17 Mart 2020 Salı

Çanakkale Zaferi'nin 105. Yıl Dönümü Kutlu Olsun

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!
 Düşün altında binlerce kefensiz yatanı...”

Bastığımız bu topraklar ki birçok destana, zorlu mücadelelere şahitlik etmiştir. Bu topraklar ki her metre karesi aziz şehitlerimizin kanıyla sulanmış, yüz binlerce vatansevere mezar olmuştur. Bu topraklar ki yedi düvele meydan okumuş halkımızın mertliği, yiğitliği, hak ve adaleti, sabrı, insani duyguları ile harmanlanmış kutsal topraklardır. Bu topraklar ki insan olmanın, zor şartlarda top yekün mücadelenin, insanlık derslerinin örneklerinin verildiği topraklardır.

Aşağıdaki örnek sadece bir tanesidir;

Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:

- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
-"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün".
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..."

Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları komutanı.

Çanakkale zaferi; çelikleşmiş bir millet iradesinin, vatan, millet, bayrak aşkının, geleceğe olan güvenin, hürriyet sevdasının, Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde eriyle, komutanıyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, kızıyla top yekün olarak yazdığı şanlı bir yeniden dirilişin destanıdır. Türk milletinin bir diriliş mücadelesidir! Bu destan artık ömrünü tamamlamış bir çınardan yeni ve güçlü bir filizin doğmasıyla sonuçlanmıştır.

Yüz binlerin kanıyla vatan yapılan bu topraklarda,Türk ve dünya tarihinde benzersiz bir deniz ve kara savaşlarının yapıldığı yerdir Çanakkale. Hepsinden önemlisi, bir milletin kutsal saydığı değerler ve vatan toprağını savunmada gösterdiği eşsiz bir kahramanlık mücadelesidir.

Her karesi buram buram kahramanlık, mertlik, insanlık, vefa kokan Çanakkale Zaferinin milletimiz için ne anlam ifade ettiği,vatan, bayrak, devlet sevgisinin ve bağımsızlığın önemi iyi idrak edilmeli. Çanakkale ruhu yeniden canlandırılmalı gençlerimize ve bu ruhtan bihaber insanlarımıza iyi anlatılmalı...
 Destanlar yazarak zafer kazanan Cennet vatanımız ve kutsal değerlerimiz uğruna canlarını feda eden, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyoruz. Ruhları şad olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

7 Mart 2020 Cumartesi

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

      8 Mart dünya kadınlar günü... Bu ifade ne kadar samimiyetsiz geliyor kulağa, sizce de öyle değil mi? Neredeyse her gün her yerde şiddete maruz kalan, taciz edilen, tecavüze uğrayan, öldürülen yetmedi kesilen yakılan, bıçaklanan, horlanan, aşağılanan, dışlanan hayatının baharında hayatına son verilen kadınların durumları ortada iken, ne kutlaması diyesi geliyor insanın.

   Atamıza kulak vermeli; Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye, eski devirlerdeki gibi basit değildir. Gerekli özellikleri taşıyan evlat yetiştirmek, pek çok özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgin olmaya mecburdurlar!”/ M.KEMAL ATATÜRK

Artık önem vermeli kadına. Daha ciddi daha gerçekçi politikalarla önüne geçilmeli şiddetin ölümün zulümün. Bireyler eğitilmeli, hatta toplumsal bir değişim olmalı. Olmadı cezalar caydırıcı olmalı. İndirime uğramamalı. Cezalar caydırıcı olmalı.Kadınlar ana, eş, kız evlat, yar, yaren olduğu hatırlanmalı ve bu bağlamda hak ettiği değer verilmeli önemsenmeli ve sonra günü kutlanmalı


Muhabbetle,
Hanife Mert

26 Şubat 2020 Çarşamba

"Fırçadaki Son Şiir"


Artık soğuk, karlı, tipili, yağmurlu kış mevsimi görevini tamamlamış bir memur gibi devir teslim yapmış ve görevi  ilkbahara bırakmıştı. Havalar ısınmış, doğa canlanmış, güneş cömertçe yeryüzünü ısıtmaya ve ışıtmaya başlamıştı. Doğa gibi insanlar da, yeni güne uyanmış bebeğin saflığı, mahmurluğu, canlılığı, hareketliliği tadında karşılamıştı baharı. Kıpır kıpır içleri, umut doluydu. Zira yeni başlangıçlar, yeni umutlar doğururdu...

 Orhan'da da benzer durumlar mevcuttu. Heyecanlı, umutlu, ve inançlıydı. Sıkıntıları olsa da çözeceğine yürekten inanıyordu. Yüreği sevgi doluydu, coşkuluydu...
   Bir taraftan şefinden gelen ikazlar, bir taraftan Veli Bey ve Fatma Nigar Hanımın evlendirme çabaları, diğer yandan yayınlanan şiirleri ve gelen tepkilere rağmen inancını yitirmemişti. Öncelikle Fatma Nigar Hanımın, kısmen de Veli Bey'in, karabasan gibi üzerine çöken evlendirme konusundaki   ısrarının yersiz olduğunu anlatmalıydı. Çünkü bu konu Orhan'ı rahatsız ediyordu.
" Evlenme konusu  çok uzadı. Ben daha kendi arzularıma bile gem vuramayan biriyken, kendime bir ailenin sorumluluğunu nasıl yüklerim? Yok bu böyle olmayacak, annemle konuşup halletmem lazım gelecek" dedi iç sesi.
Sabah evden çıkacağı sırada Fatma Nigar Hanım Orhan'ı durdu:
-Orhancığım, güzel evladım ne oldu konuştuğumuz konu, düşündün mü? diye sordu.
Orhan bu soruyu bekliyordu."İşte tam zamanı"diye düşündü..
-Düşündüm... dedi sustu...
Fatma Nigar Hanım merak ve heyecanla baktı oğlunun yüzüne.
Orhan annesinin olumlu bir yanıt alacağı hissine kapılmasını engellemek için tekrar konuşmaya başladı:
-Bak anne seni çok severim bilirsin...
  Fatma Nigar Hanım teyit edercesine başını öne arkaya doğru salladı.
-Bilmem mi evladım, elbet bilirim. Ben de seni çok severim. Teklifimi geri çevirmeyeceğini de bilirim dedi gülerek.
 Orhan ciddiyetini bozmadan devam etti:
-Senin üzülmeni de istemem. Gel evlenme konusunu erteleyelim. Şundan emin ol  ki adayın kim olduğunun önemi yok. Bu konuda bir fikrim olursa ilk sana söyleyeceğim, dedi.
 Kapıya doğru yürüdü. Fatma Nigar Hanım Orhan'ın kesin tavrı karşısında öylece baka kaldı ardından. Artık bu girişimlerinin sonuç vermeyeceğini anlamış, kararı Orhan'a bırakmıştı.

    Melih'in yokluğu, baharın gelişi ve şiire dair düşüncelerini harekete geçirememek  sıkıntıya sokuyordu Orhan'ı. Kafasında sürekli şiiri, yapmak istediklerini ve sonucunu düşünüyordu. Zira düşünceler  beynini esir almış gibiydi.  Zihninde her kafadan bir ses çıkıyordu. Aslında   şiire dair düşünceleri Oktay ve Melih'le yaptıkları zorlu tartışmalarının ardından son şeklini almıştı. Üçü de hem fikirdi. Ancak düşüncelerini eyleme geçiremedikleri için huzursuzdu. Ona göre eyleme dönüşmemiş düşünce  etkisiz bir düşünceydi.
  Onlar artık biliyordu ki Türk Edebiyatı'nda şiiri, anane şiiri olmaktan, şairanelikten kurtarmak gerekiyordu. Bunda hemfikirdiler. Şiir bir söz söyleme sanatı olduğuna göre sözü etkili kılan şey  ona yüklenen anlamdır. Yani şiirde anlam önemlidir. Anane, şiiri  nazım kuralları çerçevesinde muhafaza etmiştir. Nazımın belli başlı unsurları ise vezin ve kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın temini,yani hafızayı güçlendirmek amacıyla kullanmışlardır. Zamanla bu durum hoşlarına gitti ve bunu vezinle birlikte kullanmayı maharet saydılar.  Bu haliyle şiir günlük konuşmadan tamamen farklı ve nisbi bir *garabet arzetmektedir.
İnsanları duygusallığa sevk eden ve belli bir kesime hitap eden sözcükleri;  aruz- hece gibi ölçülerle; redif, kafiye, mısra gibi dayatmalarla ve ayrıca teşbih, teşhis, tecaülü arif gibi sanatlarla kurallara boğmaktan  kurtarmak gerekiyordu. Sözcükler özgürleştirilmeli, duygular anlatılırken net ifadeler kullanılmalı. Şiir bir kesime değil, tüm halka mal edilmeli. Dağdaki çoban, şehirdeki memur, meyhanedeki sarhoş, sokaktaki satıcı, kerhanedeki hayat kadını, hapishanedeki kader mahkumu da şiire konu edilmeli. Onlar da şiir okuyabilmeli" düşüncesi geçiyordu zihninden. Orhan çocukluğundan kalma; alnından şıpır şıpır ter damlayan, avuçları nasırlı Çamur İhsanları, Çolak İsmail'leri, Karpuzcu Tahsin'leri hiç unutmamıştı...

  Bu düşünceler eşliğinde kendini, PTT müdürlüğünün bulunduğu Evkaf Apartmanının önünde buldu. Vakit bir hayli geçmişti. İçeri girip girmeme konusunda kararsızdı.  Yine asık suratlar, ceza zarfları ve nasihatler istemiyordu. Ani kararla içeri girdi. Düşünceleri gerçekleşmişti. Masasına geçti. Ağzı açılmamış ceza zarfları karşılamıştı. Onlara baktı hüzünlü... Sonra servis şefine baktı gülümseyerek. Şef gözlerini kaçırdı... "Yapacak bir şey yok. Tek çare..." diyordu düşünceleriyle. Orhan şefin masasına geldi:
-Ne yapmam gerekiyor şefim? diye sordu.
Şef başını masadan kaldırdı. Gözlüklerinin üzerinden Orhan'a baktı.
-Olmuyor bu şekilde Orhan Bey... dedi. Orhan anlamıştı.Masasına geri döndü. Çekmeceden çıkardığı çizgisiz beyaz kağıda istifasının kabul edilmesi için gereğini arz ettiği ve altına adını soy adını  yazıp imzaladığı kağıdı şefine verdi. Duygusal bir sahneydi yaşanan. Vedalaştıktan sonra oradan ayrıldı . İnanılır gibi değildi. Artık o tekrar işsiz kalmıştı. Annesine babasına ne diyecekti, diye düşünürken vazgeçti bu düşünceden. Artık olan olmuştu. Pişman değildi. Önüne bakmalıydı. Zira edebiyat adına, özellikle şiir adına yapacakları çok fazla şey vardı.

Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.

...
diye başlayan d
izeler geldi geçti zihninden.

*garabet:   dil kurallarına ve genel kullanışa aykırı olan, yadırganan sözcük ve tümceler kullanma durumu.


Muhabbetle,
Hanife Mert

NOT: Yazmakta olduğum ve sona yaklaştığım "Fırçadaki Son Şiir" adlı Orhan Veli biyografik romanımdan mini bir bölüm paylaştım siz değerli blog dostlarımla. Okuyanlar düşüncelerini paylaşırsa sevinirim.







25 Şubat 2020 Salı

"DEĞER" Mİ HİÇ?


 
     “DEĞER” Mİ HİÇ

  Dünya değişim ve gelişim çağında.  Zaman değişiyor buna paralel olarak  teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle,  insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. 
 Özellikle son yıllarda toplumumuzda yaşanan örnekler alışılagelmiş bazı değerlerimizin göz ardı edildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir. 
Nasıl mı? Örnek çok.  Örneğin; artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle ,hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor da. Hal böyle iken, bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz dediğimiz  değerlerin yerini mevki - makam, para ve güç almış durumda.
   Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen değme keyfine el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani vasıfları üstünde taşı, ağzınla kuş tut. Eğer paran yoksa, hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde...
Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor.
 Kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları;  şekil, görünüş ve madde üzerine kurulmuş durumda. Şeklin güzelse değerlisin, paran varsa saygınsın, zenginsen önemlisin, mevki makam sahibi isen adamsın gibi..
  Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, adalet, güzel ahlak, haya ve edeple inşa edilmiştir. 
   Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.    İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. Güçsüz insanlara reva görülen zulümleri, haksız yere cana kıyanları, çocuklara yapılan eziyetleri, hayvanlara, doğaya yapılanları söylemiyorum bile...
Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz.
 Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen kimseye yardım etmek yerine, cep telefonuyla videosunu çekip sosyal medya hesaplarında paylaşarak takipçi ve beğeni sayısını arttırmanın, o insanın canından daha önemli olduğu, gözler önünde  bir cani tarafından hayatına kastedilen bir insanın kurtarılması için çaba sarf etmek yerine izlemekle yetinenleri görüyoruz. İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin... birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz.
   Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve sevgim onlara... Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil...

“Değer” mi hiç, üç kuruşluk kazanç için onca değerlerimizi heba etmeye?

Muhabbetle
Hanife Mert

15 Şubat 2020 Cumartesi

Sevgi Yürek İşidir!

Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygudur. O öyle bir duygu ki paylaşıldıkça azalmaz. Aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Onun yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır. 
   Zira hayatın anlamı,ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir. Öyle güçlü bir duygu ki; Şirinine kavuşmak için Ferhat'a dağları deldirmiş, Leyla'sını ararken çöllere düşen mecnuna Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre'yi hak ateşiyle coşturup diyar diyar gezdirmiş, Mevlana'yı cezbeden asıl güneşin Şems kılığına bürünmüş halidir sevgi.
    Tüm bunları biliyordu. "Peki ben neden yıllarca özene bezene yüreğimde büyüttüğüm sevgimi ona söyleyemiyorum. Neden ben de bir Ferhat  olamıyorum" diyor içten içe kendine kızıyordu. Aynı sokakta aynı okulda olmak da kolaylaştırmıyordu işini. Gizliden gizliye platonik bir sevda yüreğini yakıp kavuruyordu. Artık bu sevgiyi tek başına taşımaktan yaşamaktan bıkmıştı. Ağır geliyordu yüreğine. Paylaşmalıydı... Bilmek onun da hakkıydı. Bir kaç kere teşebbüs etmiş, hatta bir defasında mektup yazmış arkadaşı ile göndermeyi düşünmüştü. Bu durumdan başkaları haberdar olur, hakkımızda dedi kodu çıkar. Ona zarar gelebilir düşüncesi ile yazdığı bu mektup da diğerleri gibi çöp kutusundaki yerini almıştı.
   Karar vermişti,kendisi söyleyecekti. Neler söyleyeceğinin provasını da yapmıştı. Kararlıydı... Ama olmadı. Karşısına geldiğinde boğazı düğümlenmiş, dili tutulmuştu yine, elleri ayakları titremişti. Yüzü kızarmıştı bir suçlu gibi. Unutmuştu  yazılıya çalışır gibi ezberlediği sözlerini... Olmadı, bu defada beceremedi. Olsun dedi, asla onu sevmekten vazgeçmeyeceğim, yapamam istemem de... Nasılsa o gün gelecek diyordu. Ümidini kaybetmemeliydi asla..
 Lise bitmişti. Artık ikisi de üniversiteli olmuştu. Farklı şehirlerde aynı bölümü okuyorlardı. Farklılıklar arasında bir ortak yönü bulmuştu. Aynı bölüm okuyordu. Bu kaderin cilvesi mi diye düşündü. Günden güne sevgisi büyümüş ve tutku haline gelmişti...
     Bir kerecik yüzünü görebilmek, sesini duyabilmek umuduyla,tek katlı müstakil beyaz badanalı evlerinin önünden geçerken aşındırdığı parke yollar, evinin duvarları, sabahlara kadar gözlerini alamadığı tavan şahitti sevgisinin büyüklüğüne. Artık onlar da harekete geçmesini istiyordu.
  Sabahtan beri, bahar havası gibi etrafı ısıtan güneş biranda kaybolmuş, yerini siyah ve kurşuni renge bürünmüş bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağıp yağmamakda kararsızdı. Hava bir açıyor bir kapatıyordu. Rüzgar da çıkmıştı. Uğultular etrafı sarmıştı. Havada hüzünlü hatta kasvetli bir hal vardı.           Okuduğu magazin dergisinden; on dört şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti. Ülkemizde yeni kutlanmaya başlanmış olması sebebiyle kimse bilmiyordu. Tarih on dört şubattı "neden olmasın, tam sırası diye düşündü." Kırtasiyeden aldığı kenarları gül, karanfil ve  kalp resimleriyle süslenmiş pembe kağıda ona olan sevgisini yıllarca sabırla yüreğinde nasıl besleyip büyüttüğünü, artık tek başına taşıyamadığını yazacaktı. Yazdı da... Sıra mektubu vermeye gelmişti. Kendisi veremezdi. Cesareti yoktu. Gözü koltuğun üzerinde işlengi işleyen kız kardeşine ilişti. Beyninde şimşekler çakmıştı. "İşte kız kardeşimden başkası olamaz!" dedi. Ona bunu kabul ettirmek de zordu. Çekinerek kız kardeşinin yanına geldi. Yüzüne bakıyordu masum masum  Sonra yanağına bir öpücük kondurdu. Kardeşi şaşırmadı. Kendisinden bir şey isteyeceğini anlamıştı."Söyle bakalım ne istiyorsun?" dedi. Elindeki zarfı göstererek "bunu ona götürmeni" dedi. Kardeşi önce reddetti. "Ben yapamam, kızın annesi duyarsa  kızar. Hem arkadaşımla aram açılır. Vazgeç bu sevdadan ağabey. Bu sevdanın  sonunu iyi görmüyorum. Yol yakınken vazgeç" dedi. Lakin ağabeyinin kararlılığı karşısında direnemedi. Çaresiz mektubu aldı elinden. Arkadaşına ağabeyinin mektubunu vermek üzere evden çıktı.

 Kız evde yalnızdı. Çayını demlemiş, tek katlı evlerinin yola bakan odasının penceresinin önündeki kanepeye oturmuş, radyoda istekleri dinliyordu. Çalan şarkı manidardı. Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, hiç karşılık vermez misin komşu kızı... şarkısı çalıyordu. Şarkıyı dinlerken bir ses duydu. Kulak kesildi kapı çalıyordu. Kapıyı açtığında karşısında arkadaşı duruyordu. Kız, şarkının da etkisiyle heyecanlanmıştı. İçeri davet etti. Birlikte şarkı eşliğinde havadan sudan sohbet ettiler. Sohbet güzel de orada bulunmasının asıl sebebi sohbet değildi. Ağabeyinin gönderdiği mektubu vermesi gerekiyordu. Zaman zaman vermekten vazgeçmeyi düşündü. "Ağabeyime ne derim? bana kızar" düşüncesi vazgeçmesini engelliyordu. Heyecandan ellerinin içi terliyor, ateş basıyor, yüzü kızarıyordu. Artık sona gelmişti. Nereye kadar sohbet edecekti. "Kalkmam lazım arkadaşım, evden beklerler"diyerek izin istedi. Birlikte kapıya geldiklerinde, ceketinin iç cebine koyduğu mektubu çıkardı: " Bunu sana ağabeyim gönderdi. İçinde ne yazıyor bilmiyorum." deyip gitmekti amacı. Kız mektubu aldı. O anda arkadaşının "içinde ne yazdığını  bilmiyorum" cümlesini hatırladı. Arkadaşını içeri davet etti. "Gel birlikte öğrenelim," dedi. Kız zarfı açtığında elleri titremeye başlamıştı. Dili dolaşıyordu. Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmişti.
  Kenarları gül ve kalp figürleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektuptu. Kağıdın sağ üst köşesinde:
"Her halinle her şeyinle güzelsin,
hata bulmak kusur bulmak güç sende" diye yazılan şarkı sözleri vardı. Devamında da ona olan sevgisinden, sevgisinin büyüklüğünden bahsediyordu. Sevgisini yüzüne söyleyecek cesaretinin olmadığından, niyetinin ciddiliğinden ve hayatının geri kalanını birlikte geçirmek istediğinden bahsediyordu...

 Kız mektubu okurken duygularını gizlese de şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Mektubun tamamını okuyamadı. Mektubu tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi arkadaşına uzattı "biz onunla sadece arkadaşız bu mektubu sen kendisine ver" dedi.
 Arkadaşı mahcup olmuştu, üzülmüştü ... O da kızdan böyle bir davranış  beklemiyordu belli ki. Seslenmeden oradan ayrıldı.
 Kız her ne kadar mektupla gelen teklifi reddetse de etkilenmişti. Zira o da erkeğe karşı bir şeyler hissediyordu.    Evlerinin önünden gelip geçtikçe, okulda gördükçe heyecanlanıyordu. Bu teklif onun iyice karma karışık bir ruh haline bürünmesine sebep olmuştu. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki? Lakin yapamazdı... O, sevgi denen bu asil, güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı... İçinde aşamadığı bir korku vardı. Annesi ve babası birbirini deli gibi severken sonları hüsran olmuştu. Acı ve göz yaşına maruz kalmıştı. Kendisinin sonunun da aynı olacağı endişesi engelliyordu kızı... Kendini şartlandırmıştı. Daha çok erkendi...
 Reddedildiğini öğrenen genç çok şaşırmıştı. Yıllarca yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgisi karşılık bulmamıştı. Üzülmüştü, taş kalpli, kalpsiz diye isyan etti. Kardeşinin elinden aldığı duygu yüklü mektubu, evin orta yerinde yanan sobanın içine attı ve evden çıktı...
  Kız pencerenin önüne oturmuş onun geçmesini bekliyordu... Pişman olmuştu... İş işten geçmişti artık. Kendince bahaneler üretiyordu. Neden diyordu? Neden kendisi gelmedi? Sevgisini ifade etmek için neden bir aracıya gerek duydu?..
 Erkek de mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Kızı üzdüğü için kendini affedemiyordu. Kızla bir kez de kendisi görüşmeyi düşündü,bunu yapamadı. İkinci kez reddedilmeyi yüreği kaldıramazdı. O kendini inandırmıştı, bu sevdadan hayır yoktu. Vazgeçmeliydi. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptı. Pılını pırtısını toplamış ve bir daha dönmemek üzere memleketini terk etmişti...
 

 Hikayemizde okuduğumuz gibi kız da erkeği sevmesine rağmen gerek aile ve gerekse toplum baskısı yüzünden sevdiğinin sevgisine karşılık verememiş, belki de kurulacak olan mutlu bir yuva engellenmiştir.   

   Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle, dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizliğin yattığını söylüyor uzmanlar. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Yazımı  Sait Faik Abasıyanık'ın " Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözüyle bitirmek istiyorum. Bu vesileyle Dünya sevgililer ve dünya öykü gününüz kutlu olsun..

11 Şubat 2020 Salı

Kime Güveneceğiz?



  
   Sabahın mahmurluğunu üzerinden atamamıştı gökyüzü evden çıktığımızda. Geç bir saat olmasına rağmen hava bulutluydu. Aydınlıkla karanlık arasında bir görünüme sahipti. Sanki aydınlanmak istemiyor gibiydi. Kararsızdı... "Sen kararını veremeyeceksen ben de yağarım" der gibi yağmaya başlamıştı yağmur. Sicim gibi bardaktan boşanırcasına... Oysa evden çıkarken bir damla yaş yoktu yerde. Yağmur öyle hızlandı ki silecekler çift çalışmasına rağmen etkisiz kalıyordu. Buna bir de çalışanların mesaisine yetişme telaşı da eklenince trafik felç. Arabada eşime; "burası da İstanbul trafiğini aratmayacak hale gelmeye başladı dediğimde, bana "daha o kadar değiliz, ancak yaklaştık."dedi. Eşim haklıydı. Nüfusumuz İstanbul kadar olmasa da insanımızın kuralsız kendi kurallarını kullanarak araç sürmesi trafiği felç ediyordu. Biraz ilerlediğimizde önümüzde hurdaya dönmüş bir araç, etrafında trafik polisleri, korkudan ne yapacağını bilmez halde duran insanlar vardı. Trafiğin bu kadar ağır işlemesinin sebebi anlaşılmıştı.

  Biz yolumuza devam ettik. Sanki az evvel kaza yapmış araca ve etrafındaki endişeli korku içinde bekleyen insanlara rastlamamış gibi sürücüler; yine hatalı sollama, makas atma, hız gibi kuralsız sürüyordu araçlarını. Bunlara insan; " ne diyeyim ben size? Nasihatten almıyorsunuz bari müsibeti önemseyin" diye kızası geliyor. 

 Sabah erken saatte başlayan ve en fazla on dakika sürmesi gereken yere yaklaşık kırk dakikada geldik. Bu defa da park sorunu vardı. Eşim;"sen gir içeri ben arabayı park edip geliyorum" dedi. İçeri girdiğimde kayıt bölümünde sonunu kestiremediğim bir kuyrukla karşılaştım. Orada hep söylediğim sözü hatırladım;" Bilim ne kadar ilerlerse de, bilgisayar çağında, teknolojik gelişmeleri yakalasak da zihniyetlerimiz değişmediği müddetçe, bir arpa boyu yol alamayız" dedim yine kendime. Bizim kuşak özellikle seksenli yılları hatırlayanlar kuyruğu iyi bilir... 
  Böyle, insanların kalabalık olduğu yerlerde uzaktan izlerim onları. Gergin, stresli, solgun ve yorgun bir hali vardı sırada bekleyenlerin.  Buna sebep, kuyrukta önden sıra kapabilmek için sabahın köründe gelmiş olmalarıydı belki de... Görevli memurun da hastalardan pek farkı yoktu. Onun da stresli yorgun bir hali vardı. Zira kayıt yaparken hastalarla anlaşmada sıkıntı yaşıyor karşılıklı ağız dalaşı yapıyorlardı... Sonunda sıra bana gelmişti. Kaydımı yaptırıp ilgili servisin kapısının önüne geldim. Bu defa kuyruk olmasa da kimi koltuklarda oturmuş, kimi de kapının önünde dağınık bir şekilde bekliyordu. Onları gören, muayene başlamış zannediyordu. Oysa daha doktor bile gelmemişti. Gözüm, kapının üzerindeki bilgisayar monitöründe kayan adlara takıldı. Ara, ara  kendi adımı buldum sonunda.
  Bir vakit sonra doktor geldi.  Biz kenarda beklerken içeri bir grup girdi. Kim bunlar?diye yanımdaki hastalarla birbirimize sorduk. Biraz sonra içeriden hemşire çıktı."İlaç yazdıracaklar girsin" diye yüksek sesle bağırdı. Peki içeri girenlerin numarası kaçtı?         Kimler girmişti içeriye? Meçhul!!! bilmiyoruz. Hemşireye;"bizim sıra ne zaman gelecek?" diye sorduğumda, "bekle sıran gelince ben çağıracağım" dedi. Peki bu numaraları neden veriyorlardı ki? Madem sıraya onlar koyacaktı? Neden ilaç yazdıracaklara ayrı numara, sonuç gösterecek olanlara ayrı, muayane olacaklara ayrı numara vermezler ki? herkes yerini bilirdi diye bir düşünce geçti içimden. Neyse ki zamanını bilmediğim bir anda ismimin söylendiğini işittim. Hemen içeri girdim, selam verdim. Ben, doktorun bir hafta önce istediği efor testini çektirmiş ve  sonucunu göstermek için bunca zorluğa katlandım. Doktor sonuca baktı. "Zorlandınız mı?" diye sordu. "Evet" dedim...  Doktor Hanım; "Bu durumda anjiyo yapmamız gerekecek" dediğinde şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim."Karar verince haber ver"dedi. "Peki dedim" odadan çıktım. Eşimle görüştüğümde o da şaşırdı. İnternetten araştırmaya başladık. Korkulacak bir şey olmadığını, on on beş dakikalık bir operasyon olduğunu öğrendik.
  Bizim çocuklar sağlık konusunda çok hassaslar. Onlara nasıl söyleyeceğimizi düşünürken, durumumdan haberdar olan arkadaşlarım aradılar. Sonucu öğrenince onlar da şaşırdı. Benden hemen karar vermememi, başka doktorlara da görünmemi istediler. Ben, beni tedavi eden doktora haksızlık olur düşüncesiyle önce kabul etmek istemedim. Eşim, kızlarım ve arkadaşlarım ısrarcıydı. Hatta bana önerdikleri doktorun adını verdiler. Randevu aldım arkadaşlarımın önerdiği doktora da muayene oldum. Devlet hastanesinin doktoru bana hiper tansiyon, kalp kapakçığında kayma teşhisiyle anjiyo yapılması gerektiğini ısrarla söylerken, özel hastanedeki doktor; ne kalp kapakçığı, ne de tansiyonla ilgili bir sorunumun olmadığını söylediğinde çok şaşırmıştım. Devlet hastanesi doktoru bana kalp ve tansiyon ilacı da vermişti. Akıllılık edip ilacın prospektüsünü okuduğumda çok fazla yan etkilerinin olduğunu gördüm ve ilacı içmedim. Çünkü ben de bir yanlışlık olduğunu düşündüm. Zira tansiyonumun hiper olacak şekilde yükseldiğini hiç hatırlamıyordum. 
 Eşimle ve kızımla "verilmiş sadakamız varmış. İyi ki ilaçları içmemişim" diye sevinerek eve geldik.
    Nefes almada sıkıntım vardı. Ara ara nefesim sıkışıyordu. Bu şikayetle gittiğim devlet hastanesinden kalp hastası ve hiper tansiyonlu biri olarak çıktım. Peki biz kime güveneceğiz? Özel doktora gitme şansı olmayan insanımız, olmadığı bir hastalığın tedavisini mi görecek? Bu durumu kim düzeltecek.?

  Her şeye rağmen nur içinde yatsın babaannemin dediği gibi " Allah oraya kimseyi düşürmesin, oranın da yokluğunu göstermesin" diyor sağlıklı huzurlu günler diliyorum herkse. 

Muhabbetle,
Hanife Mert

7 Şubat 2020 Cuma

Kibirli !

Burnu Kafdağı'nda
Düşse, eğilmez almaya
Yüreğinde kibri çok,
Bilmez ki izin yok
Burada sürekli kalmaya.

Cehalet kalp gözünü kör etmiş,
Aydınlığı karanlığa terk etmiş.
Kendini sözleri ile nesh etmiş
Nereye kadar bu aldanış,
Nereye bu kaçış?

Ömür dediğin nedir ki?
Dün ile yarın arasında
bilmece.
Nedenlerle, niçinlerle,
Sorgulanan bin bir hece.

Vazgeçeceksin   Kafdağı'ndan
Gideceksin öncekiler gibi sen de
Bilinmez bir geleceğe…


Hanife MERT
NOT: Görsel netten alıntı

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...