29 Ağustos 2015 Cumartesi

BEN DE..!

"Toros Dağları'nın tepelerinde tek bir Türkmen evinin bacası tüter halde kalmış ise, ben bu milletten umudumu kesmem ; bayrağımı göğsüme sarar, milletimin istiklali uğruna ölürüm!"

Mustafa Kemal ATATÜRK

28 Ağustos 2015 Cuma

Büyük İşleri Büyük Milletler Başarır!


Şanlı tarihimiz sayısız zaferlerle doludur. Fakat 30 Ağustos 1922’de zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Türk Milleti adeta yeniden dirilmiştir. Malazgirt Savaşıyla 26 Ağustos 1071'de  Anadolu'nun Türk’lere kapılarını açan kahraman ordumuz; Başkomutanlık Meydan Muharebesiyle de Anadolu topraklarının Türk vatanı" olduğunu önünde durulmaz bir iradeyle düşmana ispatlamıştır. 30 Ağustos 1922 tarihi, Türk ulusunu esir etmek isteyen emperyalist güçlere karşı; kadınıyla çocuğuyla, ordusuyla topyekün verdiği bir savaşın ve ulusal benliğini kurtardığı ve zafer destanının yazıldığı gündür.

Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk büyük Nutuk’(Söylev)unda Kurtuluş Savaşının nasıl kazanıldığını anlatır. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı ve İnönü Savaşları kahramanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa büyük bir gizlilik içinde taarruz planlarını hazırlarlar.

26 Ağustos sabah, saat 05.30’da Türk topçu birlikleri Afyon’un güneyinden düşman siperlerini ateşle vurmaya başlar. Ardından piyadeler hücuma geçerler. Planlandığı gibi Büyük Taarruz devam eder ve düşman gerilemeye başlar, bozguna uğrayarak ikiye ayrılır.

30 Ağustos’a kadar düşman ordusu çembere alınır. 30 Ağustos sabahı, 1. Ordu ve avcı hatlarını ve 4. Kolordu’yu denetleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa; saat 14.00’da Aslıhan’lar yakınındaki "Komuta Karargâhından taarruz emrini verir. Dumlupınar’da ordumuz düşmana son darbeyi vurur. Düşman askerleri kaçmaya başlar. Mustafa Kemal Paşa; kaçan düşman askerlerini kovalamak için, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!" komutunu verir. Yunan Başkomutanı General Trikopıs dâhil çok sayıda asker esir alınır.

Şahlanan Türk Ordusu düşman güçlerini İzmir’e kadar kovalar. 9 Eylül 1922 günü Türk Ordusu İzmir’e girer. Batı Anadolu’yu yakan yıkan düşman kuvvetleri canlarını zor kurtararak, geldikleri gibi gemilere binerek giderler.

Atalarımızın destanlar yazarak bize emanet ettiği bu kutsal vatanımıza, bayrağımıza, tarihimize, sahip çıkmak en öncelikli görevimizdir. Vatan sevgi demektir, bağımsızlık demektir, özgürlük demektir, İman demektir, vefa demektir.

Millet olarak içimizdeki coşkuyu heyecanı diri tutmalı bizi birbirimize düşürerek ayrıştırıcı, ötekileştirici politikalarla kendisine rant sağlamaya çalışanlara cevabımız aksine birleşerek, birlikte kenetlenerek sevgi, kardeşlik, birlik ve beraberlik bağlarımızı güçlendirmek olmalı. Bu vesileyle, 30 Ağustos zafer bayramımızı kutluyor, başta Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, onun silah arkadaşlarını ve bu vatan için canlarını feda eden aziz şehitlerimizi rahmetle, kahraman gazilerimizi şükranla anıyoruz.

Okurlarıma sevgilerimle,

Hanife Mert

 

Muhabbetle,
Hanife Mert

16 Ağustos 2015 Pazar

Sevginin Bittiği Yerde Şid-det Başlar!


   Hiç kimse boşanmak için evlenmez!
Her genç kızın hayalini süsler beyaz gelinlikle, kınalı elleri ile dünya evine girmek. Beyaz gelinlik masumiyetin, saflığın, temizliğin simgesi. Kına ise; eskiler kınanın eşleri birbirine sevgili yapmak, bir ömür boyu aşklarının devamını sağlamak amacı ile yapıldığını söyler. Kına gecesi dendiğinde aklıma “hüznün ve mutluluğun aynı anda yaşandığı gece” gelir. İroniktir ki hem ağlayıp hem de gülerek kutlama yaparız.
  Saf ve masum niyetlerle ideal bir koca, mükemmel bir eş olacağını, üstün vasıfları sayesinde baş tacı edileceğini umarak, çoğunlukla da severek-anlaşarak yuvalar kurulur.

 Niyetler güzel, başlangıçlar güzel. Peki ya sonra..? 
  Mutluluk coşkusu nasıl oluyor da biranda huzursuzluk kabusuna, eşler biranda kurt adama dönüşüveriyor? Akıl almaz yıpratma senaryoları icat ediliyor. Nasıl “aile” olarak adlandırılan kutlu bir kavram psikolojik bir savaş ortamında katlediliyor? Eşler birbirine öyle hoş olmayan davranışlar sergiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan günün birinde eşine “seni hiç tanıyamamışım” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz, yani mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz !.. Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler…
  
     Evlilik bir ast üst ilişkisi değil, "DOST" ilişkisidir
Aile, kar amacı güden bir şirket değildir. Dolayısıyla eşler de birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan yöneticiler değil. Bu bağlamda eşler bir elmanın iki yarısı gibi birbirini destekleyen birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Zira onlar kurulan yuvanın sürekliliğini sağlamak için bu uğurda birlikte  mücadele eden, sabır gösteren iki dost olmalı.
 Ailede huzurun temini ve devamlılığının sağlanması eşlerin, birbirini ast- üst olarak değil, candan bir dost olarak görmesi ile mümkün olacaktır. 

             Sevginin bittiği yerde şid-det başlar!
Hiç şüphesiz bir aileyi ayakta tutan, onun uzun ömürlü mutlu ve huzurlu bir yuva olmasını sağlayan en önemli etken; eşlerin birbirine sevgiyle bakması ve sevgi ile bakan gözlerin birbirine güven duyması. Sevgi ve güvenin olduğu yerde saygı olmaz mı hiç..?
 Boşanmaların hızla arttığı günümüzde, sayıları az da olsa uzun yıllar mutlu bir şekilde evliliklerini sürdürmüş nice insanlar tanıyorum. Onlara uzun süren evliliğin sırrını sorduğumda aldığım yanıt şu; Yüreklerini sıcacık yapan ve hiç tüketemedikleri "sevgi", birbirlerine karşı duydukları "güven" ve "saygı" olduğudur. Bu üç sac ayağı devamında uzun süren bir evliliği beraberinde getirecektir. Sevginin açamadığı kapı var mıdır? Elbette yoktur. Günümüzde yaşanan en büyük zulümlerin temeli değil midir, sevgisizlik..?
 Buraya kadar güzel. Peki birbirine deli divane olan, büyük bir aşkla severek evlenen eşleri çıkmaza sürükleyen ve boşanmaya kadar götüren sebep ne? Cevap çok basit. Ekonomik, psikolojik, sosyolojik, felsefik… sebeplerin yanında bana göre en önemlisi; yüreklerinde var olan sevgiyi kurutmaları. Besleyip büyütememeleri... Şiddete kapı aralamaları. Bunun için sebep çok. Arayana bahane mi yok!
   
Başkalarıyla kendini mukayese etmek, başkaları üzerinden kendi ilişkilerimizi yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağı aslında. Üzerinden yıllar geçse bile bu sebepler aile tarihi içerisinde dipdiri ayakta tutuluyor.
  
  Örnek mi? buyurun; yeni doğan çocuğa isim verme meselesi – kocanın bir süre işsiz kalması veya çalışma hayatının düzenli olmaması – doğum yaptığında bilezik alınmaması – eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması – emekli olan kocanın evde ona-buna karışarak varlığını hissettirmesi – bazı kocaların ev işlerine yardım etmesi, kendi eşinin kaytarması – çocukların derslerine yardımcı olmama – gezdirmeme – sülaleden herhangi birini eleştirme – tasarrufa zorlama – dilediği eşyaları almasına izin vermeme vs. vs…   Geleneksel kültürümüzde erkek çocuklarımızı kızlardan farklı yetiştiririz. Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiririz. Böyle bir ortamda yetişen erkek doğal olarak evinde eşinden de benzer ilgiyi alakayı bekleyecektir.  Sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı konmaması, İşten eve döndüğünde beklediği karşılamanın yapılmaması, kadının çok konuşuyor olması, kadının evde özensiz, çekicilikten uzak olduğu mazeretleri gibi...

Daha buna benzer birçok konu alt alta toplanıp, çıkan sonuca “şiddetli geçimsizlik” adını veriyoruz! Tabii ki çok gezmek, çok tv seyretmek gibi gayrı ciddi olanların yanı sıra, aldatma gibi çok ciddi sebepler de şiddete sebep olabiliyor...  İster kavga gürültü devam etsin, ister boşanmayla sonuçlansın, sonunda olan çocuklara oluyor.
 
 Halbuki çocuklar ne kadar çok seviliyordur! Evde her şey y olunda giderken çocuklar baş tacı, ayrılık söz konusu olunca birer ayak bağıdır.
 Ayrılık durumunda çocuklar iki şekilde kullanılmaya mahkumdurlar: Çocuğu hangi taraf almış ise, en kısa zamanda karşı tarafa nefret duymasını telkin etmek. İkincisi, yüreği cız etse de çocukları karşı tarafa terk edip , kendi yoksunluğunu hissettirerek kendi kıymetini bildirmeye çalışmak… Bu iki tavrın dengeli ve sağlıklı bir orta noktasını uygulayabilmek ne yazık ki pek mümkün olmuyor...

Şüphesiz bir yuvanın kurulması kolay değil. Tabiri caizse hani derler ya, dişiyle tırnağıyla kuruluyor. Belki çok uzun mücadelenin, sabrın, özverinin çok şeyden feragat etmenin, taviz vermenin eseri bir yuva...Temeli sevgi, saygı ve güven olmazsa olmazı bir ailenin. Bu üç sac ayağından biri yok olduğu zaman o temel çatırdamaya başlar. Saygı ve güven yok olduğu zaman da o evlilik bitmiş demektir. Bunun sonucu şiddet, aşağılamak, onur kırmak, gurur incitmek değildir, olmamalı. Medeni insanlar karşılıklı konuşarak bir sonuca bağlamalı. Korku, tehdit, kaba kuvvet insanın acizliğinin bir sonucudur...
Yuvanızdan sevgi, huzur, mutluluk eksik olmasın...


Muhabbetle,
Hanife Mert

9 Ağustos 2015 Pazar

Umut İşte!

Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne alev alev vuran yakıcı güneş ışığının etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu, lakin derenin kenarındaki dut ağacının yapraklarının hışırtısı, dalların arasından dalga dalga etrafa yayılan ışık hüzmesi, masmavi gökyüzü ruhu dinginleştiriyordu. Küme halinde uçan serçelerin cıvıltıları ve çekirge sesi insana yaşama sevinci aşılıyordu.
Her zamanki gibi bebeğini kucağına alıp derenin kıyısına, dut ağacının dibine oturdu. İnsana huzur veren güzelliklerin farkında bile değildi. Zira aklı kocasında idi... "Ali'm nerededir, kiminledir, ne yer, ne içer..?" sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Kafası iyice karışmıştı... Başını önüne eğmiş, gürül gürül akan suya dalmıştı mahzun gözleri. Sanki suyun binlerce metre derinindeki bir noktayı görüyor gibiydi. Neden olduğunu anlamadan birden ürperti hissetti. Başını kaldırdı, önce yavrusunun gözlerinin içine, sonra da ufka baktı; "Sanırım bu gün de gelmeyecek!" dedi sessizce. Sonra hiçbir şeyden habersiz mışıl mışıl uyuyan bebeğine döndü; "Baban" dedi "sanırım artık gelmez…"
Bakışlarını tekrar akan suya sabitledi... Uzaktan gelen köy minibüsünün korna sesi irkilmesine sebep oldu. Bebeğini kucakladığı gibi koşarak yola çıktı. Minibüs tam önünde durdu. Büyük bir heyecanla izledi inenleri. Tek tek her birinin yüzüne bakıyordu soran gözlerle… Artık son kişi de inmişti. Minibüste kimse kalmamıştı. Kapının yanına geldi. Şoföre baktı umutla… Şoför ise;"Yok bacım, kocan bu gün de yok" dedi.
Hikayede, eşini İstanbul’a çalışmaya gönderen ve kendisinden bir daha haber alamayan bir kadınının umudunu yitirmeden sabırla çaresiz bekleyişini okuduk.

 Onu gelmeyeceğini bile bile çaresizlik içinde, her gün yavrusu ile birlikte dere kenarına getiren sebep içinde kaybetmediği umuttu...

 Neydi ki umut? Çıkmayan candan vazgeçilmeyen inanç mı? Ya da aza kanaat eden fakirin sofrasındaki katık mı?
Umut sabırdır, mücadeledir, heyecandır, hüzündür, inanmaktır, hayal etmektir kısaca insanı hayata bağlayan ölüm ile hayat arasındaki köprüdür…
Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı da… İnsanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla desteklenerek hayat bulur. Kimi zaman bir fakirin sofrasında ki çorbada, kimi zaman zenginin bankada ki hesabında, bir hastanın ilacında ki şifada, bir öğrencinin notunda, bir gencin geleceğinde, bir aşığın vuslatında, bir memurun emeklisinde, bir kuşun kanadında, bir toplumun savaşsız, barış, kardeşlik, sevgi duyguları ile bezenmiş çağdaş uygarlığı yakalamasında, soğukta titreyen evsiz bir yetimin sıcacık huzurlu bir evinde, huzuru tüketmiş bir ailenin saadetinde gizli…
İnsan umuda en fazla çaresizliğin pençesinde çabalarken ihtiyaç duyar. Çünkü umut çaresizliğin girdabında çabalarken anlamıdır. 


  Umut öyle bir şey ki çaresiz kaldığın en zor anlarda görülen küçük bir ışığa, tıpkı pervanenin ateşe koştuğu gibi koşmaktır...
Yapmak istediklerinizin peşine düşmek! Bu uğurda zorluklar, engeller, önünüze çıkan her ne varsa umutla, sabırla, kararlılıkla, azimle ve inançla mücadele etmek.
Bu çok kolay değil elbet… Hatta hiç kolay değildir. Kaldı ki önemli olan zoru başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen hedefe ulaşıldığında duyulan mutluluğu tarif edebilmek mümkün mü? Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o çok istediğimiz şeye ulaşmanın kıymetini anlayabilir miydik? Her karşılaşılan zorlukta vazgeçmek yerine umudunu güçlendirerek “olay daha bitmedi” diyerek mücadeleye ve yola yeniden devam etmek, yılmadan, yorulmadan…

 Kimi zaman da umut eder, hayal eder, sabreder, mücadele eder ama istediğimize ulaşamayabiliriz. Karamsarlığa kapılıp umuttan, hayalden vazgeçmek yaşamaktan vazgeçmek demek değil midir? Zira insan umut ettiği ölçüde yaşar. Aydınlık karanlığın bittiği yerde başlar...
   

 Bir gün savaşların kaybedip; barışın kazanacağına, zalimin kaybedip; mazlumun kazanacağına, cehaletin kaybedip; aydınlığın, bilimin, bilginin kazanacağına; herkesin herkesi anladığı, saygı duyduğu, iyiliğin,sevginin, hoşgörünün hakim olduğu müreffeh bir dünyaya sahip olacağımıza yürekten umut etmeli. İnsanların bir lokma ekmek uğruna birbirlerine zulüm etmediği, yerlerini yurtlarını terk edip uzaklara gitmek zorunda kalmayacağı bir dünyaya sahip olacağız diye umut etmeli. Sevgiyi bölüşe bölüşe çoğaltacağımız güzel günler gelecek diye... Her şey çok güzel olacak diye!..

Yaşamınızda umut ışığınız hiç sönmesin.

Muhabbetle,
Hanife MERT

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Doğru Sandığımız Yanlışlar!



Zırt pırt dokunma. Elden ele dolaştırma. Göbek altında tutma. Abdestsiz dokunma. Evde kolay ulaşılamayan yüksek bir yere koy ki, kutsallığına toz kondurma. Günah olur yoksa! sonra çarpılırsın ...
 Bu şekilde öğretildi bizlere çocukluğumuzda.Uzak tutuldu, aramıza ulaşılmaz mesafeler kondu.Yaklaştırılmadı hayatlarımıza, hayat rehberimiz olması gerekirken...
Korkuyla baktık şifa kaynağımıza, farkına varmadan aramız açıldı bir bakıma.
İçindekileri de ancak okuduğunu söyleyenlerin anlattıklarından öğrendik. Onca yanlış bilgi ve ön yargıyı kulaktan duyduklarımız doğru sandığımız bilgilerle edindik.
 Hakkında hala daha doğru düzgün bilgisi olan çok az insan tanıyorum etrafımda.Ya da okumuş olanını...
İki üniversite bitirmiş olan da dahil, kimse onu okumak istemiyor. İlgilenmediği gibi, merak da etmiyor. Kulaktan dolma bilgilerini doğrulamak için bile açıp bakmıyor. Ya da bilmediği anlamadığı bir dilde bülbül gibi şakıyor...
Geç kalmışız yakınlaşmakta...
Tepki duyduğu için hayatından tamamen çıkaranlar da var etrafımızda.
Bu yüzden de bu kadar kolay sömürülüyoruz, dinimiz ve inançlarımız hakkında.
Sırf bu yüzden bu kadar kolay her türlü ticari ve siyasi oyuna geliyoruz, kullanılıp kandırılıyoruz.

Kur'an-ı Kerim'den bahsediyorum...
Hepimizin demeyeyim; ama büyük çoğunluğumuzun okuyup hatmetmiş olması gereken kitabımızdan...
Yasak sevdalısı olduğumuz kitabımızdan. O ki her anımızda elimizden düşüremeyeceğimiz, başu cu kitabımız olması gerekirken, mezarlıklarda ölülerin ardından okutmakla yetindiğimiz, kitabımızdan. Teknoloji bilgi çağında her bilgiye çok kolay ulaşabileceği, bir tuşla en güzel mealine ulaşabilecekken bu kolaylıktan faydalanamadığımız kitabımızdan... O ki, herkesin bilgisine, anlayışına, yaşına uygun gıdalar veren kitapların hası olan kitabımız olmasına rağmen,iş okumaya  gelince olmadık mazeretleri sıralarız.


Gelin bu mazeretlerden kurtulalım. Zararın neresinden dönersek kardır diyelim. Kitabımızı yine öpüp başımıza koyalım. Ancak onu yüksek yere değil, başucumuza koyalım. Her fırsatta  dokunulabilir, ulaşılabilir, okunulabilir; hakkında kafa yorulabilir, düşünülebilir ve tartışılabilir bir arkadaş gibi, yanımızda yakınımızda tutalım.

Zira, kitabımıza uzaklaştırıldıkça yalancılarının kölesi olmaya mahkumuz. Okuyarak özgür olmaya çalışalım.

Muhabbetle,
Hanife Mert







16 Haziran 2015 Salı

Davul Bile Dengi Dengine!


...Sonbahar son günlerinin keyfini çıkarıyordu adeta. Ardı arkası kesilmeyen yağmur ve fırtına insanları evlerine hapsetmişti sanki. Yollar tamamen boşalmış, yerini arada sırada tek tük geçen arabalara, şiddetli yağmura, rüzgara ve soğuğa bırakmıştı. Evlerin önündeki dut, erik, kayısı, elma, şeftali ağaçları ile damlardaki asmalar da sarı kızıl renk tonlarının hakim olduğu yapraklarını tutamaz olmuş, hoyratça esen rüzgara, şiddetli yağan yağmura teslim etmişti. 
Pencereleri sımsıkı kapanmış, perdeleri çekilmiş, kapıları kilitlenmiş evler derin bir sessizliğe bürünmüştü. Tek tük tüten bacalardan çıkan dumanlar simsiyah kümelenmiş bulutlara ulaşmak istermişçesine salınarak gökyüzüne yükseliyorlardı.
 
  Evde her zamanki yerimde oturmuş, dışarıyı seyrediyor bir taraftan da düşünüyordum. Buraya geleli tam iki ay olmuştu. Bütün hayatımı derinden etkileyen, her şeyimi yerle bir eden iki ay... İnsan yarın ne yaşayacağını, başına ne geleceğini, onu bekleyen sürprizleri önceden kestiremiyordu.Tıpkı sonbaharda şiddetli yağan yağmurun esen rüzgarın doğa üzerindeki yok edici etkisi gibi. Oysa bir  müddet sonra ilkbaharda her şey yeniden hayat bulacak ve doğa tekrar canlanacaktı. Ya bizim hayatımız?.. Temelden sarsılan bu canlar, doğa gibi bir müddet sonra düzene girip tekrar can bulacak mıydı? Bunu zaman gösterecekti...

 Anneannemin benimle olan küslüğü hala devam ediyordu. Arada okul dönüşü evlerine uğruyor, ev işlerine yardım etmeye çalıştığımda izin vermiyordu. Yüzündeki derin çizgiler kızgınlığının da etkisi ile daha çok belirginleşiyor ve o tonton yüzü sertleşiveriyordu. Evi süpürmeye çalışsam elimden süpürgeyi alıyor, sert bir ifade ile “bırak işimi ben yaparım" diyordu.
Düşünüyorum da, bir insan nasıl bu kadar değişebilirdi,  anlamış değildim. Eskiden yaz tatillerinde ailecek izne geldiğimizde ne kadar sevecen davranırdı bize. Ağustosun yakıcı sıcağında evin önündeki dut ağacının altına koyduğumuz tahta divanın üzerine oturur, yol kenarındaki küçük kanaldan akan buz gibi suyun etkisiyle serinlerdik. Orada kimi zaman mahalledeki kızlarla birlikte annemin ören bayan ipliğinden başladığı danteli, radyoda çalan dinleyici istekleri programı eşliğinde örerdik. O zamanlar günler ne de güzel geçerdi, anlamazdık. Kimi zaman da  anneannemle dedemin anılarını dinler, onların birbirleriyle takışmalarını seyrederdik. Anneannem biraz huysuzdu. Hemen küsü verirdi. Bazen günlerce küstükleri olurdu. "Anneanne neden böyle yapıyorsunuz, niye basit bir şey için küsüyorsunuz?" diye sorduğumuzda, dedemi sanki azıcık küçümser gibi; "kızım haddini bilsin, ben ağa kızıydım. O kim ki, babamın yanında çalışan bir işçinin oğlu" derdi. Sonra babasından bahsederdi: 
 "Benim babam adı şanı tüm köylere nam salmış zengin bir ağaydı. Emrinde çalışan işçisi, amelesi, hizmetçisinin haddi hesabı yoktu. Evimizde  ocaktan yemek kazanı hiç inmezdi. Zengini fakiri yemeden gitmezdi. Babamın eli çok açık, çok yardım severdi. Düşküne, fakire, yetime, öksüze, dula, yolda kalmışa yardım etmeyi çok severdi" der sonra dedemle nasıl evlendiklerini anlatırdı. Dedemi göstererek; 
 "Bunun babası bizim işçimiz di. Babasının yanına gidip gelirken bana gönlü düşmüş. Bir iki derken, yalnız bulduğu bir yerde beni sıkıştırdı. Niyetini açıkladı. Ben, yok olmaz, babam beni sana vermez dediysem de vazgeçiremedim. Dedem hemen araya girer: "ya ya öyle, yalan söyleme çocuklara! senin de gönlün vardı da söyleyemezdin, istemem yan cebime koy misali... derdi. 
 Dedemle anneannem geçmişlerini yad ederken sık sık takışırlardı. Anneannem babasının zenginliği ile övünür, dedemi küçümserdi. Anneannemin tavırlarından bir insanın mizacının  kolay kolay değişmediğini anlamıştım. Hani derler ya, "bir insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur" bu söz çok doğruydu.  
 Anneannem dedemle babasının itirazına rağmen kaçarak evlendiklerini, o gün bugündür, sırt sırta verdiklerini birlikte mücadele ettiklerini söylerdi. Dedem bazen itiraz etse de etkisiz kalırdı. Belli ki dedemi sindirmişti. "Davul bile dengi dengine çalar" diyenler haklı olmalıydı...

Not; Yeni kitap çalışmam "Bakış Acısı"ndan bir bölüm... 


Muhabbetle,

Hanife Mert

1 Haziran 2015 Pazartesi

İmam Nikahı/ Resmi Nikah...!

25 günlük bebeğini koltuğunun altına alarak hızla evinden çıkıp kendini asansörün önüne zor atmıştı. Çok Korktuğu her halinden belliydi. Biran önce asansörün gelmesini istiyordu... Yanına yaklaştım. Ne oldu nedir bu halin? diye soramadım. Zira onun ağzından başka, her yeri konuşuyordu. Gözlerinden siyim siyim yanaklarına inen yaşlar kırılan onurunu, incinen gururundan kızaran yüzü, yediği yumruktan moraran gözü ve kan toplamış kaşı, dağılmış simsiyah üzüm karası saçları yaşadığı ve hissettiği acıyı haykırıyordu. Şairin "bir kadın gülmeyi unuttuğunda, saçlarından süzülürmüş acılar" dizelerinde ifade ettiği gibi, fazla söze gerek yoktu... Tek amacı dişiyle tırnağıyla kurduğu yuvasına, 3 çocuğuna sahip çıkmak olan bu çile baz kadının bu hale gelmesine sebep; canından çok sevdiği, uğruna her şeyden vazgeçtiği sevdiğim dediği adamın cep telefonunda gördüğü uygunsuz mesajlar...! O da her kadın gibi açıklama beklemiş, nedenini sormuş. Karşılığında hakaret şiddet ve aşağılama... Hem de 25 günlük lohusa iken... Bu da yetmezmiş gibi, "sen ona laf söyleyemezsin, zira o benim ...yıllık imam nikahlı karım" demesi kadının dünyasını karartmıştı. Ne demekti imam nikahlı karım?
 

 İmam Nikahı ya da dini nikah en bilindik haliyle; ülkemizde, İmamın 2 şahit eşliğinde evlenmek isteyen kadın ve erkeğin nikahını kıyması olarak tanımlanabilir.
 Bu durum TCK 230/5 maddesi gereği resmi nikahtan önce kıyılması suç teşkil etmesine rağmen, resmi nikah olmadan gizlice kıyanların sayılarının fazlaca olduğunu biliyoruz.
 Bu konuda "TCK 230/5 maddesi; Aralarında evlenme olmaksızın, evlenmenin dinsel törenini yaptıranlar hakkında iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir. Ancak, medeni nikah yapıldığında kamu davası ve hükmedilen ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar" der.

  1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanunu ise, resmi nikah müessesesi ile kadının sosyal konumunu güçlendirmek, aileyi, ana ve çocukları korumayı amaçlamaktadır. Dini nikaha dayalı evlenmelerin, kadın ve çocuklar yönünden doğurduğu sakıncalar gözetilerek resmi nikah yapılmadan, dini tören yapılmasının ceza yaptırımına bağlanmasının kamu düzenini ve kamu yararını sağlama amacına yönelik..." olduğu tartışmasız kabul gören bu yasa, 29.05.2015 tarihli gazete haberlerinden, Anayasa Mahkemesinin, imam nikahı kıymak için önce resmi nikah kıyma şartını kaldırdığını öğrenmiş bulunuyoruz. 
 Buna gerekçe olarak "AYM üyeleri, nikâhsız birlikte yaşayanlara TCK’da herhangi bir ceza öngörülmezken, resmi nikâh yaptırmadan dini nikâh kıyanlara hapis cezası öngörülmesinin Anayasa’nın 10’uncu maddesi, kanun önünde dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin herkesin eşit olduğunu ilkesine aykırı olduğunu savundular. Bu üyeler, düzenlemenin din ve vicdan özgürlüğü, özel hayatın korunması ilkelerine aykırı olduğunu" ileri sürdüler.

Haberin tamamı; http://www.milliyet.com.tr/aym-den-flas-imam-nikahi-karari--gundem-2066257/
 

Anayasa mahkemesinin verdiği bu kararla artık resmi nikah kıymadan, imam nikahı ile evlilik yapılabilecek. Yeni bir düzenleme yapılmaz ise; bu durum kadın ve doğacak çocuklar açısından çok büyük sorunlar yaratacaktır.
 Bir çok kişi imam nikahı ile evlilik yoluna sapacağı için doğacak çocukların miras hakkı ve soyadı gibi bir çok hakları gözardı  edilecektir.
Ayrıca kadınların 'boş ol' denilmesi durumunda hiçbir resmi hakkı ve sosyal güvencesi bulunmayacaktır.

 AYM'in bu kararı ile resmi evliliklerin azalması, çocuk gelinlerin sayılarının artması ve yaşanmış hikayemde anlattığım olayların önünün alınması zorlaşacaktır.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. Saim Yeprem, İslam dininde “dini nikahın” olmadığını belirterek,“Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre kıyılan resmi nikah, İslam dininin de geçerli saydığı nikahtır” demesine rağmen AYM resmi nikah olmadan imam nikah kıyılmasını serbest bırakması kafalarda soru işareti oluşturmaktadır.
  

Kadına şiddetin ve boşanmaların önünün alınamadığı böyle zamanda, AYM kararının bu olumsuz durumu tetiklemesi kaçınılmazdır. Dilerim en kısa zamanda bu hatadan dönülür, daha yapıcı kararlarla durum çözüme kavuşturulur.


Muhabbetle,
Hanife Mert

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...