23 Kasım 2014 Pazar

24 Kasım Öğretmenler Günü Kutlu Olsun.



Sevgi emek ister, emek ise mücadeleden yılmayan koskoca bir yürek .. Yüreği sevgi dolu öğretmenlerimiz,bıkmadan usanmadan verdiğiniz emeğin karşılığı bir günle sınırlanamaz.
  Bu gün hepimiz için özel bir gündür.Çünkü hepimiz şu anki bulunduğumuz konumumuzu, emeğini inkar edemeyeceğimiz eli öpülesi öğretmenlerimize borçluyuz. Onların hakkını ödemek çok kolay olmasa gerek.Şartlarının çok ağır,sorunlarının çok fazla, olmasına rağmen asla mücadeleden vazgeçmeyen öğretmenlerimizi sevgi ve saygı ile yad ediyorum.

Geleceğimizin güvencesi yavrularımızı da aynı hassasiyet ve özveri ile yetiştirmeye çalışan vefakar ve cefakar öğretmenlerimize, sevgi saygı ve anlayış çerçevesinde icra ettiği mesleğin ne kadar değerli kutsal ve onurlu bir meslek olduğunu hissettirebilmeliyiz.
Bu öğretmenler gününün, geçerli bir sebebe dayandırmadan, bizim sosyal ve toplumsal yapımıza uygun olup olmadığı göz önüne alınmadan,her fırsatta değiştirilerek,yap boz tahtasına döndürülen Milli Eğitim Sisteminin gözden geçirilmesi çocuklarımız ve öğretmenlerimize yaraşır hale getirilmesine, eğitimin çağdaşlaşması ve bilimsel olarak geliştirilmesi yolunda yeni adımların atılmasına ve öğretmenlerimizin hak ettiği değere kavuşturulmasına vesile olması dileğimle, başta başöğretmenimiz M. Kemal Atatürk olmak üzere   onun izinden giden tüm öğretmenlerimizin, öğretmenler günü kutlu olsun
Muhabbetle,
Hanife Mert

15 Kasım 2014 Cumartesi

Tüm Şevki Kırılmışlara...

Fakir bir genç adam geceleyin kulübesinde uyurken, uyku ile uyanıklık arasında odasının ışıkla dolduğunu görür. Gaipten gelen bir ses ona şöyle der: “Bundan böyle Allah için çalışacak ve kulübenin önündeki büyük kayayı bütün gücünle iteceksin!”
  Bunun Allah’tan gelen bir emir olduğuna inanan adam, ertesi sabah kayayı itmeye başlar. Daha ertesi gün ve izleyen haftalar güneşin doğuşundan batışına kadar taşı itip durur. Aylar süren uğraşı sırasında kaya yerinden bile kımıldamaz. Adam gece kulübesine yorgun-argın dönerken, gününün boşa geçtiğini düşünüyordur artık.
  Onun şevkinin kırıldığını hisseden şeytan kalbine vesveseler vermeye başlar: “Ne kadar zamandır bu kayayı itip duruyorsun, bir milim bile kımıldamadı. Kendine bunun için niye yazık ediyorsun? Onu yerinden oynatman zaten mümkün değil..”
  Böylece, gence görevi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu, dolayısıyla başarısızlığa uğradığı duygusunu aşılamaya çalışır.
  Bu tür düşünceler onun şevkini daha da kırar ve ümidini gitgide yitirir. “Doğru ya, kendimi bu iş için niye paralıyorum ki?” diye kendi kendisine söylenir. “Bundan sonra azıcık bir kuvvet harcayacağım. Bu da yeter de artar bile. Koca kaya yerinden kımıldamayacağına göre.”
  Ve kararını duâsında Allah’a bildirir. “Allahım, uzun zamandır durmadan dinlenmeden Senin dediğin gibi hareket ettim. Bütün gücümle istediğin şeyi yaptım. Hergün yoruluyorum, ama kayayı bir milim bile kımıldatamıyorum. Neden böyle? Neden başaramıyorum?”
  Gaipten bir ses şefkatle cevap verir: “Ey kulum, uzun zaman önce sana emrime uymanı istediğimde kabul etmiştin. Sana görevinin kayayı bütün gücünle itmek olduğunu söylemiştim ve sen de yapmıştın. Ben sana hiçbir zaman onu yerinden oynatmanı beklediğimi söylemedim ki! Senin görevin onu itmekti. Şimdi gücünün tükendiğini, başarısızlığa uğradığını söylüyorsun. Kendine bir bak bakalım. Kolların daha da güçlendi, pazuların büyüdü. Sırtın ağırlığa dayanıklı hale geldi. Bacakların kalınlaştı ve kuvvetlendi. Taşı itmeye başladığından çok daha kuvvetlisin şimdi. Evet, kayayı kımıldatamadın. Ama senden istenen emre itaat etmen ve onu sadece itmendi. Kayayı yerinden oynatacak olan Ben’dim.”
  Hatasını anlayan genç, ertesi gün kendi görevinin kayayı yerinden oynatmak değil, onu var kuvvetiyle itmek olduğunu düşünerek verilen görevi yerine getirir. İkinci gün, üçüncü gün derken, kaya birden yerinden kımıldar. O zaman kayayı yerinden kımıldatanın kendisi değil Allah olduğunu anlar. Biraz daha uğraştığında, kaya biraz daha oynar ve kenara yuvarlanır. Altından da kendisine ömür boyu yetecek kadar büyük bir hazine çıkar.”
  Yukarıdaki öyküyü daha önce okumuş olmama rağmen, geçenlerde katıldığım bir dost buluşmasında yeniden hatırlayınca, ilk kez duyuyormuşcasına etkilendim. Bilmek ile idrak etmek farklı çünkü. Bilginin inancı beslemek ve doğru biçimlendirmek için vazgeçilmezliği şüphesiz. Ve bazen bilgiyi mucizevî kılan, onun tam da ihtiyacınız olduğu anda karşınıza çıkması ve idrâk edilmesi. Bunun hikmetten bir cüz olduğuna inan biri olarak, bildiğimiz, yanı başımızda duran pek çok detayın veya okuduğumuz bir öykünün, dinlediğimiz bir sohbetin veyahut hayatımızın kıyısından teğet geçen herhangi birinden duyduğumuz bir cümlenin, bazen ne büyük mânâlar ifade edeceğini bilirim. İnsan olarak, hangi rol ve kimlikler içinde hayatımızı idâme ettiriyor olursak olalım, bazen büyük bir heves ve ümitle başladığımız şeylere olan inancımızın zayıfladığını görüp, sarsılırız. Ne zaman böyle duygulara kapılsak, baktığımız yerden gördüklerimiz canımızı yakar. Aslında, gördüklerimiz yanlış değildir; baktığımız noktadan bundan gayrısını görmek mümkün değildir çünkü. Ancak yanlış taraftan baktığımızı fark ettiğimizde, manzara tamamen değişir. Şeytanın “bak” dediği yerden görmek ile, Allah’ın “bak” dediği yerden görmek arasında adına “hakîkat” denilen küçük (!) bir fark vardır vesselam.
Kaynak: Derya Güney


Her kıssada alınacak mutlaka bir hisse vardır. Her fırsatta dostlarımla severek paylaştığım bir hikaye... 

Alıntı



13 Kasım 2014 Perşembe

Her insan bir değerdir!


Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet anlamına gelen "DEĞER" bu anlamıyla tüm değerlerin üstünde olan ve yaratılışı itibariyle değerli onurlu şerefli yaratılan insana yakışmaktadır. 
Hiç şüphesiz insan şerefli, onurlu ve değerli bir biçimde yaratılmıştır. Onurlu olarak yaratılan insanı onurlu veya onursuz kılan ise, onun iradesini kullanış biçimi olan davranışlarıdır. İradesini olumlu yönde kullanan insan değerli, onurlu, uyumlu, mutlu, olgun aranılan bir insan olurken, olumsuz davranışlar sergileyen kimse ise, toplum dışı, sevilmeyen, istenmeyen biri oluverir... Her ne kadar son dönemlerde toplumumuzda, onursuzca davranışlar sergileyen kimseler değer görmüş, baş tacı edilmiş gibi gözükse de, onursuzluk yapmaktan uzak değildir.
 Her insan bir değerdir. Hal böyle iken acaba insan değerinin ne kadar farkında? Kendini değerli hissedebiliyor mu? Bu sorulara "evet" yanıtını vermek çok zor. Zira görünen o ki insan yaratılışından gelen ve ona değer katan ve diğer yaratılmışlardan üstün yapan özelliklerine iradesini olumsuz kullanarak ihanet etmiş durumdadır. Böyle olmasaydı aç susuz, evsiz barksız, savunmasız, mutsuz, güvensiz, huzursuz insanların sayıları günden güne artmazdı. Böyle olmasaydı, haksız yere genç yaşlı çocuk kadın erkek gözetilmeden öldürülmezdi. Böyle olmasaydı güç  peşine düşenler tarafından itilip kakılıp dışlanıp, haksızlığa uğramaz, ötekileştirilip dışlanmaz, pisi pisine ölüme terk edilmezdi... 
Her fırsatta  insanlığın kalmadığından, insanlığın insanı terk ettiğinden dem vururuz. Oysa insanlığı kaybeden yitiren de yine insanın kendisi değil mi? Sahip çıkmalı değil miydi? yaratılıştan getirdiği insani değerlerine... O, egosunu her şeyin önüne geçirerek güçlü olma yarışına girmiştir. 
   Toplumda değerli olarak görülen, herkes tarafından kabul edilen maddi ve manevi bazı kavramlar vardır. Vatan gibi, bayrak gibi, tarih, kültür, din, ahlak, namus, para, mevki,makam rütbe,  vicdan, hak, hukuk, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, vefa gibi...Bu kavramlar insanı insanca yaşamaya sevk eden ve tercihi onun değerini ortaya koyan kavramlardır. Tercih kişiye ve ait olduğu toplumsal yapıya göre farklılık gösterir. Zamana ve zemine göre kimi değerler önemini yitirirken kimi de değerine değer katar.
  Bir insan paraya önem veriyorsa, çok para kazanmak için ister istemez başını eğecektir. Bu da onun değerini düşürür. Başı dik olarak gezmek istiyorsa insan, maddi değerlerden çok manevi değerlere yönelmeli. Üç kuruşluk çıkar elde etmek için, beş kuruşluk adamların önünde eğilmemeli... Kişinin değeri değer verdiği şeyler ile ölçülür.
 İnsani ilişkilerde içtenlik, dürüstlük, dostluk en değerli kavramlardır. Bu kavramlara uyanlar daha çok değer kazanırken; bencil, çıkarcı, duygu ve düşünce yoksulu kişiler ise var olan değerlerini azalttıkları gibi zamanla dibe vururlar.
 Değerimiz giyim kuşamla, rütbeyle, makamla artmaz. Günümüzde ne yazık ki iş ayağa düştü, ayaklar kafanın yerine geçti, değer yargıları değişti. İnsanlığın yararına  çalışan bilim, sanat adamları değer görmezken, parayı mevkiyi, makamı elinde bulunduranlar, siyasetçi, futbolcu, artistler, şarkıcılar el üstünde tutulurken, insanlığa faydalı eserler bırakmak için gecesini gündüzüne katan bilginlerin, sanatçıların değeri ise; "kör ölünce badem gözlü olur" misali  ancak onlar öldükten sonra anlaşılıyor..
  Değer insanın sahip olduğu güzellikler olarak ifade edildiğine göre gelin kaybettiğimiz değerlerimizi tekrar kazanalım ve kazandıralım. 
Zira en güzel köprü gönüller arasında kurulandır. Kurulan köprüleri yalansız riyasız sözlerle güzelleştirelim. Her şeye sevgi, şefkat ve merhametle  bakalım. Dilimize gerçekleri konuşturalım. Zalime karşı dik durarak, mazlumun yanında duralım.. Bilgiyi, kültürü, sanatı,  yeniden canlandıralım. Sevdiklerimize sevgimizi gösterelim, bunu  en güzel çiçeklerle taçlandıralım.. Kalemlerimiz her an doğruyu, iyiyi, güzeli yazsın. Gönül kapılarımızı mutluluğa açalım... 

Değer yargılarımız kimliğimizdir, bizi yansıtır...

Muhabbetle,

Hanife MERT

9 Kasım 2014 Pazar

Atatürk'ten Gençliğe Unutulmaz Anılar...




Kırk asırlık Türk Yurdu Yabancı elinde kalamaz
-“Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!” demesinden iki gün sonraydı. Mersin’de istasyondan şehrin içine doğru yavaş gidiyordu. Yolun üstüne siyahlar giyinmiş ve ellerinde büyük bir afiş tutan bir kaç genç kız çıktı. Afişte şu yazı vardı:
-“Suriye hemşerinizi de kurtarın.” Suriye, ancak din kardeşi olan bir milletin vatanıydı. Türkiye de artık dinci değil, milliyetçi bir devletti. Suriye içinde, bütün esir yurtlar için olduğu gibi, kurtuluş dilerdi. Ama kurtarmaya kalkmak gereksiz olurdu.
Etrafta hıçkırıklar ve gözyaşları yoktu; Atatürk’ün de gözleri ıslanmış değildi. Suriyelilerin 1. Dünya savaşında Türk düşmanlarıyla birleştiklerini, Türk ordusunu arkadan vurmaya çabaladıklarını, belki ihanet ettikleri için ihanete uğradıklarını düşünüyordu.
-“Her millet, layık olduğu yaşayışa erer...”Dedi ve yürüyüp gitti.1

Türk milleti hiçbir zaman esirlikte kalamaz
Damar Arıkoğlu, Adana anılarına şöyle devam ediyor:
-“Biraz daha yürüdük; Baraja giden yol kavşağına vardığımız zaman yolun solunda kadınlı erkekli siyahlar giymiş büyük bir kalabalık, siyah bayraklar ellerinde, başlarında Tayfur (Sökmen) Bey sıkıntı içinde ve feryatla Gazi’yi selamladılar. Bir kısmı da ağlıyordu. Tabii Paşa durakladı, bu kalabalık tamamiyle Hataylılardan oluşmuştu. 15–16 yaşlarında baştan aşağıya siyahlar içinde bir genç kız elinde bir siyah bayrakla yaklaştı. Gazi’nin karşısında gözyaşları arasında içten gelen, bağlı bulunduğu toplumun özlem ve ızdırabını temsil eden acıklı bir dille, Hatay’ın anavatandan ayrı kalmasını, Fransızların zulüm ve işkenceleri içinde kalan 500 bin Türk’ün feci durumlarını, cehennemi hayatlarını hem ağlıyor hem de ağlatıyordu:
-‘Ne olur Paşam bizleri de kurtar. Bu zalim Fransızların esirliğinde bizi bırakma. Sana yalvarıyorum, bütün Hataylılar yalvarıyor; bizi de hürriyete, anavatana kavuştur’ dedikten sonra hıçkıra hıçkıra ağladı. Doğrusu Gazi, önümüzde olduğu için onun gözlerini göremedim, fakat Latife Hanım da bizim gibi aynı halde olduğunu gördüm. Gazi tatlı bir sesle:
-‘Türk milleti hiçbir zaman mahkûmiyette ve esirlikte kalamaz; gönlünüz rahat olsun’ dedi. Bu şekilde bütün topluluğu ve hepimizi görülmedik bir sevince boğdu. Tayfur Bey, ilk Hatay başarısını burada temin etmiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan, şerefli bir askerden kararlılık ifade eden bir söz almıştı.”2
Gazi Mustafa Kemal Paşa, 15 Mart 1923 tarihinde Hataylılara verdiği sözü, 20 Mayıs 1938 tarihinde Dolmabahçe’deki hasta yatağından kalkarak ve yaşamını riske atarak geldiği Adana’da gerçekleştirdi. Onun bu ziyareti, Fransızlara ve de Suriye’ye bir gözdağıydı ve sonuçta Hatay anavatana kavuştu.
1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul 1973, s. 98.
2 Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul 1961, s. 307–308.
Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009

Sabiha Gökçen şöyle naklediyor: 
"10-11 yaşında idim. Bursa'daki evimiz Atatürk'ün köşküne çok yakındı. Bir gün Atatürk Bursa'yı şereflendirmiş, köşkün bahçesinde dolaşıyordu, ben de onu yakından görmek arzusu ile kıvranıyordum. 
Yine bir gün bahçede dolaştığı sırada yerimden fırladım, Ona doğru koştum. Beni yolumdan çevirenlere ağlamakla karşı koymaya çalışıyordum, birden bir ses işittim: "Bırakın onu" diyordu, "Bırakın gelsin." Koşarak Ata'nın yanına gittim, ellerine sarıldım. Atatürk sordu: 
"Çocuk, sen okula gidiyor musun?" 
Harpler sebebiyle okulumu yarıda bırakmıştım ve bir yatılı okula alınmamı istedim.
"Ben seni yanıma alayım, gelir misin?" diye Atatürk sordu.
"Abime sorayım" dedim. Kabul ettiler, derhal çağırtarak onunla konuştu, anlaştılar. Böylece Çankaya'ya geldim.
Uzun zaman ayrı kaldığım okuluma yeniden başlamanın sevinci içinde memnundum. Çankaya Köşkü bahçeleri içindeki eski bir seyis evi düzeltilerek okul haline getirilmişti. Köşkte çalışanların, yaverlerin ve diğer hizmetlilerin çocukları ile birlikte ben de bu okula gitmeye başladım. 
Bir sabah, Ata'nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri ile meşguldü. Bir süre ayakta bekledim birden, derin bir iç geçirdi ve "Allah!" dedi. (O, sık sık bu şekilde yapardı.) 
Atatürk hakkında evvelce çok şeyler duymuştum, bu tesirle olacak bir hayli şaşırdım. Onun ağzından Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı.
Ata'nın yüzüne şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki:
"Sen dindar mısın?" diye sordu.
Ben de ailemden aldığım din terbiyesi ile;
"Evet dindarım" dedim ve bu cevabımı nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım. Cevabım hoşuna gitmişti.
"Çok iyi... Allah, büyük bir kuvvettir. O'na daima inanmak lazımdır" dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım ki; Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata, bütün söylenenlerin hilafına dindar bir insandır.
(Kaynak: S. Arif Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, s. 88-89)

Türk, Kendi Düşer, Kendi Kalkar!
Fransızlarla Hatay konusunda anlaşma yapıldığı günlerden biriydi. Atatürk, Hatay’dan dönüşünde Eskişehir’de kaldı. Şereflerine Orduevinde bir şölen verildi. Şölende Eskişehirli bir genç aradı ve buldu. Ona Fransa hakkında bir şeyler yazdırdı ve okuttu. Bunda Fransızların savaşacak durumda olmadıklarından bahsediliyordu. Son derece neşeli ve heyecanlıydı. Yenildi, içildi. Milli oyunlara başlandı. Atatürk bir aralık büsbütün coştu. Zeybek havasına kendisini kaptırdı. Ayağa kalkarak oynamaya başladı. Coşkunluğu o dereceyi bulmuştu ki dizini yere vururken bir aralık sendeledi. Halk, onu kucaklayıp kaldırmak istedi. İşaretle onları durdurdu. Ve:
-“Türk, kendi düşer, kendi kalkar...” diyerek, zemberek gibi yerinden fırladı.1
1 BANOĞLU, Niyazi Ahmet, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967., s. 448-449.
Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009

   Ulu Önder Mustafa kemal Atatürk'ün ölümünün 75.yılı dolayısıyla, Atatürk'ten Türk Gençliğine unutulmaz anılar isimli eserden bir demet hazırladım.
  Gençlik Ata'sının anılarını okumalı öğrenmeli, ondan feyz almalı. O'nun gösterdiği çağdaş uygarlık yolundan ayrılmadan, özellikle Millet olarak ağır bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde her zamankinden daha fazla, Ata'sına ve onun emanet ettiği cumhuriyete, vatana, bayrağına sahip çıkmalı. Bu ülkede yaşayan kendini Türk hisseden herkesin vefa borcudur.
Bu ülke bu millet sana minnetardır, Ataların Atası... Her insan doğar, büyür ve ölür. Kalıcı olan bıraktığı emanet, millet olarak bize bıraktığın emaneti canımız pahasına koruyacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. 

Silah arkadaşlarınla beraber kurduğun Cumhuriyet'inle kalbimizde yaşayacaksın..
Ruhun şad olsun, mekanın cennet olsun...

Hanife Mert

5 Kasım 2014 Çarşamba

Son Pişmanlık Fayda Vermez!!!

Ne garip şu hayat! İnsanı her fırsatta farklı bir sürprizle karşılıyordu. İnsanın önceden ne yaşayacağını belirleme ve ne yaşayacağına karar verme özgürlüğü yoktu. O, kendine sunulan dayatmaları yaşamak zorunda idi.
  
  İnsan yaşadıklarında da yaşayacaklarında da ne kadar özgür? Ya da özgür mü? Zira son dönemlerde yaşadıklarına bakılırsa gelişen olaylar, tamamen kendi istemi dışında gerçekleşmişti. Sanki önceden her şey belirlenmiş, ona da vakti gelince sadece yaşamak düşüyordu. Yoksa kader dedikleri şey bu mu? İnsanın özgürlüğü sadece yaşamak mı?

  Akşam olmuş hava iyiden iyiye kararmıştı. Herkes evine çekilmiş, sokakta in cin top oynuyordu. Durmuş Efendi ve Zehra Teyze akşam yemeğinin ardından komşuları Mahmut Ağa rahatsızlandığı için, geçmiş olsun ziyaretine gitmişti.
   Kezban durgundu. Çünkü abisi Davut, Hasan ile birlikte geldiklerini kimseye belli etmeden hazırlanmasını ve akşam gelip kendisini nişanlısı Hasan'a kaçıracağını söylemişti. Kezban itiraz etmişti. Ancak Davut bu itiraza kulak asmadı.
   Yüreğine hüzün çökmüş gurbet, hasret ve özlem şimdiden içini acıtmaya başlamıştı. Endişeli idi... İçini tarif edemediği bir sıkıntı kaplamıştı. Yakalanıp ele güne rezil olmak da var. Lakin ağama da karşı çıkamam diyordu. Sandıktan özene bezene işlediği kenarı dantel işlemeli beyaz bohçayı çıkardı. İçine bir kaç parça elbise ile 3-5 tane oyalı yazma koydu. Başka ne konur bilmiyordu ki, küçücük bohçaya... İçine koymak istedikleri sığar mıydı? Karanlık gecelerde gaz lambasının ışığında bin bir hayallerle işlediği, göz nuru döktüğü çeyizlerinin hangi birini koyabilirdi? Kim bilir ne zaman alabilecekti onları... Belki de hiç bir zaman, dedi. Hazırladığı küçük bohçasını aldı kapının eşiğine oturdu Davut'u beklemeye başladı.
Kız kardeşleri Selma ve Aynur yanına geldi:
-Gitme abla! Annem babam çok üzülür gitme, diye yalvardılar.
Kezban kararlı idi.
-Artık geri dönemem, dedi.
Kısa bir süre sonra Davut geldi, sert bir sesle:
-Daha hazırlanmadın mı kız?
-Tamam abi hazırım, dedi…
Ancak birden evden çıkamadı işte...
  Evin önünde oyalanıp durdu. Zaman yaklaştıkça heyecanı iyice artmış, eli ayağı titremeye başlamıştı. Ayakları birbirine dolaşıyordu. Gitmekle gitmemek arasında kaldı. Bu durumu fark eden Davut kızarak, Kezban'ın arkasından itekledi.
Kezban göz yaşlarına hakim olamıyordu. Kız kardeşleri ile vedalaştı. Onlara nasihat etti:
-Mutlaka okuyun okulunuzu bitirin, altın bileziğinizi (mesleğinizi) kolunuza takın. Benim gibi cahil kalıp bu duruma düşmeyin dedi.
  Bohçasını aldı, ayağına geçirdiği lastik terliğiyle, bir müddet kapının eşiğinde bekledi. Başını çevirdi geride bıraktıklarına baktı. Hayalleri, anıları, umutları, özlemleri, beklentileri kalmıştı ardında. Al yazma örtülmüş yüzüne arkadaşlarının; “Kınayı getir aney, Parmağın batır aney bu gece misafirem koynunda yatır aney”türküsüyle ellerine kınası yakılıyordu. Kınalı elleri ile telli duvaklı beyaz gelinliğin içinde, zarif ve güzel bir gelin olmuştu. Beline kırmızı kuşağını abisi Davut bağlıyordu. Davullu zurnalı çıkıyordu baba evinden...
Davut'un:
-Hadi ne bekliyorsun kız çabuk ol!
Diye kızması ile irkildi.
  Bir daha belki de hiç gerçekleştiremeyeceği, ömrünün sonuna kadar içinde bir uhde olarak kalacak olan tüm genç kızlık hayallerini, özlemlerini arkada bıraktı ve çıktı...
  İnsan bir kere o eşikten çıkmaya görsün. Ne kadar pişman olursa olsun çıktığı kapıya geri dönemiyordu. Zira son pişmanlık fayda vermiyordu. Kezban da Pişmanlığın acı veren soğuk yüzünü hissetmesine rağmen geri dönemedi. Elinde bohçası ile Davut'un arkasında hiç bilmediği bir geleceğe doğru küçük ancak seri adımlarla yürüyordu...
 
İnsan hayatı kararlardan ibarettir. Hayatımız verdiğimiz kararlar doğrultusunda şekillenir. Doğru yerde ve doğru zamanda verdiğimiz doğru kararlar bizi mutlu ederken, düşünmeden ölçmeden tartmadan bencilce ve güdükçe verilmiş yanlış kararlar ise insanı, sonu gelmeyen pişmanlıklara ve keşkelerle örülü bir hayal dünyasında mutsuzluğa mahkum eder. Hayat asla hata kabul etmiyor,. İnsan kararlarında ne kadar özgür? Ya da gerçekten karar verme durumunda özgür müyüz?
        Yorumu size bırakıyorum...


Muhabbetle,
Hanife MERT

29 Ekim 2014 Çarşamba

Yine Şaha Kalkar Bu Millet!!



Atatürk derin derin düşünürken İnönü’ye bakıyor, “bunca senelik dostumsun, cephelerde çarpıştık, zorluklarla mucadele ettik, yılmadık ama bana bugüne kadar karşılaştığın en zor şey nedir diye hiç sormadın Paşa” diyor. "Haklısınız" diyor İnönü, hafif bir tebessümle, "gerçekten, neydi karşılaştığınız en büyük zorluk?"
Gülümseme sırası o çakmak gözlü güzel insandadır, “uyandırmak Paşa” diyor.
“Türk halkını uyandırmaktı en zor olan!"
"Haklısınız" diyor İnönü.
Atatürk devam ediyor, “pekiyi ondan daha da zor olan neydi bilir misin?” diye soruyor.
Şaşırıyor İnönü. "Türk halkını uyandırmaktan daha zor olan nedir ki?" diyor.
Yine gülümseyen Atatürk, “uyandıktan sonra şaha kalkan Türk halkını durdurmak Paşa!” diyor. (Alıntı)
   Üzerimizde kara bulutların dolaştığı şu günlerde , milli değerlerimize çirkince saygısızca yapılan saldırılara tepki vermeden izleyen bu millet maalesef uyumaya devam etmekte... Bayrağının indirilmesi, yakılması, Atatürk heykellerine büstlerine yapılan saygısızlıklara, insanların gözü önünde şehit edilen Mehmetçiklerimize, taşlanan askerlerimizin kalkanların ardına saklanmasına, güvenlik güçlerimize çirkince ithamlarda bulunulmasına, hukukun adaletin üstünlüğünün neredeyse yok sayıldığı, milliyetçiliğimizin ayaklar altına alınışına, yol geçen hanı olan sınırlarımıza, özelleştirme adına satılan değerlerimiz ve yaşanan  pek çok üzücü olaylara karşı duyarsız, sessiz ve tepkisiz kalan; Atamızın işaret ettiği bu Millet mi? diye sorası geliyor insanın...
  Üzerinde yaşadığımız bu vatan, bağımsızlığımızın simgesi ay yıldızlı bu bayrağımız ve Cumhuriyetimiz kolay kazanılmadı. Her birimizin atası, dedesi adı bile duyulmamış cepheleri kanlarıyla sulamıştır.
Çoğunun mezar taşı dahi yoktur hatta şehit düştüğü yer bile bilinmez...
Hal böyle iken, Türk Milletinin yüzyıllar boyunca, özgürlük ve bağımsızlığı uğruna çektiği acıların ve top yekün verdiği mücadelenin sonucunda kazandığı zaferin bir ürünüdür Cumhuriyet. 29 Ekim 1923 yılında ona en uygun olan, ona yakışan yaraşan bir yönetim biçimi olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Cumhuriyet bir yaşam biçimidir. Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmada bir köprüdür. O bir Fazilettir, erdemdir, bağımsızlıktır. Atamızın bize armağanı, gözümüz gibi sahipleneceğimiz bir emanettir.
  

   Bütün çekilen çilelerin, yapılan fedakârlıkların bilincinde olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet yaşamasını sağlamak için var gücümüzle mücadele etmeli. Bu mesuliyeti bizden sonraki nesillere aktarmak hepimizin boynunun borcu olmalıdır. Bu Millet üzerine düşen bu sorumluluğun bilinci ile gerektiğinde yine şaha kalkacak ve gereğini yapacaktır...

Bu vesileyle Cumhuriyeti kurarak bize özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı hediye eden, başta Gazi Mustafa kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile, canını, malını, varlığını bu vatana feda eden tüm şehit ve gazilerimizi minnet ve şükranla anıyoruz.

Cumhuriyet Bayramımızın 91. yılı hepimize kutlu olsun.

Muhabbetle,
Hanife MERT

3 Ekim 2014 Cuma

Kurban Bayramınız Kutlu Olsun...


Bayramlar bireylerin toplum olarak bir arada yaşamasına olanak sağlayan, onlara paylaşmayı, yardımlaşmayı, saygı duymayı, sevmeyi, şefkat ve merhametli olmayı sağlayan manevi harçlarımızdır. Bu harcı her yıl bir üst seviyeye çıkarmamız gerekirken, çıkarmak şöyle dursun onları her defasında gözardı etmekten çekinmedik. Bayramları bayram tadında yaşamaktan uzaklaştık. 
Aile fertlerinin yılda iki kez de olsa bir araya gelmesini, sevgiyle kucaklaşmasını sağlayan bayramları, tatil niyetine kullanıp, büyüklerimizden uzaklara kaçıyoruz. Bir “el öpmek”ten bile kaçınır olduk. Sonra da sevgiye ve saygıya hasret,  yabancı bir toplum haline geldik… Bayramlaşmak tek kişiyle yapılacak bir eylem değildir. Birbirimizle, her birimizle ayrı ayrı bayramlaşarak, onun hazzını yaşayarak gerçekleştirilecek bir ibadettir. Bizler bu paylaşımdan tamamen uzak kendi halimizde kendi derdimizde telaşımızda etrafımızdan uzak yapayalnız kaldık.

Klışeleşmiş bir söz vardır, hani hepimizin geçmişe olan özlemini ifade etmek için kullanırız. ”Nerede o eski bayramlar” cümlesi ile başlayan; her birimizin hayalinde farklı anıları çağrıştıran bir söz. Biz bu özlemi dile getirirken, hiç birimiz eski bayramları bayram yapan o dönemlerde yaşayan insanımızın kültürel, milli ve manevi değerlere olan bağlığını sorgulamayız.. Elbette eski bayramlar çok güzeldi, çok heyecan vericiydi. Bayramdan bayrama alınan bayramlık elbiselerimizi başucumuzda saklar, heyecanla sabahın olmasını beklerdik. Annelerimizin babalarımızın gözünde hissederdik o heyecanı o telaşı... Özellikle arefe günlerinde kıyasıya bir hazırlık yapılırdı. Onların heyecanı telaşı herkese her yere yansırdı.  Çünkü o güzel insanların güzel düşünceleri ve güzel zihniyetleri ile güzelleşirdi eski bayramlar... İnsanların düşünce ve hayat felsefeleri değiştikçe bayramların da ifade ettiği anlam değişime uğradı.
Bayramları bayram yapan örf ve adetlerimiz, aile sevgi ve bağlılığımız, konu komşu düşüncelerimiz ve en önemlisi dini emirleri göz ardı etmememiz iken şimdi her şeye bir cevap bularak geçiştiriyoruz. Kurban kesmeyi hayvan eziyeti olarak görmek yada derin dondurucuları etle doldurup 6 ay o eti yemek marifetmiş gibi, el öpme yerine mutat cep mesajlarından atma, cafelerde oturma, tatile kaçma olarak algılıyoruz. Her şeyi unuttuğumuz gibi bayram keyfini, sıcaklığını, samimiyetini, ruhani değerlerini unutup, geleceğe aktarmayı ihmal edip sonrada ''nerdeee o eski bayramlar'' diye yakınıyoruz. Kabahat kimde hızla koşan zamanda mı, o koşan zamanı yakalayacağım derken eldeki kuşu uçuran bizde mi?
Dileğim odur ki; her şeye rağmen bayramlarımızın özlemini çektiğimiz eski bayramların tadında, sevincinde yaşanması, küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran, açları doyuran, savaşları sonlandıran, çocukları sevindiren, ülkeme, milletime tüm İslam ve insanlık alemine barış, sevgi, saygı, kardeşlik, güven, adalet, huzur ve mutluluğu hakim kılan bir dünyada bayramı yaşamak...

Bayramlarınız bayram tadında geçsin...


Muhabbetle
Hanife Mert

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...