek, para kazanmak, işte çalışmak ve günlük rutine bağladığımız işleri yapmak olarak algıladık ve bundan öteye gidemedik.

 Oysa yaşamımızı sağlıklı bir şekilde sürdürmek için, sağlıklı bir ruh yapısına ihtiyacımız vardır.  Bunun için se kendimize zaman ayırarak vicdanımızın sesini dinlemek, ruhumuzu dinlendirmek, onun isteklerine kulak vermek gerekir. Yaşamı anlamlı kılmanın temel nedeni sağlıklı bir ruh yapısına sahip olmak  değil mi? Bu yaşam şartlarında pek olası gibi gözükmese de olanaksız değildir...

Ben de bu düşünceyle okurlarıma nefes aldırmak amacıyla “Yolculuk” kitabımda kişiye kendine yönelmesini, kendini tanımasını, kendisine zaman ayırmasını, kendini sevmesi ve kendisiyle barışık yaşaması için kapı aralamaya çalıştım. Anlayacağınız bu kitapla okur kendi iç dünyasına yolculuk yapacak...

Kitabımı  yaşanmış öykülerden kurguladım, filozofların sözleriyle de süslemeye çalıştım. Uyanış Yayınevinden çıktı. 160 sayfalık çabuk okunabilecek bir kitap. Kişisel gelişim kitaplarını sevenlerin beğenebileceği bir kitap diye düşünüyorum.

Tekrar aranızda olmaktan mutluluk duydum.

 Yolculuk Kitabı Arka Kapak Yazısı:

Hani bazen hayat üzerimize  çöreklenir de  nefes alamaz hale geliriz ya, her şey üst üste gelmiştir. Bundan dolayı iç dünyamızda tarif edemeyeceğimiz sıkıntılar, hüzünler yaşarız. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen, içimizden hiçbir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz. Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani... Bizi tanıyan bilen olmayan bir yere kaçıp gizlenmek, yok olmak isteriz.  

Bu düşünce insanın kendinden kaçma isteğidir. Peki ama insan kendinden kaçabilir mi? Ya da insan neden kendinden kaçmak ister?

İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, onun yaşadığı toplumun dayattığı yaşam tarzı ve devamında oluşan duygu birikiminin insan ruhunda yarattığı olumsuz etkinin bir sonucudur.

Her insan, hayatını kendi istediği şekilde özgürce yaşamak, onu istediği gibi düzenlemek ve denetlemek ister. Peki kaçımız yaşamak istediğimiz hayatı yaşama cesaretini  gösterebiliyoruz? Yaşadığımız hayat gerçekte yaşamak istediğimiz hayat mı? Hayatımızla ilgili verdiğimiz kararlarda özgür müyüz?

İşte tüm bu ve benzer soruların yanıtını bu kitapta bulacaksınız. Ayrıca bu kitapta okurlarıma; iç dünyasına yolculuk yaptırarak oradaki kendini tanımasına, anlamasına, sevmesine ve kendisiyle barışarak, mutlu yaşaması için bir kapı aralamaya çalıştım. Peki siz  kendinizi tanımaya, anlamaya ve sevmeye var mısınız?



 

 

 


Göklerden Gelen İyilik- Çocuk Öyküsü

                        Seni Yarattım Okuldan eve dönerken zihninde tek bir ifade yankılanıyordu:  "Seni Yarattım!"  Bu ifade,...