22 Nisan 2012 Pazar

Acının Gizlediği Armağan..


Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden sağ kurtulan adamı, dalgalar küçük, ıssız bir adaya kadar sürükledi.Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allah (c.c.)'a yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden…
Daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklardan bir kulübe yaptı. Sahilde bulduğu, gemiden arta kalan konserve, pusula gibi eşyaları bu kulübeye koydu.
Günler hep aynı şekilde geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah (c.c.)'a dua ediyordu. Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü. Duman, dans ede ede göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu.
Keder ve öfke içinde donakaldı. Şimdi bu ıssız adada, başını sokabileceği bir kulübe bile kalmamıştı. "Allah (c.c.)'ım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti. O geceyi keder ve üzüntü içinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde, başına bu olay geldiği için sitemler etti.
Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı!
Bitkin adam kendisini kurtaranlara sordu;
"Benim burada olduğumu nasıl anladınız?"
Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı:
"Dumanla verdiğiniz işareti gördük!"

Canımızı sıkan, gözyaşlarımızı inci gibi döküveren olaylar sessiz bir kurtuluş çağrısı, bir mutluluk davetiyesi belki de… İlk bakışta dayanılmaz gelen acı anlar, sonrasında kalbimizi kuş gibi hafifleten, ruhumuzu ısıtan tatlı tecrübelere dönüşüyor. Aydınlıkta seçemeyeceğimiz bir ışık, karanlık basınca fenerimiz oluyor. Keyfimiz yerindeyken burun kıvırdığımız tavsiyeler, yaslı anlarımızda imdadımıza yetişiyor. İyilik hallerinde sırt çevirdiklerimiz, zor anlarda sırtımızı dayadıklarımız oluyor.
Hikayede yanan kulübenin dumanıyla kurtuluş umudunun yeşermesi gibi, yaşamımızda ki; kırık dökükler, yıkıntı ve ziyanlar, kayıp ve yenilgiler yenilenmenin, yeniden doğuşun tohumlarını ekiyor aslında…
Acı, derinlerinde gizlenen tatlı hediyelerle dolu. Yapmamız gereken, acıyla barışıp onu çözümlemek, gizlediği armağanı kalbimize buyur etmek…



21 Nisan 2012 Cumartesi

Ne Ağlarsın Benim Zülfü Siyahım- Hikayesi de Türkü kadar hüzünlü







Türkü kadar hikayesi de hüzün yüklü.


Erkan Mumcu anlatıyor:


"Hayatımın en enteresan hikayelerinden bir tanesidir. Üniversite birinci sınıf öğrencisiydim. Eniştemin evinde kalıyorum. 12 Eylül'ün en ateşli zamanları. Apartmanda da Perran Kutman'ın babası Rıdvan Amca oturuyor. En beyefendi insanlardan bir tanesiydi. Rıdvan Amca müziğe merakımı bildiği için beni Asik Daimi'yle tanıştırdı. Bir gün karşıdaki mobilya atölyesinin kepenklerine bir pankart asıldı. "Kazım'ın intikamını alacak" gibi bir şeydi. Jandarmalar gelip, sokağı kapattılar.


Pankartı alıp götürdüler. Sonraki bir akşam rahmetli Aşık Daimi, Rıdvan Amca, eniştem ve ben Fatih'te bir lokantaya gittik. Orada kafa çekecekler. Lokantaya Arif Sag geldi, Aşık Daimi'ye hürmet gösterdi. Birden Daimi'nin "ne ağlarsın benim zülfi siyahım, bu da gelir bu da geçer ağlama" türküsü çalınmaya başladı. Masada buz gibi bir hava esti. Herkes sustu. O gün pankarta adı yazılan Kazım, Daimi'nin oğluymuş ve çatışmada öldürülmüş. Bu türküyü de oğlunun ölümünden sonra eşine yazmış. Hala dinlerken tüylerim diken diken olur." 


Türkünün Sözleri

Ne Ağlarsın Benim Zülfü Siyahım,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.
Göklere Erişti Figânım Ahım, 
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

Bir Gülün Çevresi Dikendir Hardır, 
Bülbül Har Elinde Ah İle Zardır.
Ne Olsa Da Kışın Sonu Bahardır,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

Daimi'yem Her Can Ermez Bu Sırra,
Gerçek Aşık Olan Erer O Nûra. 
Yusuf Sabır İle Vardı Mısır’a,
Bu Da Gelir Bu Da Geçer Ağlama.

Aşık Daimi


Türkülerimiz Özümüzdür. Çünkü türküler ihanet etmez insana, çünkü özü şiirlerden gelir şiirlerin özü şairlerden, şairlerin özü aşktan gelir, halktan gelir .Aşk ise halkın ta kendısıdır.İnsan kendisine ihanet etmez... türkülerimiz en temiz yanımızdır... Daha önceki bloğumda olduğu gibi zaman zaman türkülerimiz ve hikayelerini bu bölümde paylaşmayı düşünüyorum...

19 Nisan 2012 Perşembe

Dürüstlük..


Toplantıya gideceğim.Baktım geç kalma ihtimalim var,bindim bir taksiye,muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum.Tam işyerinin önüne geldik.Ankara'da Bakanlıklar.Taksi parası 9.75 TL tuttu,ben 10 TL uzattım.Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya,taksici üstünü arıyormuş gibi yapar,siz de para üstünü alabılmek için bir ayak dışarda,inmemek için debelenirsiniz.Tam o sahne olacak.Şoför,para üstü varmı diye aranmaya başladı.
"Üstü kalsın kardeşim"dedim.

Döndü bana doğru
"Vaktin varmı ağabey ?" dedi. 
"Evet" dedim (tek ayağım hala dışarda) 
Dörtlülere bastı,trafik dört şerit akıyor,indi araçtan.Önde bir büfe var.Gitti oraya,bir şeyler konuşup geldi.Bana 25 Krş uzattı.Belli ki para bozdurmuş. 
"Birader" dedim,"9.75 değil,10.50 yazsa, istermiydin 50 kuruşu benden?" 
-Ne alacağım ağabey 50 krş.u 
-Peki niye gittin 25 krş.için o kadar uğraştın.üstü kalsın demiştim. 
Döndü bana,attı kolunu arkaya : 
-Vaktin varmı ağabey?
-Var.
-Çek kapıyı o zaman. 
Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.
5 dk.konuştuk.İngiltere'de profösüründen,bilmem kiminden eğitimler aldım.O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini,ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.
Ağabey biz Keçiören'de 5 kardeşiz.Babam rençberdi benim,günlük yevmiyeye giderdi;artık inşaat falan bulursa çalışır gelir,o gün iş bulamamışsa,biz eve gelişinden,yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik.Yemek bitince babam bize"Durun kalkmayın" derdi.Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı. 
"Aha" dedim,"Bizim meslek", -seminerci. 
- Ne anlatırdı baban 
- Hayattta nasıl başarılı olunur ?
O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor,sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.
-Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi,delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır,dört kardeşi karşısına alıp "Dürüst olun,evinize haram lokma sokmayın" diye anlatırken ,biz de gülerdik. Annem kızardı,"Babanızla alay etmeyin.O, hem dürüst hem de çalışkandır" derdi. Yan evde iki kardeiş var,onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor,ama adamda her numara vardı,kumar falan oynatırdı.Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı,hep o ikisinin eskilerini kullandık.O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık,çünkü bize bahşiş verirdi.Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye,para falan hak getire.Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü.yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman,işleyen birahane,dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyormusunuz ? 
-Ne bıraktı ? 
-Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : "Evladım işinizi dürüst yapın ,hakkınız olmayan parayı almayın..."falan filan. Ağabey aradan 15 yıl geçti,diğer 2 kardeş cezaevindeler,ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı.
Biz 5 kardeş,beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi,çoluk çocuğu,hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :
"Asıl mirası bizim baba bırakmış." 
Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri,taksimetrenin yazmadığı 10 krş.u evimize sokmadık.Her şeyimiz var Allah'a şükür. 
Çok duygulandım,veda ettim,tam ineceğim :
-Dur ağabey,asıl bomba şimdi. 
-Nedir bomban ? 
-Nerede oturuyoruz biliyormusun ? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.
Evladınıza ne araba bırakırsınız,ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.
.......................................
(A.Şerif İzgören kitabından) 



18 Nisan 2012 Çarşamba

17 Nisan 2012 Salı

Üzülürsün!!

Image Hosted by ImageShack.us

Cahil ile dost olma: İlim bilmez, irfan bilmez, söz bilmez; üzülürsün….
Saygısızla dost olma: Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün.
Aç gözlü ile dost olma: İkram bilmez, kural bilmez, doymak bilmez; üzülürsün,
Görgüsüzle dost olma: Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün.
Kibirliyle dost olma: Hal bilmez, ahval bilmez, gönül bilmez; üzülürsün.
Ukalayla dost olma: Çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün.
Namertle dost olma: Mertlik bilmez, yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün.
 
— İlim bil, irfan bil, söz bil.
— İkram bil, kural bil, doyum bil.
— Usul bil, adap bil, sınır bil.
— Yol bil, yordam bil.
— Hal bil, ahval bil, gönül bil.
— Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma.
— Mert ol, yürekli ol.
— Kimsenin umudunu kırma.
 
Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana.
[ Şeyh Edebali ]

15 Nisan 2012 Pazar

İşte ! Hayat Böyle Bir Şey


Sonu belli olmayan bir yoldur hayat. Önümüze  ne zaman, neyin çıkaracağını bilemeyiz. Bazen kolayca yol alabileceğimiz gibi, bazen engeller aşarak geçeriz hayat yolundan. Kimi zaman düz ve zorlanmadan, kimi zaman da bizi düşürmeye çalışan taşlı yollardan geçeriz,canımızı yakan dikenli yollardan ve keskin virajlardan da..

Bu yolda karşılaştıklarımız, kimi zaman keyif aldırır, kimi zaman da keşke, başka kestirme yollar  mı  deneseydim? Diye düşündürür insana.

Yaşadıklarımız, düşüncelerimiz, tecrübelerimiz ve düşlerimizle yol alırız.Ayrıca bu yolculukta bizi yalnız bırakmayan üç şey daha vardır; gerçekleştirmeyi dilediğimiz hayallerimiz,ulaşmamızı bekleyen hedeflerimiz ve bizi biz yapan değerlerimiz!
Bunlar hayat yolculuğunda sırtımızda taşıdığımız çantamızdadır.

Olumsuzluklar,başarısızlıklar, kırılan ümitler,üzüntüler çantamızdaki yükümüzü ağırlaştırırken, sevinçler, başarılar, mutluluklar ve gerçekleştirdiğimiz hayallerimiz de bir o kadar yükümüzü hafifletir.

Ruhumuzu hafifletmek için ise, öncelikle hayatımızda her şeyin yolunda gitmesini sağlamak gerekir.Örneğin iş hayatımızda verimli üretken ve başarılı bir konumda olmak. Duygusal anlamda, sevgiyi ön plana çıkarmak, sevmek ve sevilmek, yaşam standartlarımızın iyi olması. Bunlar yükümüzü hafifletirken mutluluğu da iliştiriverir duygularımıza.

Bunların gerçekleştirilmesi için farkına varılması gereken şey  nedir biliyor musunuz? İstediğimiz, ulaşmak istediğimiz her neyse, onu gerçekleştirebilmek için gerekli her şeyin ‘insanın kendi elinde’ olduğunu anlaması. İşte bununla başlıyor her şey.

Yapmak istediklerimizin peşine düşmek! Bu uğurda zorluklar, engeller, önümüze çıkan her ne varsa sabırla, kararlılıkla,azimle  ve inançla mücadele etmek.
 ‘Bu çok  kolay değil  belki... Hatta hiç kolay değil! Zaten önemli olan zoru başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen şeye ulaşıldığında duyulan mutluluğu tarif edebilmek mümkün mü?.. Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o istediğimiz şeye ulşmanın  kıymetini anlayabilir miydik?
Her karşılaşılan engelde, zorlukta vazgeçmek yerine ‘olay daha bitmedi’ diyerek mücadeleye ve yola yeniden devam etmek. Yılmadan, yorulmadan…

Bunu da doğruluğun başarısı için savaşarak yapmak. Edindiğimiz misyon doğrultusunda anlamlı bir hayat sürerek, yaşamın farkına vararak… Ki bunlar yapıldığı takdirde emin olun ki durdurulmamız mümkün değildir.

Hayat yolunda görülenler, yaşananlar önderliğinde; öğrenmeye, öğretmeye, başarmaya devam etmek de önemli esaslarımızdan biri aslında. Bu üçlüye inanarak, kalbinizin sesini de eklediniz mi bir bakın neler oluyor? Hemen söyleyeyim. Bu levhalar doğrultusunda ilerlediğimizde; hayat yolculuğunda mola verdiğimiz duraklarda, gördüklerimiz bizi öyle mutlu eder ki… İşte o zaman dünyaya bir iz bırakmak isteriz. Hayatın bizim üzerimizde bıraktığı olumlu yada olumsuz izlere adeta misilleme yapmak isteriz.

İz bırakmaktan maksat,önemli olan  hayatımızda ve bizim kesiştiğimiz hayatlarda güzel, güzel olduğu kadar da anlamlı izler bırakmak..
Güzel, anlamlı iz bırakan insan ya da kişiler varsa hayatımızda, aldığımız nefesin anlamı bile başkalaşır. Daha sıkı yapışırız yaşama.Bu insanları bırakmak istemeyiz. 

Hayatı bir bütün olarak her şeyini olduğu gibi kabul etmeli.Tıpkı, hani gök gürler, şimşekler çakar da arkasından, yağmur yağar ya peşinden…

İşte! Hayat böyle bir şey..





14 Nisan 2012 Cumartesi

Tohumun içindeki ormanı görüyor musunuz?

“Işıklar söndü, film başladı…

Perdede yalnızca iki el vardı. Minik bir el büyük bir eli tutmaya çalışıyordu. Sonra renkler zayıflamaya, görüntü silikleşmeye başladı. Bulanık bir hayal haline gelen bu film karesinin ardından peş peşe başka film kareleri geliyordu.
İlk karede tabancalı bir el, yaşlı bir kadının şakağına uzanmıştı.
İkinci karede bir el, damardan eroin enjekte ediyordu.
Üçüncü karede bir el, saatli bombanın vaktini ayarlıyordu.
Dördüncü karede bir el, başka bir elden zarf içinde yüklüce parayı alıyordu.
Beşinci karede bir el, kasanın şifresini kurcalıyordu.
Altıncı karede bir el, kendine uzanan başka bir eli itiyordu.
Yedinci karede bir el….
Renkler tekrar canlandı, görüntü netleşti. Perdede yalnızca iki el kaldı. Minik bir el, büyük bir eli tutmaya çalışıyordu…
Bütün olumsuzluklar ve acılar, uzanan bu elin tutulmamasından kaynaklandı. O eli zamanında tutmayanlar, tutacak bir el aradıklarında elleri boşlukta kalanlardı….”
 Eller boşlukta kalmamalı…!
 Cinayet işleyen eller, bir zamanlar küçük küçücük değil miydi?
Tiner kokan eller, bir zamanlar dünyanın en tatlı kokusu olan bebek kokusuyla, bir annenin omzunda uyumuyor muydu?
O kanlı eller bir zamanlar süt kokmuyor muydu?
O küfür eden ağızlar bir zamanlar acıkınca “mama” susayınca “su”, zoraki anne baba demiyor muydu?
O ellere ne oldu bugün?
Kim verdi o ellere silahları?
Kim verdi o ellere tineri?
Kim verdi o ellere bıçağı?
Kim öğretti o ağızlara küfür etmeyi?
Kim sahipsiz bıraktı o elleri?
Dikenin tohumu olmaz! Diken, boş bırakılan bahçede kendiliğinden yetişir. Ev denilen o bahçede, okul denilen o bahçede, sınıf denilen o bahçede çiçek yetiştirmek için ter dökmeyenler, dikenlerin arasında yürümek zorunda kalıyor. “Ayaklarımıza batan dikenler ya bizim ektiklerimizdendir, ya da biçmediklerimizden” sözü yalan mı?
Anne babalar öğretmenleri, öğretmenler anne babaları suçlamaktan vazgeçmeli. Herkes kendisine en yakın ellere uzanmalı. Eller boşlukta kalmamalı! Boşlukta kalan ellerin toplumu ne hale getiriyor görüyoruz.
Anne baba evlatlarının, öğretmenler Öğrencilerinin gözlerinin içine bakarken bu ülkenin geleceğine bakıyormuş gibi bakmalı.
Öğrencilerimizin gözlerinin içine bakarken bu ülkenin geleceğine bakıyormuş gibi bakmalıyız.
Bir âdem bir alem değil mi?
Bir insanla ilgilenirken, insanlıkla ilgileniyormuş gibi ilgilenmek zorunda değil miyiz?
Bir öğrencinin elinden tutarken, dünyanın elinden tutar gibi tutmak zorunda değil miyiz?
Bir öğrencinin derdiyle ilgilenirken, dünyanın derdiyle ilgileniyormuş gibi ilgilenmek zorunda değil miyiz?
Bir sınıfta ders anlatırken, dünya bizi dinliyormuş gibi ders anlatmak zorunda değil miyiz?
  Yanan ormanlara bakarken, diken dolu bahçelerde dolaşırken, ben mi küçük bir tohumu abartıyorum?
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın
Hedefe varmayan mızrak utansın
Koşmana bak sen, hey gidi küheylan
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın”
Sözlerini yazan Necip Fazıl Kısakürek, küçük bir tohumu çok mu abartıyordu acaba?
 Bir elmanın yüreğinde gizlenen tohum, görülmez bir elma bahçesidir.
Öğretmen tohumun içindeki ormanı görebilen insandır.

alıntı









Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...