17 Eylül 2012 Pazartesi

Eylül , Hüzün ve Ben

Her Eylül ayı geldiğinde içimi bir hüzün kaplar..Eylül hüznün ayı, hazan mevsiminin başlangıcı.…Her yerde bir sessizlik hakim olur.Sadece sıcak yaz günlerinin sona ermesi ile tatlı tatlı esen hazan rüzgarlarının sesi duyulur. Bir zamanlar nadide bir tomurcuk iken etrafa canlılık güzellik katan yemyeşil yaprakların sararıp kuruması ve tutunduğu dalı terk etmesi gibi.Tıpkı yavrusundan ayrılan acısını ve gözyaşlarını yüreğine gömen bir ana edasıyla çaresiz düşmesine sessiz kalan dallar.
 Yere düşen ve hışırtılı sesleri ile bir oyana bir bu yana savrulan yapraklar ne söyler kim bilir..
Bilinen bir şey var ki; o da hiç bir şeyin süreklilik taşımadığıdır.Güzelliğin, mutluluğun, canlılığın,sağlğın gençliğin ve hayatın bir gün son bulacağıdır. 
Tatlı tatlı  esen sonbahar  rüzgarlarının ardından yağan yağmurlar  da sona eren son bulan güzelliklerin ardından dökülen göz yaşını andırır adeta... Doğanın bu nadide hali ne çok şey anlatır.! Anlamak isteyene…
Doğanın sessiz çığlığı. 
İnsanlar da öyle değil mi? Ne zaman son bulacağı  belli olmayan bu hayat yolculuğunda, yemyeşil bir yaprak gibi etrafa ışık canlılık saçarken, ışık olur kimilerine mutluluk huzur verir. Kimine rehber olur. Sevgi tohumları eker sevgisiz gönüllere...Dost olur, yaren olur.Kardeş olur kimine, kimine eş, kimine arkadaş olur.Kimine tutunacak bir dal olur...Ama bir gün kendinden çok şeyin gittiğini fark eder. Bir türlü ne olduğunu anlamadan tıpkı kuru  bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana savrulup durur dünya denen bu hanede.. 

Hiç ummadığı bir anda acı acı çalan bir telefonla irkilir.    hüzün dolu bir sesle sarsılır. Acı bir haber! Ölüm karşısında çaresizliğin haberini verir.
Gidenin ardından çaresiz bakakalırız.Gönül gözümüzü açmak için bir çağrı  mı hazan mevsimi? Ölümü, yokluğu, çaresizliği çağrıştırması adına..Her güzelliğin bir sonu olduğunu bilip ona göre yaşamalı,kadere rıza göstermeli kısaca…  

Eylül İşte! hüznün değişmez adresi..
Eylül bu, acıtır...Ama zamanla acıya da alıştırır.



Hanife Mert

5 Eylül 2012 Çarşamba

Toplum Nereye Gidiyor!!


Bir toplumda farklı anlayış ve bölgesel kültürleri birleştiren,herkesin ortak paydasını oluşturan bazı değerler vardır. Vatan gibi,bayrak gibi,bağımsızlık gibi, ülkü gibi, tarih, kültür gibi değerler..
 Yüzyıllar boyunca aynı geçmişe sahip oluşumuz, aynı inançları paylaşmamız, aynı vatan toprakları üzerinde barış içinde kardeşçe yaşamamız,oluşan bazı farklılıkları unutturmuştur. 
Sevinçli günlerimizde temel değerler etrafında bir araya gelerek sevincimizi paylaştık. Ülkemizin bir tarafında meydana gelen acı bir olay karşısında hep birlikte yas tuttuk. Yardım için elimizden geleni yapmaya gayret ettik.. 
Ancak şu son günlerde, yaşanan toplumsal olaylar ve verilen daha doğrusu verilemeyen tepkiler gösteriyor ki; bir halkın yapı taşlarından biri olan toplum olgusu kökünden sallanmaya başlamıştır. İnsanların bana değmeyen yılan bin yaşasın felsefesinde olmaları da bu gerçeği desteklemektedir. Hoş, bu yılanı bize değdirmeden bin yıl yaşatmak ne kadar mümkün olursa… 
Toplum olarak birçok acıya, gözyaşına maruz kaldığımız, milli değerlerimize yapılan saldırıların yaşandığı, hak ve adaletin, özgürlüğün kişilere göre farklılık gösterdiği şu günlerde yaptığımız en güzel şey seyirci olmak. Olayları tepki vermeden sadece seyrediyoruz.. Öyle ki,bir çoğumuz tepki verenlere karşı tepkili .. 
Günübirlik yaşadıklarımız, toplum içinde karşılaştığımız olaylar ve bu olaylara karşı tepkisizlikler, ister istemez aklımıza şu soruyu getiriyor! Bize ne oluyor? Toplum nereye gidiyor? 
Doğrusu hiç de hoş olmayan bizi aydınlık yarınlara taşımak yerine, karanlıklara boğacak manzaralar gün geçtikçe artıyor. İnsanların birbirlerine karşı saygısız agresif tavırları, birbirlerini çekiştiren, kötüleyen karalayan tavırları, birbirini dinleyip anlamak yerine sadece kendi bildiğini okumak, kendi bildiğini doğru kabul etmek ve ettirmek, farklı düşüncelere tahammülsüz oluşu, farklı düşüncede olanları öteleyip dışlamamız benim doğrum tek doğru havalarında, başkalarının da doğru olabileceği gerçeğini göz ardı edişimiz bizi bir arada tutmak yerine arada ki sevgi kardeşlik bağlarının sekteye uğradığının göstergesi. 
Bir toplumu bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.. Son zamanlarda bizim can güvenliğimizi sağlayan, neredeyse hemen her gün duyduğumuz şehit haberleri karşısında bile, o kadar basit ve yalın davranıyoruz ki, sanki sonlanan gencecik, yarım kalmış  hayatlar, yüreği yanan analar- babalar, dul kalan bir eş, yetim kalan çocuklar değil de, giden   öylesine bir yolcu, bir hayat..Hoş, giden yolcuda olsa insanın içi vicdanı bir cız etmez mi? Nerde kaldı saygı,nerde kaldı vatan sevgisi, millet olma bilinci, nerde kaldı vefa? 
Kapitalist dünyaya kaptırdık kendimizi gidiyoruz , biz bu yaşama alıştık veya alıştırdılar Artık kazanmanın yerini başkasının kafasına vurup elindekini almak , sanatın yerini şık elbiseler gülücükler , şairin yerini sesli cdler , yazarın yerini tanıtımlar , siyasetçinin yerini polemikler aldı..Çok eskilerden siyasetçinin yatırımlarını , yazarın yazılarını , sanatçının sesini , söz yazarının bestesini , şairin dilini , işsizlerimizin halini eleştirirdik.Şimdilerde ise, şu evine ne almış, ne kadara almış, yazlığı, kışlığı, baharlığı var mıymış? Hangi marka arabası kaç km de imiş, kim ne giymiş, nerden giyinmiş ..Ne bize ne de toplumumuzun gelişip çağdaşlaşmasına en ufacık bir katkısı olmayan düşünceler ve eleştiriler. Boş düşünceler, fikir üretmeyen beyinler,sevgisiz acıma hissini kaybeden, saygı, sevgi, dostluk, paylaşma, edep, ahlaktan yoksun insanların çok olduğu bir toplum haline geldik..

Öyle ki; artık savaşlarda,öldürülen, katledilen suçsuz günahsız yavrular,diri diri yakılan eziyet edilen insanlar  bile kanatmıyorsa şuracıkta ki yüreğimizi , şehit oğullarımız için bile ağlamıyorsak şu kara toprak başında , genç bedenler gidiyorsa töre cinayetlerine,şiddete maruz kalıp yok ediliyorsa bir aile, hemen yanı başımızda birileri açlıktan , sefillikten ölürken biz keyifle  yudumluyorsak çayımızı , her gün televizyon başında,bilgisayar başında  sabahlıyorsa  çocuklarımız , önce çarpıp sonra kaçıyorsak ardımıza bakmadan, gün geçmiyor ki hırsız ,bir düşman gibi ensemizde bitince yapamıyorsak bir şeyler bilelim ki , hayatı hayatlarımızı öyle yerinden tutup , öyle yerinden sallıyoruz ki toplum denilen o sağlam sapasağlam çınarın kökleri kopuyor ..

Hanife Mert

1 Eylül 2012 Cumartesi

Çaresizlikte Çare..


Çaresizlikte, gizli çareler vardır; insan en çok o zaman kenetlenir kendine..''

Hayat böyledir. Çaresizlik ve tehlike anları vardır ki, o zaman çırpınmaya ve haykırmaya gelmez. 

Batar insan ve boğulur. Marifet o anları geçirmektir. Sonrası gittikçe kolaylaşır.

31 Ağustos 2012 Cuma

HÜZÜNLÜ BİR TURNA KUŞU HİKAYESİ



                 HÜZÜNLÜ BİR TURNA KUŞU HİKAYESİ..
NOT; Türküyü dinlerken fon müziğini kapatmanızı öneririm..)
Japonya’ya atom bombası atıldığında 2 yaşında olan bir kız, etkisinde kaldığı radyasyon nedeniyle 12 yaşında kansere yakalanır.
Savaşta öksüz ve yetim kalan zavallı çocuk hastaneye yatırılır.Durumu umutsuzdur. Hastanedeki tüm doktorlar,küçük kızın her an ölümünü beklerken o, içindeki yaşam sevinciyle cıvıl cıvıldı.
Koridorlarda koşuyor,oynuyor ve öteki hastalara yardım ediyordu.Hastaların arasında en sevdiği kişi ise 80 yaşlarında,kendisi gibi kanser olan yaşlı bir kadındı.

Küçük Japon kızı,ölüm döşeğindeki bu yaşlı kadını hiç yalnız bırakmaz. Kadın ölmeden hemen önce küçük kıza bir öğüt verir. “Benim için çok geç ama sana yararını göreceğin bir öneride bulunacağım” der. “Bizim inanışımıza göre, eğer bir kişi kağıttan bin tane turna kuşu yaparsa,her istediği kabul oluyor. Ben yapamadım ama sen yapabilirsin ve kurtulursun.”Bu öğüt, yaşlı kadının son sözleri olur.Bunları söyledikten kısa bir süre sonra yaşama veda eder.Küçük Japon kız, yaşlı kadının ölümüne çok üzülür.
Onun son öğüdünü tutma isteği ile yaşam sevincini biraraya getirir,kağıtları katlayarak biçimler oluşturmak ve adına “Origami” denilen geleneksel Japon sanatını uygulayarak kağıttan turna kuşları yapmaya başlar. Neşe içinde çalıştığından kağıt kuşları başlarda çok hızlı yapar.Bin tane turna kuşu yapması işten bile değildir.

Fakat sağlığı,her geçen gün hızla bozuluyor ve her gün yaptığı turna kuşlarının sayısı da giderek azalıyordu.Küçük Japon kızın tüm gücüyle kağıttan turna kuşları yapmaya çalışmasının öyküsü önce yerel basında, sonra da uluslararası basında yer alır.
Bir süre sonra binlerce kişi,dünyanın dört bir yanından kıza, yüzlerce, binlerce kağıt turna kuşu göndermeye başlar.Kendisine gönderilen kuşlarla ilgili haberler basında çıktığında küçük Japon kız,elini güçlükle hareket ettirebiliyor,637’inci turna kuşunu yaparken,yaşamının son saatlerini yaşıyordu.
Kuşu bitirdikten sonra gözleri kapanırken,hemşireler ve hastabakıcılar,dünyanın dört köşesinden gönderilen yüzlerce kağıt kuşla odasına girerler.
Fakat küçük Japon kız bu kuşları göremez.Hemşireler odaya girdiklerinde o, yüzünde donmuş bir gülümsemeyle yatağında cansız yatıyordur.
Postacılar aylarca kağıttan turna kuşu taşırlar hastaneye. Sayısı milyonlara ulaşan kağıt turna kuşları şimdi,yeryüzündeki tüm kişilerin destek ve yardım duygularının onurlu bir simgesi olarak, Japonya’da bir müzede sergileniyor."

30 Ağustos 2012 Perşembe

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN


Türk tarihimiz şanlı  zaferlerle doludur. Fakat  30 Ağustos 1922’de  zaferle sonuçlanan Baş Komutanlık Meydan Muharebesi ile Türk Milleti adeta  yeniden dirilmiştir.
   Malazgirt Savaşı’yla (1071) 26 Ağustos’ta Anadolu’nun Türklere kapılarını açan kahraman ordumuz; Başkomutanlık Meydan Muharebesi’yle de Anadolu topraklarının Türk Vatanı" olduğunu önünde durulmaz bir iradeyle düşmana ispatlamıştır. Ve yine ulusumuzun iradesiyle Cumhuriyet kurulmuştur.

Başkomutan Gazi Mustafa Kemal  Atatürk  büyük Nutuk’(Söylev)unda  Kurtuluş Savaşının nasıl kazanıldığını anlatır.. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı ve İnönü Savaşları kahramanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa büyük bir gizlilik içinde taarruz planlarını hazırlarlar.

1922 Ağustos ayında Türk Ordusu taarruza geçmek için, Kurmay heyeti’nce karar verilir. Mustafa Kemal, İsmet Bey, Fevzi Çakmak ve diğer paşalar ile kurmaylar; savaşı yönetmek üzere Kocatepe’ye gelirler.

26 Ağustos sabah, saat 05.30’da Türk topçu birlikleri Afyon’un güneyinden düşman siperlerini ateşle vurmaya başlar. Ardından piyadeler hücuma geçerler. Planlandığı gibi Büyük Taarruz devam eder ve düşman gerilemeye başlar, bozguna uğrayarak ikiye ayrılır.

30 Ağustos’a kadar düşman ordusu çembere alınır. 30 Ağustos sabahı, 1. Ordu ve avcı hatlarını ile 4. Kolordu’yu denetleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa; saat 14.00’da Aslıhanlar yakınındaki "Komuta Karargâhından taarruz emrini verir. Dumlupanır’da ordumuz düşmana son darbeyi vurur. Düşman askerleri kaçmaya başlar. Mustafa Kemal Paşa; kaçan düşman askerlerini kovalamak için, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!" komutunu verir. Yunan Başkomutanı General Tikopıs dâhil çok sayıda esir alınır.

Şahlanan Türk Ordusu düşman güçlerini İzmir’e kadar kovalar. 9 Eylül 1922 günü Türk Ordusu İzmir’e girer. Batı Anadolu’yu yakan yıkan düşman kuvvetleri canlarını zor kurtararak, geldikleri gibi gemilere binerek giderler.

30 Ağustos 1922 tarihi, Türk ulusunu esir etmek isteyen emperyalist güçlere karşı; kadınıyla çocuğuyla, ordusuyla topyekûn verdiği bir savaşın ve ulusal benliğini kurtardığı ve Zafer Destanı’nın yazıldığı gündür.
Atalarımızın destanlar yazarak bize emanet ettiği bu kutsal vatanımıza, bayrağımıza, tarihimize, sahip çıkmak en kutsal görevimizdir. Vatan sevgi demektir, bağımsızlık demektir, özgürlük demektir, İman demektir, Vefa demektir.

 Millet olarak içimizdeki coşkuyu heyecanı diri tutmalı bizi birbirimize düşürerek ayrıştırıcı, ötekileştirici politikalarla kendisine rant sağlamaya   çalışanlara cevabımız aksine birleşerek, birlikte  kenetlenerek sevgi ve kardeşlik bağlarımızı güçlendirmek  olmalı.
30 ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun.

ZAFER TÜRKÜSÜ
Yaşamaz ölümü göze almayan, 
Zafer göz yummadan koşana gider. 
Bayrağa kanının alı çalmayanın, 
Gözyaşı boşana boşana gider.

Kazanmak istersen sen de zaferi, 
Gürleyen sesinle doldur gökleri. 
Zafer dedikleri kahraman peri, 
Susandan kaçar da coşana gider.

Bu yolda herkes bir, ey delikanlı! 
Diriler şerefli, ölüler şanlı. 
Yurt için dövüşen başı dumanlı, 
Her zaman bu şandan, o şana gider.


Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Ne için yaratıldığımızı unutmayalım


Samimi bir Müslüman için hayatındaki en önemli şey Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nun emir ve yasaklarına uyarak yaşamaya çalışmaktır.
Çevremize baktığımızda ‘ belki kendimiz de dahil ’ pek çok insanın bu önemli gerçeği unutarak yaşadığını görürüz. Kimi daha fazla para kazanmak telaşında, kimi çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmek gayretinde, kimi güzel bir araba, ev ve lüks eşyalara sahip olma çabasında, kimi de daha güzel olabilmenin peşinde… Milyonlarca insan ve milyonlarca amaç…
Tüm bu saydıklarımız tabi ki normal isteklerdir. Her insan güzel bir evde yaşamak, lüks arabalara binmek, başarılı çocuklar yetiştirmek isteyebilir. Bunlara ulaşmak için çabalamak yanlış değildir. Ancak şu soruyu kendimize soralım; tüm bunların temelinde Allah’ın rızasını gözetiyor muyuz?
Biz Boşuna Yaratılmadık
‘Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?’ (Mü'minun Suresi, 115) ayeti, insanın ‘neden yaratıldığını’sorgulaması açısından son derece önemlidir.
Etrafımızdaki pek çok insan son derece inançlı bir Müslüman olduğunu dile getirir. Ancak hayatlarındaki önceliklere baktığımızda aslında temelde Allah korkusunun olmadığını, Müslümanlığın gereklerini yerine getirme konusunda yeterince titiz olmadıklarını, kolaylıkla zina, yalan ya da dedikodu gibi Allah’ın yasakladığı pek çok konuya meyledebildiklerini görürüz.
İman, samimiyet ve kararlılık gösterilmesi gereken bir konudur. Hayatımızın bazı dönemlerinde Allah’a yakınlaşıp bazı dönemlerinde O’nun rızasından uzak yaşamak samimi bir davranış olmaz. Bazı insanlar sadece ramazan ayında, kandillerde ya da bazı özel günlerde yaptıkları ibadetleri yeterli görüyor olabilir. Ancak Kuran’ı Kerim’i okuduğumuzda anlıyoruz ki, cennete girecek müminlerin arasında olmak için bunlardan çok daha fazlasını yapıyor olmamız gerekmektedir. Yüce Rabbimiz Kuran’da ‘Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.’ (İnşirah Suresi, 7) buyurmaktadır.
İnsan boş bir amaç uğruna yaratılmadıysa ne için yaratıldı?
Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)

İnsan Allah’a kul olmak için yaratıldı. İnsana, mala mülke, nefse ve şeytana köle olmak için değil…

Şeytan İnsanı Allah’ın Yolundan Saptırmak İçin And İçmiştir

Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım." (Araf Suresi, 16)
Şeytan insanı Allah yolundan alıkoymak için pek çok yöntem kullanır. Namaz kılmasına engel olmak için ‘ gece en tatlı uykundan uyanıp nasıl kalkacaksın, boşver uyu’ der, ‘bu sıcakta oruç mu tutacaksın, boşver Allah affeder’ der, duygusallık telkiniyle zinaya yöneltir ‘sevgi sınır tanımaz’ der, ‘pembe yalanlardan bir şey olmaz’ der, ‘menfaatin için her şeyi yapmalısın’ der…
Şeytanın bu telkinlerini duymayan insan yoktur. Ancak bu telkinlere karşı güçlü ve kararlı durabilen insan sayısı oldukça azdır. Allah’ı gerçekten seven, O’nun rızasını kaybetmekten korkan ve Allah’ın sınırlarını ve şeytanın oyunlarını bilen insanlar bu telkinlere karşı uyanıktırlar. Şartlar ne olursa olsun ibadetlerini yerine getirmekten, güzel ahlak göstermekten ve Rabbimizin sınırlarını korumaktan asla taviz vermezler. Çünkü bu dünyaya neden geldiklerini ve bir gün mutlaka Allah’a döndürüleceklerini asla akıllarından çıkarmazlar. Ne para, ne mal mülk, ne şöhret ne de herhangi bir menfaat onları Allah yolundan ayıramaz. (Allah’ın izniyle)
İman edenler bilir ki, ahiret günü ne malları ne de kazandıkları kimseye fayda sağlamayacaktır. Ahiret günü yanımızda götüreceğimiz tek şey amellerimizdir. Ne kadar fazla salih amelde bulunursak, günahtan sakınırsak ve Allah’a yakın olursak kurtuluşa erenler arasında olmak için umudumuz o kadar fazla olacaktır.
Dünya, bizim dediğimiz hayatımız, sahip olduğumuz her şey bir gün mutlaka yok olacaktır. Şeytan bize unutturmaya çalışsa da biz uyanık olalım ve asla ahireti unutmayalım. Aksi takdirde biz de unutulanlardan, hor ve aşağılık kılınanlardan oluruz.
Denildi ki: "Bugününüzle karşılaşmayı unuttuğunuz gibi, Biz de sizi bugün unutuyoruz. Barınma yeriniz ateştir. Ve sizin için hiçbir yardımcı yoktur." (Casiye Suresi, 34)

Altuğ Öztürk

28 Ağustos 2012 Salı

Kabil Kanı Seçti, Habil Aşkı

                    

               Televizyon ekranında bir doktor konuşuyordu .
Bir trafik kazasında ölen ve organları babası tarafından bağışlanan bir Filistinli çocuğun kalbini,kalbi değişmesi gereken İsrailli bir çocuga nakletmişti
Doktorun dudaklarından şu kelimeler dökülüyordu:
“Bir elimde Filistinli çocuğun,diğer elimde İsrailli çocuğun kalbi duruyordu ve ikisi de birbirinin aynısıydı.”

Kalpler aynıydı .Gözler,kirpikler,parmak uçları,göğüs kafesi ve insanı ayakta tutan kemikler hep aynıydı .Çünkü bütün bunları yaratan Sanatçı tekti.Aynı tabloyu farklı renklerde ama aynı biçimde resmediyordu .
Peki neydi yaratılırken aynı olan insanı daha sonra farklı kılan?
Yine insandı
.yine insan .
Her şey kanın ilk döküldüğü an başladı
.
Tabiatın içinden koparılıp alınan vahşi bir hayvanın,günün birinde kan kokusunu duyduğu anda tekrar vahşileşmesi gibi,yeryüzünde ilk cinayetin işlendiği anda insanlığın kaderine yayılan kan kokusunu duyuyor ve içindeki katili dinliyordu insan
.
Kabil kanı seçti,Habil aşkı.
Adem ile Havva’nın ilk çocuklarıydı onlar
.
Henüz yaratılmış olan iki insandan yaratılmışlardı
.İkisinin de kalplerinin duvarı aynı dokudandı.Tıpkı bugün onlarca faklı renk,dil ve dinden milyarlarca insanın kalp duvarlarının aynı İlahi malzeme ile dokulu olması gibi .
Kan ve aşk arasındaki tercih,dokusu aynı olan iki ayrı kaplten çıktı
.
Kabil kanı seçti,Habil aşkı
.
O günden sonra iki yol açıldı insanoğlunun önünde
.
Birisinden kan aktı,diğerinden aşk
.
Aşkın içinde kanın,kanın içinde aşkın aktığını gördü insanoğlu ve ikisinin de aslında birbirinden doğduğunu anladı
.
İyiliğin kötülüğü,kötülüğün iyiliği içinden çıkarması gibi,korkunun cesareti,cesaretin korkuyu içinde taşıması gibi taşıdılar birbirlerini
.
Kabil kanı seçti,Habil aşkı
.
İkisinin tadını da bilen İblis,harmanladı onları ve sundu her yeni doğan ruhun önüne
.
İsteyen istediğini seçti
.
Kabil kanı seçti,Habil aşkı .
alıntı


                                                                                                

"BATIDA ON YIL" HÜSEYİN GÜZEL

  Merhaba sevgili blog dostlarım, Her ne kadar düzenli yazamasam da fırsat buldukça sayfamı ziyaret ediyor, sizlerin paylaşımlarını okumaya ...