27 Şubat 2016 Cumartesi

ARKADAŞLARIM BENİ ARKADAŞLIKTAN ÇIKARIYORLAR MI YOKSA? ...:)




Merhaba Arkadaşlar,

Benim bloğumdaki arkadaş sayım günden güne azalıyor. Sebebini bilen var mı? Sebebi yine geçenki gibi teknik bir sebep mi, yoksa gerçekten arkadaşlarım beni arkadaşlıktan çıkarıyor mu?

Merak ettim doğrusu... Bilgisi olan açıklarsa sevinirim.


Hanife MERT

20 Şubat 2016 Cumartesi

Söylesem Tesiri Yok Sussam Gönül Razı Değil





Söylenecek sözlerin çokluğu, insanı bazen dilsiz yapıyor. Konuşamaz oluyorsun. Kızgınlığını, küskünlüğünü, kırgınlığını, üzüntünü, kederini, çaresizliğini yüreğine gömüp tüm çığlıkların sessizleşiyor. Bazen de "söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil" modundayım.
  

   Ne zordur için kan ağlarken çığlıklarını yüreğine gömmek. Tıpkı caniler tarafından parçalanmış masum bedenlerin kızamaz hesap soramaz olması gibi. Tıpkı gözlerinden boncuk boncuk akan yaşı silemeyen bir yetimin çaresizliği gibi. Yavrusunu, eşini, kardeşini, sevdiğini kahpe bir canlı bombanın parçaları arasında kaybeden ananın, babanın, kardeşin, eşin, sevgilinin, arkadaşın haykırışlarının semaları inleten ahları vahları gibi... “Beş dakikaya evdeyim" deyip gelemeyenler ve hiç gelemeyecekler. Hayat hikayeleri yarım kalanlar. Geride bıraktıklarını ömürlerinin sonuna kadar acı içinde yaşatacaklar...
  İşte böyle musibetler ortaya koyuyor eksiğimizi, yanlışlarımızı, kusurlarımızı. Keşke bu acılara sebep olan yanlışlar, ihmaller önceden tahmin edilerek önlemler alınabilseydi. Maalesef keşkeler sorunu çözmüyor...
  

  Ne çok acılar yaşadık, topluca ne çok canlar verdik toprağa. Öncesini söylemiyorum. Çok yakın zamanda, ramazan bayramından beri ülkemiz kan gölüne döndü. Kahpece şehit edilen Mehmetçiklerimizin, polislerimizin, korucularımızın, öldürülen masum insanların, çocukların haddi hesabı yok...
   Cennet vatanımızın bu hale gelmesinden, terörün tırmanıp şehirlere kadar inmesinden, suçsuz günahsız insanların, gencecik fidanlarımızın gençliklerinin baharında hayatlarının son bulmasından kanlarının son damlasına kadar en az insanlıkla uzaktan yakından alakaları olmayan caniler kadar, bunlara prim veren, açılım saçılım yalanıyla, adına çözüm süreci diyerek uyguladıkları yanlış politikalarla şımaran ve semirip palazlanmalarına fırsat veren basiretsiz, sorumsuz, milletin meclisini işgal eden yöneticiler ve yandaşları da sorumludur. Halkın karşısına geçerek terörü lanetlemek onları sorumluluktan asla kurtarmayacaktır.

  Vatan için ölmek elbette kutsaldır; fakat esas olan ölmeden yaşayarak vatanı sevmek sevdirmektir. Siyasilerimizin asıl amacı, askerlerimizi, tüm güvenlik güçlerimizi yaşatarak yurdunu sevdirmek olmalı. Onları ölüme göndererek vatan sevdirilmez.
 
Ancak bunu idrak ettiklerinde görevlerini tam olarak icra etmiş olacaklardır; aksi halde, bunca şehidin, suçsuz günahsız insanların vebali üstlerinde bir "kan lekesi" gibi iz bırakacaktır... 
  Çocukluğumuzda, mahallemizde yakın komşularımızdan tanıdıklardan veya akrabalardan birinde cenaze olduğu zaman annem bize evde televizyon, radyo, teyp gibi eğlenceyi çağrıştıran aletleri açtırmazdı. Cenaze evine saygısızlık olur der biz de onlarla birlikte üç gün yas tutardık. Ne güzeldi bizim örflerimiz adetlerimiz. İnsanların birbirlerine, acılarına, yaslarına saygı duyması.
Şimdi bırakın mahalleyi komşuyu, ülkemin her yeri yangın yerine dönmüşken, onca masum insanımız, onca Mehmetçiklerimiz, polisimiz şehit olurken, tv lerde abuk subuk eğlence, evlendirme, yarışma proğramlarının ara vermeden sürmesi ve en acısı da tepkisiz kalanların durumu, aklımıza insanlığımızın ve toplum olma bilincinin ne kadar zayıfladığını getirmekte.

  Şehitlerimiz yürek yakan hikayeleri ile aramızdan ayrıldılar. Bizler ise o güzel insanlarımızın gösterdiği cesareti göstererek, bu zor günlerde millet olarak birbirimize kenetlenmeli. Ümidini kaybetmeden, şucu, bucu ayırımına girmeden, farklılıkları ötekileştirmeden, birlik ve beraberlik içinde, Çanakkale ve kurtuluş savaşı ruhunu tekrar canlandırmak ve vatanımıza sahip çıkmaktan başka çaremiz olmadığının bilincinde hareket etmeli. Teröre karşı uyanık olmalı, birlik ve beraberliğimize her zamankinden daha sıkı sarılmalıyız...
 
   Bu acıların son olmasını, artık cennet gibi güzel ülkemde insanların yok yere pisi pisine ölmesini engelleyecek önlemlerin en kısa zamanda alınmasını ve insana saygının, adaletin, hak ve hukukun, güven içinde yaşamanın her şeyden önemli ve öncelikli olduğu bilincinin yaygınlaşmasını diliyor ve umut ediyorum.

Bu bağlamda tüm şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun.


Hanife Mert

15 Şubat 2016 Pazartesi

Hatır Artık Hatıralarda mı? (NOSTALJİK PAZARTESİ)

Artık düğünü de yaptık. O yorgunluk, yoğunluk, kalabalıklık  yerini sakinliğe sessizliğe dinginliğe bıraktı. Ne düşünüyorum, ya da üzgün müyüm? diye sorarsanız. Pek bir şey anlamadım. Zira kızım Merve üniversitede okuduğu için yaklaşık 5 yıldır bizden uzakta idi. Sadece tatillerde birlikte olabiliyorduk. Şimdiden sonra eşiyle birlikte   tahsillerine  Japonya'da devam edecekler. Henüz gitmediler... 
 Şimdi pek bir şey anlamasam da, sanırım  O Japonya'ya gittiğinde  beni üzecek gibi görünüyor...
 Nişan düğün işleri derken bloğuma konsantre olamadım. Biraz uzak kaldım. Bundan sonra inşaallah düzenli yazılarımla sizlerle oluruz. Bu bağlamda kızımın nezdinde hepimizin evlatlarına hayır başarı ve mutluluk diliyorum.

Bu paylaşımımı Nostaljik pazartesi için 23.7.2013 tarihli yazıma ayırdım. Artık hatır sormaktan bihaber olduğumuz, hal hatır etmekten imtina ettiğimiz bir dönemde hatır sormanın hatır gütmenin" Hatır Artık Hatıralarda mı?" isimli yazımla tekrar hatıralardan çıkması düşüncesi ile paylaştım.


Keyifli okumalar.

Hanife Mert




TIKLA


26 Ocak 2016 Salı

Yeni K. Çalışmamdan Bir Bölüm

...Karışık olan zihnim büyük annemin en son yaptığı çıkışla arap saçına dönmüştü. İki odalı evimizin hol ile oturma odası arasında amaçsızca gidip geldiğimi fark ettim. Büyük annemin söyledikleri zihnimde yankılanıyordu.  
  
   Kendimi çok çaresiz, çok yalnız hissediyordum. Başımı yastığa gömdüm. Gözyaşlarımdan yastığın ıslandığını fark ettim. Neydi bu başıma gelenler, daha babamın acısıyla baş edemezken… Diğer yandan büyük annemin ve dedemin neden böyle davrandığını anlamaya çalışıyordum. Neden bana inanmıyorlardı, neden yapmadığım bir suçla itham ediliyordum ki? Ağlamayı bırakıp düşünmeye başladım. "Ya gerçekten amcama mektup yazıp anlatırlarsa, ya amcam beni buradan götürürse? İşte bu yandığımın resmidir. Eğer köye gidersem okul hayatım da bitmiş demekti. Çünkü köyde kızlar ilkokuldan sonra okutulmaz, 13- 14 yaşlarına geldiğinde kızın fikri alınmadan, gönlünün olup olmadığına bakılmaksızın, büyüklerin uygun bulduğu biriyle evlendirilirdi. Öyle bir durumda benim de sonum o kızlardan farksız olacaktı. Düşünmesi bile korkunçtu.

   Ya annem büyük annemin sözüne inanır, o da beni köye göndermek isterse..? Gecenin bir yarısı olmuşu. Herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken, ben ardı arkası kesilmeyen düşüncelerle boğuşuyordum.
  

   Biraz nefes almak içimdeki karanlığa bir nebze ışık olması düşüncesi ile lambayı söndürdüm. Pencerenin perdesini hafif araladım, bir müddet dışarıyı seyrettim.
  

   Etraf zifiri karanlığa bürünmüştü. Gökyüzünde tek bir yıldız görünmüyordu. Ortalığı evimizin az ilerisinde yanan sokak lambasının loş ışığı aydınlatıyordu. Lambanın ışığından süzülüp titreyerek yere inen yağmura takıldı gözüm. Bir müddet hiç bir şey düşünmeden izledim. Sonra nasıl olduğunu anlamadan, kendimi sokak lambasının yanında buldum. Üzerime hafif hafif yağan yağmur içimi ferahlatmıştı. Biraz oyalandım. Yerde biriken suya düşerken geniş haleler çizen damlaları seyrettim. Başımı havaya kaldırdım, ince ince serpiştiren damlalar yüzüme düşüyordu. Gözlerimi kapatıp bir süre öyle bekledim. İçim huzur dolmuştu. O anın büyüsünü bozmamak için gözlerimi açamıyordum. Yağmur hızını arttırmıştı. Üşüdüğümü hissettim. Gözlerimi açıp eve gitmeyi düşünürken birden ürkütücü bir şekilde şimşekler çakmaya başladı. Ardından sokak lambasının ışığı söndü. Her yer kararıverdi. Göz gözü görmüyordu. Sağa sola koşmaya başladım. Aman Allah'ım! neler oluyor? diye etrafımda dönüp duruyor, evimizi bulamıyordum. Nasıl olduğunu anlamadan kendimi uçsuz bucaksız bir ormanın içinde buldum. Korkmuştum! Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyor, nefesim kesiliyordu. Ayaklarımda derman kalmamıştı."İmdat, kurtarın beni, kimse yok mu?" diye bağırıyordum. Ancak sesimi kimseye duyuramıyordum. Kaçtıkça birbirine sarmaşık gibi kenetlenmiş ağaçlara takılıyordum. Ben kurtulmaya çalıştıkça onlar etrafımı sarıyordu. Elim yüzüm çizilmiş, hatta kanamıştı. Yağmur da şiddetini gittikçe arttırıyordu. Zannedersin ki, gök yarılmış bütün sular yeryüzüne boşalıyordu. Etraf bir anda çamur deryasına dönüşüverdi. Bastığım yerde ayağım kalıyordu. Ayakkabıma yapışan çamurlar yürümemi engelliyordu. Sık sık kendime: "Allah'ım neresi burası? ben buraya nasıl geldim? Allah'ım ne olursun kurtar beni! Buradan biran önce çıkmam lazım diye hem dua ediyor hem de ağlıyordum. Bir ara arkadan gelen garip sesler duydum. Hayvan sesi mi, yoksa insan sesi mi? ayırt edemedim. Bu sesler bir yanılsama mı, yoksa gerçek mi? bilmiyordum. Bildiğim tek şey vardı o da aklımı oynatacak kadar korktuğumdu. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. Bir taraftan da kaçmak için mücadele ediyordum. Ama nafile. Yoktu bir çıkış yolu. Aynı noktada dönüp duruyordum. Artık ümidimi kaybetmiştim. Olduğum yere oturdum. Son bir kere Allah'ım ne olursun bana yardım et. Bir çıkış yolu göster. Beni buradan kurtar diye yalvarmaya başladım. Bir süre sonra yağmurun şiddeti azalır gibi oldu. Derin bir nefes aldım. Kalktım tekrar yürümeye çalıştım. Ağaçlar seyreliyordu sanki. Bir süre sonra tamamen bitti. O sarmaşık gibi beni sarmalayan ağaçlar yoktu, kurtulmuştum. Önümde sonunu göremediğim uzun toprak, çakıllı ve çamur bir yol vardı. O yolu takip etmeliyim diye düşündüm. Hoş başka çarem de yoktu zaten. Bu yol beni evimize götürecekti, buna inanmaya başlamıştım. Düşe kalka koşuyordum. Üstüm başım sırılsıklam, elim yüzüm çamur içinde kalmıştı. Kollarımı ağaçlar çizmiş kan içindeydi. Artık biraz olsun rahatlamıştım. Çünkü o korkunç ormandan kurtulmuştum. İçimde bir ümit ışığı belirdi. Bu yol beni düze çıkaracaktı. Öyle de oldu. Yol bitmişti. Sabah olmuş, masmavi bir gökyüzü, pırıl pırıl parlayan bir güneş, envai çeşit çiçeklerle bezenmiş görkemli bir orman vardı. Burası diğerine hiç benzemiyordu. Çok şaşkındım. Etrafı seyretmeye başladım... Neler oluyor, ben neredeyim? diye kendime soruyordum. Hala şaşkın ve merak içindeydim. Karşıda tek katlı müstakil bir ev dikkatimi çekti. Merakımı gidermek için o eve doğru yürüdüm. Aynı anda biri bana doğru geliyordu. Uzun boylu dalgalı kumral saçlı biri. Yaklaştıkça tanıdık gelmeye başladı yüzü... Aman tanrım! Bu gelen babam! Siyah kaşe ceketi, beyaz balıkçı kazağı vardı. Şaşkınlığım iyice artmıştı. Babam yanıma geldi. Baba! sen misin? Burada ne yapıyorsun? Bizi neden bırakıp gittin?.. soruların ardı kesilmiyordu. Ağlayarak boynuna sarıldım. Öyle sıkı sardım ki, nefes almakta zorlanıyordu. Sonra öpmeye başladım. Ne çok özlemiştim. Bir müddet öylece kaldık. "Nasıl da özlemişim seni canım babam" dedim Söyleyecek öyle çok şey vardı ki, nereden başlayacağımı, hangisini önce söyleyeceğimi bilemiyordum. Hani derler ya, söyleyecek sözün çokluğu insanı dilsiz yapar, konuşamaz olursun. İşte öyle oldu. Sadece onu çok özlediğimizi söyleyip durdum. Bir taraftan da gözlerimden yaşlar durmaksızın akıyordu. Hüzün ve sevinci aynı anda yaşıyordum. Bizi neden bırakıp gittin?" diye sordum. Cevap vermedi. Sanki yaşadıklarımızdan haberdar gibi üzgün bakıyordu. "Hadi evimize gidelim babacığım" dedim. Babam tam konuşmaya başlamıştı ki, o anda duyduğum ezan sesiyle her şey biranda kaybolmuştu...

Değerli yorumlarınızı bekliyorum.:)


Muhabbetle
Hanife Mert

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...