23 Nisan 2017 Pazar

Miraç Kandili (Bin Yıllık Yanılgı)

Miraç kelime anlamı olarak merdiven, yükselmek, yukarı çıkmak anlamına gelmektedir..
Miraç olayı Kuranda “ Kulu Muhammedi, geceleyin, Mescid’i Haram’dan, kendisine bazı Ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid’i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Her şeyi hakkıyla işiten hakkıyla gören O’dur. “ (İsra suresi)  geçmektedir.
      Üç aylar diye bilinen ve bu aylarda kutlanılan Miraç kandili, Regaip kandili ve Beraat kandili kutlaması ülkemizde ve tasavvuf kültürünün yoğun yaşandığı bazı İslam ülkelerinde, Kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibadetle geçirilmesi bir gelenek haline gelmiştir. Bu gelenek Osmanlı dönemine dayanmaktadır. Osmanlı padişahı 2. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için "kandil" olarak anılmaya başlanmıştır.
  Kandil kutlamalarının dinde sonradan ortaya çıkarılmış bir bidat olduğunu "Kandil Geceleri ve Bin Yıllık Yanılgı” isimli kitabında anlatan Mehmet Emin Akın, Kandil geceleri ve üç aylarla ilgili yüzyıllardır  yanlış bilinen ibadetlere dikkat çekmektedir. Kitabında İslam dininin iki temel dayanağı Kur'an ve Sünnetler de bu kutlamaların yer almadığını ayetlerle ve hadislerle anlatmaktadır
  Allah Azze ve Celle bize kitabında dinini kemale erdirdiğini ve kullarına verdiği nimetlerini tamamladığını haber vermiştir.
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve size nimetimi tamamladım ve din olarak ta sizin için İslam’dan razı oldum.” (Maide:3)
 Bu dinin nasıl yaşanması gerektiğini de, O’nun Rasulü Muhammed (s.a.v) bize apaçık biçimde Sünneti ile öğretmiştir. Öyleyse yolumuzu bize tanıtan, aklımıza, kalbimize ve tüm hayatımıza yön verip onu terbiye edecek olan Kur’an ve O’nun Rasulü (s.a.v) tarafından anlaşılıp hayata uygulaması demek olan Sünnet-i Nebeviye gibi iki rehberimiz var.
Kur’an Allah Rasulü’nü hem imanda, hem de amelde bizim için uyulması gereken yegane örnek olarak tanıtır. Allah O’na “Usve-i Hasene” adını vermiştir.
“Andolsun ki sizin için Allah’ın Rasul’ünde en güzel bir usve vardır.” (Ahzab:21)
Allah böyle söyledikten sonra İslam’ın yaşanmasında kim O’ndan daha iyi bir örneğin olduğunu söyler veya kim O’nun getirdiklerine yine bir şeyler eklenmesi gerektiğini iddia ederse, kendisine Allah’ın dinininden başka bir din seçmiştir.
“Rasul size neyi getirmişse onu alınız ve sizi neden de alıkoymuşsa ondan da sakınınız.” (Haşr:7)
Ey iman edenler Allah’a itaat edin ve Rasul’e de itaat edin ve sizden olan Ulu’l emre de.
Eğer herhangi bir şeyde çekişmeye düşerseniz, onu Allah’a ve Rasul’e götürünüz” Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bu sizin için işleri aslına çevirmede en iyisidir.” (Nisa:59)
Her hangi bir meselede bile onu Allah ve Rasul’üne götürmemiz emredilirken, bunu eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsak yapmamız gerektiği vurgulanmakta.
  Kuran'a ve Rasul’ün (s.a.v.) Sünneti’ne iman ettiğini söyleyipte Kitap ve Sünnet’te olmayan (İçtihadi amel hariç) bir amel veya ibadeti İslam’a maletmeye çalışanlar ise bid’at ehlidirler. Bunların bir kısmı kafirdir, diğer bir kısmı ise kebair (büyük günah) sahibidirler. Ne yazık ki Müslümanlar arasında bin yıldan fazladır sayısız bid’at ve hurafelerle amel edile gelinmektedir. Bunun ortaya çıkmasının yegane nedeni, insanların heva ve heveslerine uyup, Kitap ve Sünnet’te yaptıklarına bir delil olmadığı halde; yeni ibadet, dua, zikir ve tevessül türleri icad etmeleridir.
    Kabir ve türbeleri ziyaret, Mevlid, Reğaib, Mirac ve Beraat gecelerini kutlama, artık dini bir ibadet ve zaruret halini aldı. Ve böylece avam halk zamanla bunu dindenmiş zannetti. Halbuki, bu ibadetlerin veya amellerin kaynağı Sünnet değil Allah Rasulü (s.a.v.) adına uydurulmuş “Mevzu” hadislerdi.
 Mesela; her ne kadar Receb ve Şa’ban aylarının faziletlerine delil olacak zayıf, Hasen ve kısmen de kimi alimlerin dediğine göre, sahih hadisler olmasına rağmen, bu konuda hiç aslı ve eseri olmayan hadislerle de amel edile gelindi.
Ne yazık ki burada siyasi fırkaların (Bermekiler, Fatimiler vb.) eli olduğu gibi, özellikle de tasavvufi kurumların etkisi vardır. Bunu IV. Hicri asırdan itibaren yazılmış olan yüzlerce kaynakta çok açık olarak görmekteyiz.
 Böylece Muhammed (s.a.v.) Ümmeti uydurma veya çok zayıf hadislerde bize dini ibadet gibi gösterilen şeylerle, amel ede ede, hem Rasul’ün Sünnet’ini saptırdı hem de ibadette Tevhid-i İlahiyeye şirk karıştıracak bir hale geldi.
  Hepimiz biliyoruz ki, ne Allah Rasulü ve ne de O’nun ashabı ne Mevlid-i Nebevi’yi ne Miracı, ne Reğaibi ve ne de Beraat Gecesini kutladılar. Belki bu günlerden bazıları geldiğinde, bunun fazilet ve nimetini hatırlıyorlardı. Ama yaklaşık olarak Hicri IV. yüzyıldan bu yana kesintisiz olarak devam eden bu merasimlerin hiçbirisini yapmıyorlardı. Çünkü Sünnet, Kur’an’î bir yaşayışı tanzim etme ve ve beyan etmede henüz etkisini yitirmemişti.
  Ancak hadis uydurucuların her tarafta çoğalarak, bid’at olan bir çok ibadeti yaymaları ile bugünkü şekliyle dini birer hurafe bayramları koleksiyonu haline getirdi. Daha sonra sultanlar ve emirler de bunu çeşitli biçimlerde istismar etmeye başlayarak, sultanlıklarını daha da kökleştirmek amacıyla şehirlerde cadde ve camiler de bu geceleri kutlamak için “Kandil” geceleri ihdas ettiler.
  Zamanla ahlaki bozukluklara bile sebep olan törenler her tarafa yayıldı. Öyle ki kimi İslam beldelerinde, kimi evliyayı anmak için binlerce insan dergah ve makamlara, türbelere akın edip, sanki küçük bir “Hac ibadeti” eda ediyorlarmış gibi bir konuma geldiler. Üzülerek belirtmek gerekir ki, bu törenler tıpkı hıristiyanların dini kutlamalarına benziyor. Hele tarihi kaynaklarda, Mısır, Kuzey Afrika, Irak, Şam diyarı, Endülüs, Pakistan, Hindistan ve İran’da olanlar bunun önemli örnekleri arasındadır.
Ne ilginçtir ki gerçekten bu gecelerin “Kandil” adı altında kutlanması ve bu gecelere özgü ibadetlerin uydurulması, özellikle de o gün Irak, Şam, Kudüs ve Kahire gibi İslam beldelerinde Hıristıyanların yoğun oldukları yerlerde ortaya çıkmıştır.
  Sonra, bütün bu tarihi ve sosyal birikimlerde insanların farkında olmadan birbirlerinin kandillerini kutlamalarının Sünnet dışı bir davranış olduğunun farkına varmaları elbette mümkün olmazdı. Çünkü, tüm Osmanlı Saltanatı boyunca bugünler kutlanmış ve kutsal bir özen görmüştür. Daha önceleri olduğu gibi.

  Hele günümüzde dine karşı kayıtsız olmasına rağmen milyonlarca insanın “kandiller”için hazırlık yapması, çörekler ve börekler hazırlayıp,yılın çoğunda hiç Allah için alınlarını yere koymadıkları halde, bu gecelerde yüzlerce rekat namaz kılıp sabahlamaları gerçekten içler acısı ve ağlanacak bir durumdur. Öte yandan farzlar inkar edilircesine ihmal edilmekte. Din insanların hevasına uydurulmakta, bunun ızdırabı ise çok az duyulmakta.

Ülkede milyonlarca insan sefil, aç, açık, mazlum konumdayken yüz milyonlar belki de milyarlar harcayarak “kandil” kutlamalarını hangi İslami vicdan ve yürek, İslam adına yapılmış bir hareket olarak görebilir. Bunlar bazıları tarafından tıpkı bir günah çıkarma günleri olarak algılanmaktadır. Hatta pavyonlarda Müslüman kızlarının ırzlarını ve vücutlarını satanlar dahi bu gecelerde günah çıkarmayı ihmal etmezler. Üzülerek ifade etmek gerekir ki cami ve mescidlerini kabir haline getirip, Kur’an’a hayatlarında sırt dönenlere, gaflet ve isyan içinde yaşayanlara, Kandiller, Mevlidler değil, Kur’an gerekir. Bu insanlar camilerin yönetimini ve ibadetlerin edasını, İslam’a hayat hakkı tanımayan bir sisteme teslim etmeye razı olduktan sonra, ne “kandiller” onları kurtarır ne de “Mevlidler”.
 Bu toplum, Kitap ve Sünnete muhalefetten ötürü, bir karanlığın içine gömülmüştür. Beş vakit namazların, bile bile terk ettikleri halde Cuma günü camilere doluşanlar, kandillerde ucuz ve sahte telaşlar içine giren, yılbaşlarında piyango, ihmal etmeyen, birasından veya çıplaklıklarından vazgeçmeyen insanlar acaba bu törenlerle mi İslami emirleri yerine getirmiş olacaklar?
Müslüman düşünürlere, aydınlara ve ilim adamlarına düşen; insanları, Kur’an’ı ve onun ilmini, ahkamını öğrenmeye çağırmak ve bunu teşvik etmektir. Hayatı boyunca belki hiç Kur’an okumamış veya bir tek Nebevi sözü bilmeyen insanları, böyle şeylerle uğraştırmanın hiçbir değeri yoktur.

Öyleyse bu insanların önce Rabblerini ve O’nun kitabını ve Rasulü’nün (s.a.v.) Sünnetini tanımaya ihtiyaçları vardır. İçine düştüğümüz bu cehalet ve zilletin tek nedeni “İlim”den elimizi çekmemiz ve ona sırt dönmemizdir.
İnsanları “üç aylar” adına sünnet dışı ibadetlere ve hayır işlemeye davet edenler bir bakıma, Allah Rasulü (s.a.v.) adına yalan hadis uyduranların çizgisini ve geleneğini devam ettirmektedirler. Dikkat edilirse insanlar Hristiyanlıktaki gibi, tamamen pasif olan ve Müslümanı, Kur’anî görevinin dışındaki amelleri işlemeye teşvik edilmişlerdir. 
  
 Görünen o ki, bize bin yıldır bir gelenek- görenek din olarak dayatılmış ve öyle yaşamaya teşvik edilmiş. Ülkenin en büyük din otoritesi olan Diyanet işleri başkanlığının hazırladığı İslam Ansiklopedisinde bu kandillerin gelenekleştirilmiş olduğu ifade edilmiştir. Buna rağmen  Kandil gecelerini bizzat organize eden, camilerde mevlid ve dua merasimleri düzenleyen, bu geceler münasebetiyle kutlama mesajları yayınlayan ve halkın kandilini kutlayan da yine Diyanet’in kendisi. Anlaşılır gibi değil...

Yararlanılan Kaynak:Kandil Geceleri ve Bin Yıllık Yanılgı(Mehmet Emin Akın)
              

Muhabbetle
Hanife Mert

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlu Olsun


Egemenlik verilmez alınır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
"Çocuk sevgisi insan sevgisi için bir ihtiyaçtır."

Gazi Mustafa Kemal Atatürk' ün tüm çocuklara armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun. Atamızı sevgi, saygı ve minnetle anıyoruz...


Muhabbetle,
Hanife Mert



20 Mart 2017 Pazartesi

KIRGIN UMUTLAR


Bu sabah öyle durgundu ki sular, 
Sardı yüreğimi huzursuzluklar. 
Bu sabah öyle kırgın ki umutlar, 
Açtırmaz gülü, solgun tomurcuklar.

Ekti yüreğime nefret tohumu,
Kesti aydınlığa çıkan yolumu. 
Özenle  hazırlar acı sonumu
Bulamadım gitti, doğru yolumu.

Şüpheyle bakarken hüzünlü gözler.
Ne yapsa kar etmez, söylenen sözler, 
Mutsuzluğa gebe olmuş atıyor, 
Acıyla dağlanmış çarpan yürekler. 
                               
Bilirim sonsuza dek sürmeyecek,
   Yol yakınken yanlıştan dönülecek. 
Ağlayan gözlerim, elbet gülecek,
Umutlu günlerim geri gelecek.
                         
                              Hanife Mert

16 Mart 2017 Perşembe

Güven ve İnsan


Derler ki; "Yaşadığın yeri cennet yapamadığın sürece, kaçtığın her yer cehennemdir." Bu sözden yola çıkarak insanın öncelikli görevinin; hayatı yaşanılır kılmak,huzur içinde, barış içinde, adil bir biçimde, insanca yaşamasına olanak sağlamak olmalıdır. Bu durum sağlanmadığında ise, toplumda huzursuzluk, güvensizlik, mutsuzluk, sevgisizlik, gerilim, hakim olacaktır. Bu bağlamda toplumda çıkar kargaşası yaşanması, şahsi çıkarların toplumsal çıkarların önüne geçmesi de kaçınılmaz bir hal alacaktır. Devamında da " BEN" merkezli bir hayat felsefesi benimsenmiş, ben doğruyum, ben haklıyım, benim hakkım düşüncesi hükmetmiş durumda vicdanlara...
   Hiç şüphesiz insan güvende olmak güvenmek ister. Zira yaradılışı gereği kendini güvende hissedeceği ortam ve etrafında güvenebileceği insanları görmek ister. İnsanlar arasında olması gereken en önemli ve en kuvvetli duygudur güven duygusu.İnsan ilişkilerini doğrudan etkileyen, yaşantısına direk etki eden bir durumdur. Yaşam ve toplum güven üzerine kurulmuştur.
    Tarif etmesi zor olan bu duyguyu yaşadığımız toplumda ne kadar hissedebiliyoruz? Hangimiz etrafımızdaki insanlara yüzde yüz güvene biliyoruz? Bu soruya evet demek neredeyse imkansız. Öyle olmasaydı toplumda birlik sağlanırdı. Öyle olmasaydı hak hukuk kişilere göre farklılık göstermezdi, öyle olmasaydı bize reva görülenler yaşanmazdı. Zulümler olmazdı. Birlikten kuvvet doğar sözünün gereği sağlanırdı. Verilen sözler tutulur, saymakla bitiremeyeceğim sorunlar yaşanmazdı.
    Konuyla alakalı olduğunu düşündüğüm bir Nasrettin Hoca fıkrasını paylaşmak istiyorum;
Akşehir çevresini mesken tutmuş olan Timur bu bölgeye beraberinde bir de fil getirmiş. Başıboş bırakılan fil bağlara, bahçelere ve ekili tüm alanlara zarar vermeye başlamış. Yaşanan durumdan bezdir kalan Akşehir halkı çareyi Nasreddin Hoca’ya başvurmakta bulmuş. Demişler ki: Hoca, bu Timur denilen adam senin sözünü dinler. Şu filin bir çaresine baksan, anamızı ağlattı.
   Hoca bu teklifi kabul etmiş ve yarın hep birlikte Timur’un huzuruna varalım, derdimizi anlatalım demiş. Ertesi gün buluşmuşlar. Nasreddin Hoca önde, Akşehir halkı arkasında Timur’a gitmek üzere yola çıkmışlar. Her yol ayrımında gruptan birileri kopuyormuş. Nasreddin Hoca Timur’un karşısına geldiğinde bir de bakmış ki yanında kimsecikler kalmamış. Duruma fena halde bozulan Hoca               Akşehirlilere bir ders vereyim diye düşünmüş ve Timur’a:
  -Efendim, biz Akşehirliler olarak getirmiş olduğunuz fili çok sevdik. Fakat hayvancağız yalnızlıktan olsa gerek çok huzursuz görünüyor. Akşehir halkı bu filin eşini de getirmenizi istiyor, der. Timur bu sözlerden hoşlanır ve Akşehirlilerin isteğini yerine getireceğini söyler. Timur’un yanından ayrılan Nasreddin Hoca kendisini beklemekte olan ahalinin yanına geldiğinde halk merakla ne yaptığını sorar. Hoca gülerek cevap verir: Müjdeler olsun. Belânın dişisi de geliyor.
  Yaşadığımız ortamlarda benzer olayları hepimiz yaşamış olabiliriz. Kendilerine güven telkin ederek bir işi yerine getirmesi için görevlendirdiğimiz kimseleri yarı yolda bırakmak insanlığa sığmaz...


Muhabbetle,
Hanife Mert

8 Mart 2017 Çarşamba

Kördüğüm Gibi Sevgi



Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygu. O öyle bir duygu ki, paylaşıldıkça azalmaz aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Sevginin yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır.

Zira, hayatın anlamı, ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir… Sevgi günümüzde olduğu gibi yüreklere hapsedilmemeli. Aynı zamanda eyleme dönüştürülmeli dillendirilmelidr de...

Eşlerin birbirine duyması gereken sevginin şeklini derecesini gösteren, yaşadığı hayatla bize örnek teşkil eden sevgili peygamberimizin eşine olan sevgisini gösteren bir hadise kulak verelim.

Peygamberimiz, eşine ayrı bir önem verir, aynı zamanda eşleri birbirine kenetleyen sevgi sözcük­lerini eşinden esirgemezmiş. O, aşkı sadece yüreğine hapset­mez aynı zamanda onu dillendirirmiş de… "Ben, Allah'ın sevgilisinin sevgilisiyim" diye kendisiyle övünün peygamberimizin sevgili eşi Hz. Ayşe annemiz bir gün her kadının merak edebileceği eşine sorabileceği bir şeyi sorar peygamberimize:


– Efendim, beni seviyor musun? der.

Sevgili peygamberimiz de; "Bu ne biçim soru, bu da nereden çıktı, sevmesem yanında olur muydum," türünden cevaplar vermek yerine, O kendinden emin bir şekilde şöyle der:
– Evet, ya Ayşe elbette seni seviyorum!
Bu cevap Ayşe annemizi muhtemelen tatmin etmez ki, sevgisinin ölçüsünü merak eder ve ardından ikinci sorusunu sorar:

– Beni ne kadar seviyorsun ya Resûlallah? der

Bunun üzerine peygamberimiz, hem Hz. Ayşe'nin hem de bizim yüreğimizin derinliklerini titreten şu içten, samimi ve bir o kadar da edebi ifadeyle şöyle cevap verir:

– Kördüğüm gibi.

Peygamberimiz, eşini asla açılmayan, çözülmeyen, kördüğüm gibi bir sevgiyle sevdiğini söylüyordu. Bu, açılmayan, bitmeyen sırlı bir sevgi demekti. Eşinden duyacağı sevgi sözcükleri bir kadının gıda­sıdır...

Aradan birkaç yıl geçiyor… Hz. Ayşe, yıllar öncesinden kalma o “kördüğüm”ü hatırlatmak istiyor ve Efendimiz’e… Damdan düşer gibi soruyor: “Efendim, kördüğüm ne alemde?”

“Ne kördüğümü?” diye sormuyor Efendimiz…

“Bunca işimin arasında yıllar önce söylediğim bir kelimeyi hatırlamamı bekleyemezsin” diye azarlamıyor Hz. Ayşe annemizi… “Ben nelerle meşgulüm, sen nelerle meşgulsün” diye de küçümsemiyor…

O cümleyi bir dakika önce söylemiş gibi gülümsüyor, sadece. Derin derin eşine bakıyor ve teminat veriyor:

“Kördüğüm daha ilk günkü gibi, yüreğime bütün bütün dolaştı…”der.


 Kadının değersizleştirildiği, en ağır zulmün reva görüldüğü bir dönemden geçmekteyiz. Bu vesileyle hayatını örnek olarak almak durumunda olduğumuz sevgili Peygamberimizin yaşayışı ve tavsiyelerinin referans olması temennisiyle, tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günününü kutluyorum..


Muhabbetle,
Hanife Mert

31 Aralık 2016 Cumartesi

Yeni Yılda Yeni Umutlarla


Dünde her ne yaşamışsak geride kaldı. Dünde yaşananları kayıpları geri getiremeyeceğimize göre, dünden ders almalı geleceği ona göre planlamalıyız. Dünden kalma hatalarla bu günün planı yapılmaz...

İyisiyle, kötüsüyle, huzuruyla, huzursuzluğuyla, mutluluğuyla, mutsuzluğuyla, acısıyla, tatlısıyla, günahıyla sevabıyla yaşanan her an geride, dünde, 2016 da kaldı... Bu gün yeni bir gün yeni bir yıl yeni bir umuttur.

 Yeni yılda yeni umutlar yeşersin yüreğinizde, sağlık, huzur, mutluluk, dostluk, sevgi duyguları kök salsın gönlünüzde. Sevdiklerinizle birlikte, mutlu ve umutlu yıllar gezinsin ömrünüzde...

 2017 yılının ülkemiz ve insanlık alemine, göz yaşlarının son bulduğu, acıların, zulmün, tacizin, tecavüzün, haksız yere ölümlerin, savaşların, yolsuzlukların, yoksullukların, haksızlıkların son bulduğu, huzur ve güvenin, adaletin sağlandığı, sevgi, barış ve kardeşliğin hakim olduğu bir dünyada yaşamayı, sevginin sarıp sarmaladığı bir yıl olmasını diliyorum...

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN


Muhabbetle,
Hanife Mert

11 Kasım 2016 Cuma

Atatürk'ü Anma Programı


Atamızın 78. ölüm yıl dönümü nedeniyle hazırladığımız anma etkinliğinde yaptığım konuşmayı sizlerle de paylaşmak istedim... Uzun zamandır bu konuşma üzerinde çalışıyor olmam nedeniyle bloguma pek giremedim...

Çok yönlü ve üstün kişiliğe sahip bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk’ün, aramızdan ayrılışının üzerinden tam 78 yıl geçti. Her fani gibi, o da payına düşeni yaşadı. O, kısacık hayatında, bir milletin kötü talihini yenmesini sağladı ve dünya tarihinde de benzeri görülmemiş izler bırakarak bu dünyadan göçtü. 
 
 Mensubu olduğu Türk Milleti'ni sonsuz bir aşkla seven Atatürk, milleti için her türlü zorluğa katlanmış ve kendini ona adamıştır. Onun "Ben, gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk milletine canımı vereceğim"(Trabzon, 11.6.1937.)  sözü, milletini ne kadar çok sevdiğini göstermektedir.
   Hiç şüphesiz Türk Milleti de Atasını çok sever. Zira daha küçücük bir çocukken anne babamızın kucağında katıldığımız törenlerde kazındı ismi beyinlerimize…
Okulda, ders işlerken  sınıflarımızda,  karşımızda duran resmiyle yüreğimize düştü sevgisi. Okulda öğretmenlerimizin, onun başarılarını, ilkelerini, devrimlerini, vatan, millet, bayrak aşkını; evde büyükannemizin büyükbabamızın anlattıkları kahramanlık öyküleriyle de ilmek ilmek işlendi yüreğimize Atatürk sevgisi.
 Atamızı hepimiz severiz. Severiz sevmesine de acaba bu sevginin hakkını verebiliyor muyuz?. Peki nasıl olmalı Atatürk'ü sevmek? On kasımlarda, bayramlarda  resmini,  rozetini yakamızda taşımakla mı, duygu yüklü  şiirler okumakla mı,  yoksa Atam sen olmazsan biz olmayız, gene gel kurtar bizi demekle mi? Olmaz arkadaşlar! Olmaz ! Atatürk sevgisi böyle olmaz. ya nasıl olmalı? 
Gelin bunu kendinden öğrenelim:

1-Atatürk'e göre ASIL SEVGİ
Atatürk’ün en büyük zevki, toplantılarda rastladığı herhangi birine ani bir soru sormak ve alacağı cevaba göre o şahsın bilgisini takdir etmekti. Bir cumhuriyet balosunda yaverlerden Nihat Bey’e şu soruyu sorar:
'Ben ölürsem, ne yaparsın?'
Nihat Bey:
'Ben de ölürüm Paşam, cevabını verir. 
'Atatürk aldığı cevaptan memnun kalmamıştır. Sert bir ifadeyle şunları söyler:
'Eğer beni hakikaten seviyorsan, ölmemen lazım. Yaşamalısın ve benim telkin ettiğim ideallerin benden sonra da gerçekleşmesine, yaşamasına çalışmalısın. İşte gerçek sevgi budur.' der.
 2-Sen Güreş Bilir misin? 
Sevilmek ve ilgi görmek isteği insanın doğasında vardır. Yaşamdaki mücadelenin belki de birinci nedeni insanların kendilerine yönelik ilgiyi artırma isteğidir. Bu nedenle sevilmek kadar sevmenin de önemli olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Ailelerinden uzakta vatani görevlerini yapan Mehmetçiklerin, ilgiye herkesten daha fazla ihtiyaçları vardır. Onlar bu ihtiyaçlarını komutanlarından görecekleri sevgi ve şefkat ile giderirler. İnsan doğasındaki bu ihtiyaçtan dolayıdır ki; ATATÜRK yaşamı süresince karşılaştığı her Mehmetçikle ilgilenmiştir. O gücünü korkudan değil, paylaşıldıkça artan ve kalpleri fetheden sevgiden almıştır. Bunun en anlamlı kanıtı Mehmetçiğin aşağıdaki anekdotta yer alan, ‘’ ATA’m senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?‘’ sözüdür. Burada işaret edilen sevginin yenilmezliğidir:
Bir seyahatinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu:
-Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi.
Genç asker daima galip geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
-Haydi, bir de benimle güreş!
Saf ve temiz Anadolu çocuğu ATA’sının yüzüne hayranlıkla baktı:
-Atam, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
3-Atatürk’ün kitap okumaya verdiği önem ile ilgili anı 
Atatürk, kitap okumayı, araştırma yapmayı, fikir ve düşüncelerini insanlarla paylaşmayı pek seven bir liderdi. Onun, henüz okul çağlarında başlayan kitap okuma alışkanlığı, savaş zamanında bile devam etmiş, cumhuriyet yıllarında ise daha da artmıştır.
Cumhuriyet döneminde büyük bir kütüphaneye sahip olan Atatürk, okumuş olduğu yerli ve yabancı birçok eser sayesinde geniş bir kültüre de sahipti.
Büyük Önder Atatürk’ün hizmetinde bulunanlardan Cemal Granada anlatıyor:
“Bir gün Atatürk, tarihle ilgili bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken devlet başkanının kendini kitaba vermesi Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olmalı ki Atatürk’e şöyle dediğini duydum:
- Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma… 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu içten yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi:
- Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım, dedi.
Atatürk’ün  hayatı boyunca 3997 adet kitapokuduğu bilinmektedir.
  Atatürk,toplumun her kesimini kucaklayan bir halk adamıydı. Köylüye, askere, polise, öğretmenlere, sanatçılara, sporculara, Türk kadınına, çocuk ve gençlere. kısacası toplumun tüm kesimlerine değer vermiş ve destek olmuştur. O bir halk adamıdır; çünkü hep halkı için uğraşmış, halktan birisi gibi davranmıştır. Onun ”Benim için en büyük makam ve ödül, Türk milletinin bir ferdi olarak yasamaktır.”sözü de bunu kanıtlar. Atatürk eğitim, bilim,fen, sanat, spor ve kültüre çok önem vermiştir.
4-Mustafa Kemal’in (Tiyatro) ile ilgili anısı
Muhsin Ertuğrul, bugünkü adıyla İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Genel sanat yönetmenidir. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk de Dolmabahçe’de kalmaktadır o günlerde…
Bir gece Gazi’nin oyun izlemeye geleceği duyurulur Muhsin Ertuğrul’a. Herkes telaş içindedir. Çünkü oyunun başlama saati gelmiştir ancak Mustafa Kemal gecikmiştir.Ne olacaktır şimdi? Muhsin Ertuğrul tam saatinde başlatır oyunu. Bir süre sonra Gazi gelir.Yanındakiler korkarak oyunun başlatıldığını haber verirler Gazi’ye. “Ya, öyle mi? Bitimde görüşürüz Muhsin Ertuğrul’la..”  der ve locaya girip oyunu izler. Oyunun bitiminde beğeniyle alkışlamaktadır aktörleri. Muhsin Ertuğrul Gazinin yanına girer. Gazi ayağa kalkar: “Sizi kutlarım..” der. “İşinizle ilgili ciddiyetiniz, ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı da gösterir. Biz geç geldik. Oysa böyle bir kurum perdesini zamanında açmak zorundadır. Görevinizi yaptığınız için özellikle kutlarım sizi..” der.
Muhsin Ertuğrul’a böyle söylediği için kimse şaşırmamalı…
Çünkü daha ileriki yıllarda yanındaki yönetici takımını “Efendiler! Bakan, Başbakan hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz… Ancak sanatçı olamazsınız!”diye uyaracak kadar yanında olacaktır sanatçının ve sanatın…
      5- Atatürk ve Edebiyat

Dilimize büyük önem vererek Türk Dil Kurumu’nu kurdurması ve bu bağlamda kendisinin de çalışması bir yana, yazarları da olumlu anlamda yönlendirmiştir Atatürk…
Bunun örneğine geçmeden önce 1923-1924 yıllarında “irtica” sözcüğünü nasıl tanımladığına bakmak gerekir Gazi’nin…
“Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her yararlı şey karşısında, onu ortadan kaldıracak bir güç belirir. Bizim dilimizde buna “irtica” derler. İyi bir şey yaptınız mı biliniz ki bunu ortadan kaldırmak için karşınıza muhalif, gerici bir güç çıkacaktır. Bundan dolayı bu iyi işi yapmadan önce, karşınıza dikilecek kara gücün de ortadan kaldırılması önlemini almak gerekir. Halkımız güven içinde ve huzurlu olsun ki, bugünkü devrimi yapanlar ve bu devrimi tamamlamaya karar verenler, karşılarına çıkacak bu tür gerici güçleri, tam da çıktığı noktada ezebilecek güç, yetenek ve önlemi almaya maliktirler.Bizi yanlış yola yönlendiren soysuzlar, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, tutsak eden, perişan eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.
Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok uzaktır. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka yerlerde sahne arasınlar. Geçmişin dalgınlıkları, paslı durgunlukları, Türkiye halkının belleğinden silinmiş olduğunda, kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Eriştiğimiz mutlu durumdan bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye bile yetkili olmadığı kesin bir gerçektir.”
Kuşkusuz Gazi bunları söylemekle kalmamış, edebiyatın gücünü bildiği için büyük romancımız Reşat Nuri Güntekin’i, romanımızın doruklarından Yeşil Gece’yi yazması için özendirmiştir de…
Kuşkusuz bunu buyruk verir gibi değil de “Yobazlığı yeren, Cumhuriyeti savunan bir roman yazar mısın?” yaklaşımıyla gerçekleştirmiştir…
Üstelik bunu ne zaman ve nasıl yapmıştır?
Tam da Sayın Güntekin, Emile Zola’nın “Hakikat”(bugünkü deyişle “Gerçek” ) adlı romanını çevirdikten sonra…
“Devrimimizi halka anlatmak için dünya yazarlarından da yararlanalım ancak esas olan, ulusal edebiyat’ta da anlatılması/yazılmasıdır bu tür gerçeklerin…”yaklaşımıyla.
Kaldı ki eşsiz yapıtı Nutuk (Söylev), neredeyse, belgesel roman kurgusuyla yazılmış bir baş yapıttır. Yazarız diye geçinen bizim gibi birçok edebiyat adamının, onun eşsiz üslubundan/anlatımından öğrenecek çok şeyimiz var…



6- Ölüden Medet Ummayın

İnsanların sıkıntılarının ve geri kalmışlıklarının gerçek nedenini; hoşgörü ve yaratıcılığı reddeden hurafelerin etkisinden kurtulup, akıl ve bilimin gücünden yararlanma refleksini gösterememiş olmalarında gören Atatürk; ülkede şeyhlik ve dervişlik iddiasında bulunup halkın bilincini sömürenlere asla izin vermemiştir. Tanrı ile kul arasına girerek inançların sömürüsünü yapmaktan başka mesleği olmayan asalakların uygar dünyada yeri olmamalı. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün bu konudaki yaklaşımını yansıtması açısından güzel bir örnektir.


 - Atatürk'ten Sakal Üzerine

Atatürk, Amasya ziyaretinde. Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;Kimdir bu? Vali yanıt verir;Efendim kendisi Şıh'tir. Yörede çok hatırlısı vardır. Atatürk, Şıh'ı yanına çağırır ve; "Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Sunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan" der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir. Şıh; "Emrin olur Paşam" diyerek yerine çekilir.Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk, Amasya'daki Şıh'i hatırlar ve Valiyi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'in sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazirini çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister.
Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata’yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış... Şıh gelir Ata’nın karsısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet bastan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar; "Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? " Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp; "Dün aksam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim" der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp, nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır; "İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince; bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarin başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...

7- Türk Milletini Uyandırmak
Atatürk derin derin düşünürken İnönü’ye bakıyor, “bunca senelik dostumsun, cephelerde çarpıştık, zorluklarla mücadele ettik, yılmadık ama bana bugüne kadar karşılaştığın en zor şey nedir diye hiç sormadın Paşa” diyor. "Haklısınız" diyor İnönü, hafif bir tebessümle, "gerçekten, neydi karşılaştığınız en büyük zorluk?"
Gülümseme sırası o çakmak gözlü güzel insandadır, “uyandırmak Paşa” diyor.
“Türk halkını uyandırmaktı en zor olan!"
"Haklısınız" diyor İnönü.
Atatürk devam ediyor, “pekiyi ondan daha da zor olan neydi bilir misin?” diye soruyor.
Şaşırıyor İnönü. "Türk halkını uyandırmaktan daha zor olan nedir ki?" diyor.
Yine gülümseyen Atatürk, “uyandıktan sonra şaha kalkan Türk halkını durdurmak Paşa!” diyor.


Üzerinde yaşadığımız bu vatan, bağımsızlığımızın simgesi ay yıldızlı bu bayrağımız, Cumhuriyetimiz kolay kazanılmadı. Her birimizin atası, dedesi adı bile duyulmamış cepheleri kanlarıyla sulamıştır.


Çoğunun mezar taşı dahi yoktur hatta şehit düştüğü yer bile bilinmez...


Bütün çekilen çilelerin, yapılan fedakârlıkların bilincinde olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet yaşamasını sağlamak için var gücümüzle mücadele etmeli. Bu sorumluluğu bizden sonraki nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcu olmalıdır. Bu Millet üzerine düşen sorumluluğun bilinci ile gerektiğinde yine şaha kalkacak ve gereğini yapacaktır...
8-Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini
Kurtuluş Savaşı yıllarında, Milli mücadele sırasında Ankara’da kurulan mecliste, bir toplantıda Bursa Mebusu Dr.Baha Bey meclis kürsüsünden;

"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini? "
Namık Kemal'in bu iki dizesini okur... Bunun üzerine
Mustafa Kemal'in yanıtı şöyle olmuştur;
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!"
Geçmişte olduğu gibi bu günde, düşman vatanın bağrına hançerini dayamış durumda, acaba bunun farkında mıyız!
Büyük Atatürk, 10. Yıl Nutkunda; “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diyor. Elbette dünyada en önemli aydınlatıcı gücün, yüksek Türk Medeniyeti olduğuna işaret ediyor ve reçeteyi de kendi Türk kültür dünyamızda aramamız gerektiğine dikkat çekmektedir. Büyük Atatürk, Türk Milletine hedef olarak da, muasır(çağdaş) medeniyet seviyesinin üzerine çıkma azim ve iradesini göstermektedir.

 Büyük Önderimizi andığımız bugünde O’nu yas tutarak değil, yapmamız gereken şeyleri ne ölçüde gerçekleştirdiğimizi, eksiklerimizi nasıl gidereceğimizi tartışarak anmak en doğru yol olacaktır. Atatürk’ün fikir ve düşüncelerini iyi anlayıp uygulamaya koymak, bu vatanda yaşayan her Türk evladının en asli vazifesi olmalıdır.

Bu vesileyle çeşitli kaynaklardan faydalanarak, Atatürk'ten Türk Gençliğine unutulmaz anılardan küçük bir demet sundum.
Gençlik Ata'sının anılarını okumalı öğrenmeli, ondan feyz almalı. O'nun gösterdiği çağdaş uygarlık yoldan ayrılmadan, üzerimizde kara bulutların dolaştığı ağır bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde her zamankinden daha fazla, Ata'sına ve onun emanet ettiği cumhuriyete, ilke ve inkılaplarına, vatana, bayrağa sahip çıkmalıyız. Farklılıkları bir kenara bırakarak her zamankinden daha fazla birlik ve beraberlik şuru ile hareket etmeliyiz.
Bu ülke bu millet sana minnetardır, büyük Atatürk... Her insan doğar, büyür ve ölür. Kalıcı olan bıraktığı emanettir. Millet olarak bize bıraktığın emaneti canımız pahasına koruyacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın.
Silah arkadaşlarınla beraber kurduğun Cumhuriyet'inle kalbimizde yaşayacaksın..
Ruhun şad olsun.

Muhabbetle
Hanife Mert

KAYNAKLAR
1- Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul 1973, s. 98.


2- Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul 1961, s. 307–308.


3-Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009




4-Atatürk ve Sanat
Yazar Tuncer Cücenoğlu
Sayfa 2 of 2
5-H.R. SOYAK, Atatürk’ten Hatıralar, s.268

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...