19 Mayıs 2014 Pazartesi

19 Mayıs Atamızı Anma Gençlik ve Spor Bayramımız Kutlu Olsun.



"Bütün ümidim gençlerdedir" diyerek ülkemizi umut dolu yarınlara taşıyacağına inandığı gençliğe , 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını armağan eden Atamızı, onun silah arkadaşlarını ve bu vatana canını feda eden tüm şehitlerimizi rahmetle, şükranla ve sevgi ile anıyorum. Ayrıca, Soma' da şehit olan kardeşlerimizi de rahmetle anıyor, Milletimizin böyle bir acıyı tekrar yaşamamasını ve milletimizin hak ettiği barış, kardeşlik, hak ve adaletin sağlandığı bir geleceğe bayram coşkusuyla ulaşmasını diliyorum.



19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.


11 Mayıs 2014 Pazar

İlkbaharın ilk Coşkusu

Zorlu geçen kış, köylüye illallah dedirtmişti. Artık soğuklar sona ermiş, bahar gelmişti. Güneş sıcak yüzünü yavaş yavaş gösteriyor, lakin tamamen ısıtmıyordu. Sadece havanın donduran ayazını almıştı. Doğa da, yavaş yavaş uyanmaya başlamış, kışın bembeyaz karın örttüğü akasya, ıhlamur, erik, elma ağaçlarının dalları baharın gelmesiyle rengarenk çiçeklerle bezenmiş, narin zarif bir gelin gibi göz kamaştırıyordu. Etraf insanın yüreğine canlılık huzur veren bir hale bürünmüştü.
   Hasan, tam da baharın gelişi ile doğanın canlandığı bir dönemde, kıvrım kıvrım virajları ile hiç bitmeyecek sandığı uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğunun ardından köyüne gelmişti. Köyde karşılaştığı renk cümbüşünün yaşandığı  bu manzara ruhuna bir dinginlik, gönlüne ise bir  huzur veriyordu. Köyünü çok seviyordu. Zira her taşında, toprağında, bağında, bayırında, dağında ormanında güzel olduğu kadar canını yakan acı anılarının izini taşıyordu. Onlara baktıkça tüm yaşanmışlıkları bir film şeridi gibi geçiveriyordu gözünün önünden...İşte o zaman anlıyordu insan; ne kadar uzağa giderse gitsin, yeni hayatlar, yeni yüzler, yeni yaşanmışlıklar, bir sırt çantası gibi üzerinde taşıdığı geçmişini unutturamıyordu. Her ne kadar üzerine, sünger çektiğini sansa da...Zira yaşadığı müddetçe hayat ona hatırlatacak bir ortam sağlayacaktı. Kimi zaman yanık yanık söylenen bir türküde, bir ağacın dallarında, bir meyvenin çiçeğinde, bir kuşun nazlı nazlı uçuşunda,bir derenin akışında ve kimi zaman da,  küçük Elifciğin mahsun mahsun bakışında anımsayacak, pişmanlığını vicdanının en derin yerinde duyumsayacaktı. 
  Hasan yolda fazla oyalanmak istemiyordu. Bir an önce anasına, kızına akrabalarına kavuşmak için adımlarını hızlandırdı. Zira onları çok özlemişti. Mektup yazıp geleceğini de bildirmemişti. Gelişi sürpriz olsun istedi.
 Hatice Ana ve Mustafa Emmi ise, ayağı hafif aksak olduğu için  köylünün Çot Selver dediği komşusunun toprak damlı evinin  duvarının dibinde kendileri gibi bir kaç ihtiyarla birlikte, güneşe karşı bükülmüş belini çevirmiş, bastonuna yaslanarak güneşli bahar havasının tadını çıkarmaya çalışıyordu. Aralarında kendi hallerince konuşup birbirlerine dertleniyordu. Zira dertleri, kaygıları, kederleri ortaktı.
Mustafa Emmi:
-Bekir Çavuş, bu yıl zemheri ortalığı kırdı geçirdi. Biraz daha devam edeydi kazma kürek sapını da yaktıracaktı mazaallah...
-He ya haklısın Mustafa Onbaşı, doğru dersin. Bu yıl kış çok çetin geçti.  Biz de olan tezeği, odunu yaktık da zor ısındık. Senin Ali’den ne haber?
-İyiymiş, işe başlamış  arada bize de para gönderiyor. 
-Allah iyilik versin,
-Amin.
 Bu yaşlı İki ihtiyar, bahar güneşinin bedenlerini ısıtması ile   gevşemiş, kendilerini iyice rahatlamış hissediyordu. Laf lafı da açtıkça sohbet keyifli hale gelmişti...
 Hatice Ana  duvarın dibindeki büyükçe taşın üstüne güneşten tarafa koyduğu kalın küçük kilimin üstüne oturmuş konuşmaları dinliyordu. Ali'nin lafı geçince yüreği sızladı. Evlat işte! Hasretine dayanmak çok zor. "Geleydi hele bir" diye düşündü. Sonra "daha nereden gelecek", gideli altı ay oldu. Bir yıl geçmeden gelemez, diye geçiriyordu zihninden.
   Elif ise, arkadaşı Yıldız ile birlikte yere çizgi çizmiş taş atlatmaca oynuyordu.Yerden taşı aldı atacaktı ki, uzaktan gelene  takıldı gözü. Dikkat kesildi: 
-Babam geliyor! Dedi. 
Hatice Ana:
-Ne babası gız, babanın ne işi var bu zamanda? Diyerek Elif'in hayal görmüş olacağını düşündü. Elif ısrarla eliyle karşısını işaret ederek:
-Bak hele şuraya...
Hatice Ana  merakla kalktı baktı. Elif haklıydı. Oğlu elinde valizi ile kendilerine doğru geliyordu. Heyecanlanmıştı.Eli ayağı birbirine dolaştı. Mustafa Emmi de o tarafa yöneldi. Hasan gerçekten gelmişti. Hatice Ana yavrusuna sarılıp yüreğini kor gibi yakan özlemini soğutmaya çalışıyordu. Göz pınarlarından damla damla yanaklarına doğru iniyordu yaşlar... 
  Şu insanoğlu ne garip! Sevinir ağlar, üzülür ağlar, hasret çeker ağlar, kavuşur yine ağlar. Yüreğimizin sessiz çığlıklarıdır gözyaşlarımız. Kimi zaman kaçıp sığındığımız limanımız, kimi zaman yüreğimizi alabildiğince coşturduğmuz rahmet deryamızdır. Onlar, kelimeler duygularımızı anlatmakta kifayetsiz kaldığında çıkarlar ortaya...
  Analarımız! Dünyada var oluşumuzun sebebi, yüreği yanık, gözü yaşlı analarımız. İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En büyük dertlerin dertlisi, çilelerin çilelisi, en büyük mutlulukların ardındaki sırdır. Her ne yapsak hakkını ödeyemeyeceğimiz çileli analarımız...Bizim analarımız çilekeştir. Yavrusunun rızkını temin etmek için gece gündüz demez çalışır. Güneşin kavurucu sıcağının altında, çocuğu sırtında tarladadır, bağdadır, bahçededir, dairededir. Kendisi yemez yedirir, giymez giydirir. Özetle yavrusu için her türlü çileye katlanır. Anadolu’muzunn anası fedakârdır. Vatanı için, bu vatanda yaşayan ve yaşayacak olan evlatlarının huzuru için gerektiğinde cephelerde savaşmış, sırtında mermi taşımıştır. Vatan ve bayrak uğrunda feda ettiği en sevdiği varlıkların acısını içine gömmeyi bilmiş vakarından da hiçbir şeyi kaybetmemiştir.

Bu vesileyle tüm annelerimizin ve anne adaylarımızın anneler günü kutlu olsun. Ahirete göç etmiş annelerimize de Allah'tan rahmet diliyorum.

Muhabbetle
Hanife MERT


4 Mayıs 2014 Pazar

Gerçeğin Acıtan Yüzü!

Ne zordur yalnızlık! Mezar gibi soğuk ve ürkütücü… Duvarlar üstüne üstüne gelir. Gözün çalmayan telefonda, kulağın ise kapı zilinde takılıp kalmıştır. Beynini küçük kurtçuklar gibi kemiren düşünceler, bir türlü rahat bırakmaz olur. Düşündükçe bunaltır, bunaldıkça vicdanla birleşerek benliğini esir alır. Kendinle konuşur, kendinle paylaşır, kendinle dertleşirsin. Kendini sorgular, yine kendini kendin yargılarsın. Sanık da sen, yargıçta sen, avukatta…


   Tek katlı damı ve duvarları betondan yapılmış, önünde teneke saksıda susuzluktan kurumuş şeker çiçeği, karanfil, ve hanım eli gibi birkaç çiçekten ibaret olan küçük bakımsız bir bahçesi vardı. Bir göz odalı evinde her zamanki gibi yine tek başına ve yine kendisi ile yapayalnızdı… Ne arayanı soranı, ne de geleni gideni vardı.
Şairin: “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge. Ne açar kimse kapım bâd-ı sâbâdan gayrı.” Dediği gibi kendini sadece yine kendisi düşünüyordu. Kapısını çalanı, arayanı soranı, geleni gideni yoktu.

   Bir zamanlar karıncanın şekere üşüştüğü gibi, etrafını saran onca insanlar nerede şimdi? Nerede dostları, arkadaşları, akrabaları, yakınları sevdiğim dediği insanlar? İnsan düşmeye görsün. Arasan ilaç namına bulamazsın kimseyi. En yakının bile kaçar senden öbek öbek…

  Canı sıkılmıştı. Sabah demlediği çayı ısıttı. Bardağa doldurduktan sonra tek odalı evinin yola bakan küçük balkonuna, tahta tabureyi alarak oturdu. Gözleri nemli, gönlünü hüzün kaplamıştı. Gömleğinin cebinden paketteki son sigarasını çıkardı ve yaktı. Keyifle çekti dumanını ciğerlerine. Tadını çıkarmalıydı. Zira başka sigara alacak parası yoktu…

   Yoldan geçen insanları izlemeye başladı. Her birini ayrı ayrı izliyordu. Her birinin yüzü mahkeme duvarı gibi. Soğuk, mutsuz, umutsuz, gergin, karamsar ve yalnızlığın yüzlerine bir yafta gibi yapıştığı insanlar. Onca kalabalığın içinde insanları böyle mutsuz, karamsar, yapayalnız hissettiren sevgisiz, vefasız, nankör yapan bencilce yaklaşımlarından başkası değildi. Daha önce nasıl da fark edememişti? Zira insan çoğu şeyi yaşayarak öğreniyor ve ancak yaşadıklarından ders alabiliyordu. Ders alabilmesi için, önce musibete maruz kalmalı idi. Bir musibetin bin nasihatten etkili olması gibi. Hayat da dersini yaşatarak veriyordu.

  Hayalinde bir bir canlandı yaşanmışlıkları… Gözleri nemlendi… Anne babası ona hayatı öğretmediler. Özel kolejde okuttular. Lakin kendisinin özel olduğunu hissettirmediler. Her istediğini para ile elde edebileceğini öğrettiler, paranın satın alamayacağı değerleri öğretmediler. Paranın yaşamak için bir amaç değil, sadece bir araç olduğunu öğretmediler. Ona çalışsın diye iş buldular. Sebat etmesini öğretmediler. Yuvası olsun diye bir eş, bir ev verdiler. Lakin o yuvanın bekası için gerekli olan en önemli şeyin sevgi, saygı ve sorumluluk bilincinin önemli olduğunu öğretmediler. Her düştüğünde el verip kaldırdılar, bir defada” kendin düştün, kendin kalk” demediler.
   Her şeyden önemlisi ona karakterini sağlamlaştıracak bir fırsat vermediler. Her şeyini, işini, eşini, yuvasını, kızını, dostlarını kaybettiğinde anlamıştı bütün bunları. 


   Düşmüştü..! Yine eskiden olduğu gibi anne ve babasının el vermesini bekledi. O el uzanmamıştı. Zira anne ve babası da onu yapayalnız bırakmıştı.” Öğreneceğim” diyordu hayatı geç de olsa… Kalacak yeri yoktu. En son çocukluk arkadaşı ile kalmıştı. Bir müddet sonra o da yol verdi. Artık dışarıda parklarda kalıyordu. Hatta bir arkadaşı onu uzaktan görmüştü. Kimseye göstermeden çöp kutusundan ekmek aldığını da, gözyaşlarını tutamamıştı... 

  Bir zamanlar jöleli saçların ve Rayban marka gözlüğün yerini, kirden yağlanmış saçlar ve gözlerinin altındaki morluklar almıştı. En pahalı mağazalardan aldığı kıyafetlerin, ayakkabıların yerini kirden, pislikten rengi seçilmeyen, kimi yeri yırtılmış tişört, pantolon ve ayakkabı almıştı...

   İnsan ne oldum dememeli. Bu gün sahip olduğu sağlığa, zenginliğe, güzelliğe güvenmemeli. Her birinin bir anda yok olabileceği bilincine sahip olmalı.

  Anne ve babalar da her şeyden çok sevdiği evlatlarını yetiştirirken onları hayata hazırlarken, güçlü bir irade sağlam bir karakter ve hayatta mutlu olabilmesi için ruhunu sevgi ile doyurmalı. Sevgiyi, sabrı, kanaati, mücadele etmeyi ve mutlu olmayı öğretmeli.

  Yaşanmış her hayat içinde ders verici bir kıssa bulundurur, hisse almasını bilirsen…
Muhabbetle.
Hanife MERT

“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge.
Ne açar kimse kapım bâd-ı sâbâdan gayrı.”
(Fuzuli)
Anlamı:
Gönlümün ateşinden başka bana kimse yanmaz, acımaz.
Sabah rüzgarından başka da kimse kapımı açmaz.

22 Nisan 2014 Salı

Utanmaktan Utanma!


“Utanmıyorsan dilediğini yap!” diye ikaz ederdi büyüklerimiz. Zira utanmayan insan her türlüğü kötülüğü, edepsizliği, vicdansızlığı, haksızlığı, adaletsizliği yapmaktan çekinmez. Bu duruma  toplum da kayıtsız kalıyor bana değmesin de ne yaparsa yapsın felsefesi ile yaklaşıyorsa artık çirkinliklerin, kötülüklerin önü  alınmaz bir duruma gelmiş demektir.
 Eskiden öyle miydi? İnsan yanlış yapmaktan ödü kopardı. "El alem ne der?" vicdan baskısını ruhunda hissederdi. El alemin cezası da, benim diyen hakimin verdiği cezadan daha etkili olurdu. Suç işleyen suçunu gizleyemezdi. Yüzü kızarırdı edebinden hayasından... Oysa insanın en güzel süsüdür utanması, utancından dolayı yüzünün kızarması.İnsan olduğunun göstergesi. Utanmak insanın kalitesini gösteren bir güzellik bir özeliktir.
  Utanan insan saygılıdır, edeplidir, faziletlidir, güzel ahlaklıdır. Vicdan merhamet sahibidir. İnsana, hayvana, doğaya karşı merhametlidir. Emek vermediği şeye sahip olmak istemez. Hakkı ve halkı korur gözetir. Erdemli haya  sahibidir. 
 Maalesef günümüzde bu  güzel değerler yavaş yavaş önemini yitirmiş durumda. Hatta utanılacak ve unutulacak bir hal aldı...    Peki nerede bu  "el alem" dediğimiz en ağır cezayı kesen görünmeyen el ? Bu kadar işlenen suçlar karşısında neden bir şey demez odu? 
 Artık ne korkumuz ne de kızaracak yüzümüz kaldı. Edep, haya, utanmak, arlanmak, adalet, hak, hukuk hak getire...
 Haksız yere hunharca öldürülen onca savunmasız zavallı çocuklar, kadınlar, yaşlılar... Çöp konteynerlerine atılan günahsız bebekler. Üç kuruşluk para için öldürülen insanlar. Gözler önünde öldürülen, kaza geçirip acı içinde kıvranan insanları sadece izleyen, başım belaya girer endişesi ile o halde bırakıp giden vicdan yoksunu insanlar... Çöpten ekmek yiyecek toplayan insanlar, savunmasız sokak hayvanlarına canlı canlı zevkine eziyet eden insan demeye dilimin varmadığı bu canileri görmüyor mu? 
 Görünen o ki o da terk etmiş bu toplumu.Toplum vicdan yargısını devre dışı bıraktığı müddetçe ve hukukun cezai müeyyideleri caydırıcı niteliğini arttırmadıkça endişe verici tablolar her geçen gün artacaktır artıyor da...
    İnsanlar artık suç işlemekten utanmaz olmuş. Yüzü bile kızarmıyor. Hani denir ya; tabiri caizse sanki "ar damarı çatlamış"...
   Büyükler bu halde iken geleceğimizi teslim edeceğimiz varlığı gurur kaynağımız olan gençlerimizin durumu da pek farklı değil. Rahata alışmış, sorumluluk duygusundan yoksun, emek vermeden, çaba sarf etmeden kolay yoldan kazanma peşinde koşan, her şeyin en son modeline sahip olmak isteyen, marka takıntısı olan, saygı, edep, vicdan, sevgi, merhametin devre dışı kaldığı bir  nesille karşı karşıyayız. Tıpkı Üstat Necip  Fazıl'ın yaptığı bir konuşmasında"bu gidişle utanmaktan utanan bir nesil gelecek" ifadesi  sanki bu günün gençliğini anlatıyor. Utanması gerekenden utanmayan, ama utanmaması gerekenden utanan bir nesil…  
    Utanılması gereken, ahlaksızlık,vicdansızlık,haksızlık, merhametsizlik ve sevgisizlik olması gerekirken günümüzde, bu insani güzelliklerden dolayı utananlar ayıplanır oldu.  Hatta böyle kimselerin durumu,içine kapanık,pasif,asosyal, basiretsiz biri gibi algılanıp kişilik bozukluğu olarak  gösterilebilmekte...
   Öyle kendimiz olmaktan uzaklaştık ki,her şeyimizi maddenin ışıltılı, göz kamaştırıcı süsüne bıraktık. Neyimiz var neyimiz yok her şeyi  paraya endeksledik. Değer yargılarımızın temeline parayı oturttuk. Paran varsa zenginsen insansın, değerlisin, saygınsın. Paran yoksa pul kadar değerin yok. Bizi bir arada tutan, birliğimizi sağlayan  ne kadar güzel değerlerimiz varsa onları paraya kurban ettik. İnsana  saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, kap kaççılık, adam kayırma,diz boyu. 

      Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk.  Toplum olarak bazı şeyleri kanıksadık ve kabullendik. Artık  utanmak, yüzümüzün kızarması şöyle dursun, görmezden anlamazdan gelir olduk çoğu şeyi...  



Muhabbetle
Hanife Mert

16 Nisan 2014 Çarşamba

Cehennem Sevgisiz Yüreklerde Yaşanır

   
Bu yazımı 3 Kasım 2012 de paylaşmışım. Bu gün sevgili Müjde'nin (bücürükveben) Facebookta paylaştığı, her yıl mart sonu itibarı ile yapılan  hükümet destekli fok avı caniliğini anlatan resim ve son günlerde ülkemizde özellikle küçük çocuklara yapılan taciz ve tecavüzlerin sonucunda öldürülmeleri, yine aynı şekilde arkası bitip tükenmek bilmeyen kadın tacizleri ölümlerine dikkat çekmek adına tekrar paylaşmak istedim. Biliyorum  bu paylaşımım belki bir derde derman olmayacak. Ancak insan olarak elimden gelenin bu olduğu bilinci ile en azından tepkimi göstermiş olabileceğimi düşündüm.

  SEVGİ, varlığı ile insana hayat veren özü hoş görü,şefkat, merhamet, güven, dostluk, kardeşlik, saygı gibi, kaynağını Allah’tan alan yüce bir duygu.. Çünkü kainatın yaratılış gayesi ve insanın mayası sevgidir. Allah insanı, dünyayı ve tüm evreni sevgi üzerine yaratmıştır. 


Bu kutsal duyguyu özünde barındıran insanın hayata bakışı, olayları değerlendirmesi, insanlara ve diğer canlılara davranışı sevgi ile olacaktır. Çünkü her insan, diğer insanlarla bir arada yaşamayı ve kendi yalnızlığından kurtulup, başkaları ile birlikte olmayı ister. İnsan, kendini ve diğer insanlarla olan ilişkilerini anlayabilmek için sevme güçlerini geliştirebilmeli ve tüm canlılarla beraber sevgisini paylaşabilmelidir. Dünya ile olan ilişkisini düşünce ve sevgi üzerine kuran bir kişi kendini tüm evrenle bir olmuş gibi hisseder. Sevgiyle yaklaşır her şeye. Evrende yaşayan tek canlının kendisi olmadığını bilir, diğer canlılara yaklaşımı sevgi ile olur..

Sokakta titreyen bir köpeğe merhamet edebilecek kadar, yaralı bir kediye merhem olacak kadar, aç bir kuşa yem, soğuktan titreyen bir yaşlıya ısı, kimsesiz yavrulara kimse, dalındaki çiçeği koparmaya kıyamayacak kadar şefkatli, yaratılanları Yaradan’dan ötürü sevecek kadar merhametli...

Yaşam, bu insanlar için tabiri caizse dünyada cenneti yaşamaktır. Zor durumda olanların yardımına koşmak, sıkıntıda olanların sıkıntısını paylaşarak gidermek, güçsüzlere, fakirlere, çaresizlere, dertlilere çare olabilmek insanı mutlu, huzurlu hissettirir. Özünde huzuru duyabilen insan, kendisi ile barışık, pozitif bir hayat yaşayan insandır..

Böyle insanların sayıca çok olması o toplumda acı, gözyaşı,yakmak, yıkmak yok etmek olan savaşların daha asgari düzeyde yaşanması anlamına gelmektedir. Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Sevgiyi yüreğinde hissetmeyi başaramamış insanlar, sevginin özünü oluşturan unsurlardan uzak kalmış demektir. Böylelikle kendilerinden ve toplumdan uzaklaşarak yalnız kalmak, kendisini zayıf ve çaresiz hissederek özgüven kaybı yaşarlar.. Çünkü özgüvenin en önemli unsurlarından biridir sevgiye layık olabilmek. Kişi, kendisinin sevgiye layık olmadığı inancıyla baş edemez ve güçsüz düşer. Bu duygu ise insanı günden güne zayıflatır. Ruhu  Hata yapma riskini arttırır. Kin, nefret, kıskançlık,maddi tatminsizlik duygularının yoğun yaşanmasına neden olur.


Ruhun gıdasıdır sevgi.Nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir müddet sonra, biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz ise, ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.


Böyle bir durumda hoşgörü , sevgi ve evrensel dostluğun timsali Mevlana’nın "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya.

Sık sık şahit olduğumuz çirkin olaylar, örneğin bebeklere, çocuklara, yaşlılar ve  kadınlar gibi savunmasız insanlara, hayvanlara yapılan insanlık dışı davranışların temel sebebi sevgisizliktir. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; pişman mısın? diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. 
Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerde, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor. Sevelim ki sevilebilelim. Sevilebilelim ki kendimize,insanlara,yaşama güvenebilelim.“Sevgi yoksa güven, güven yoksa doyum yoktur”. 

Kısaca sevgi her şeydir.
Hanife Mert

6 Nisan 2014 Pazar

"Nuh Büyük Tufan" Filmi / Kuran'a Göre " Hz Nuh Tufanı" Kıssası

Bu gün sabah (06 Nisan pazar) kahvaltısının ardından, eşimle birlikte daha önce fragmanını izlediğimiz ve sevgili Kedimin Hobi Defteri isimli blogspot arkadaşımın film ile ilgili paylaşımı sayesinde  ilgimi çeken "Nuh Büyük Tufan" filmine gittik. Filmin konusunu ve filmde işlenişini merak etmiştim. Filmden beklediğimi bulduğumu söyleyemem. Ancak 3 boyutlu  Fastantik film izlemeyi sevenler için kaçırılmaması gereken bir film olduğunu söyleyebilirim.Tabi oyuncuların da hakkını yememek lazım.
yönetmenliğini Darren Aronofsky'nin yaptığı filmin başrollerini, Jennifer Connely, Emma Watson ve Antony Hopkins  paylaşıyordu..

Film  Malezya, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri' gibi ülkelerde yasaklanmış, bilmiyordum. Mısır'daki El Ezher Üniversitesi de filmin yasaklanması yönünde fetva vermiş. Ülkemizde ise ilahiyatçılarımız filmi dini kaynaklarla uyuşmadığı için eleştirmiş...İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Filmde Hazreti Nuh'a iftiralar var. Nuh'un oğlunun babasını öldürmek için yaptığı planların hiçbir gerçekliği yok. Nuh Peygamberin filmde, "Allah'ın isteğiyle torununu öldürmeye karar verdiği, ancak daha sonra Allah'ın isteğine karşı gelerek öldürmekten vazgeçtiği" şeklindeki bir bölüm var. Bunlar hiçbir dini kaynağa uymuyor. demiş.
Prof. Dr. Muhit Mert "Film Nuh diyor, peygamber demiyor."
Diğer eleştirileri  http://gundem.bugun.com.tr/nuh-buyuk-tufan-filmi-haberi/1049549?lgklwqqepojzfriq 
linkten okuyabilirsiniz...                                                 
Filmde pek dikkate alınmayan İslami kaynaklara göre  Hz Nuh Tufanı kıssasını Kuran'da nasıl anlatıldığını sizlerle paylaşmak istedim.
Hz. Nuh, Idris aleyhisselamın göge çıkarılmasından sonra, azan insanlara peygamber olarak gönderildi. Insanlar putlara tapmaya basladi. Cenab-i Hak bunun icin Nuh aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. O zaman 50 yasinda idi. Yillarca insanları dine davet etti, putlara tapınmaktan sakındırdı ve Allah-ü Tealaya ibadet etmelerini söyledi. Ama Nuh aleyhisselama kendi oglu Yam yani Ken'an bile iman etmedi, hatta alaya alıp iskence ettiler: « Andolsun ki Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim ! Allah'a kulluk edin, sizin ondan baska tanrınız yoktur. Dogrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum » (A'raf, 59) . Nuh aleyhisselam insanların davetine icabet etmedikleri için onlara beddua etti:« (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır » (Nuh, 24). Allahü Teala da bundan sonra Nuh aleyhisselama gemi yapmasını emretti: « Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme ! Onlar mutlaka bogulacaklardir ! » (Hud, 37) . Gemi bitince tufan oldu (denizler taşti ve her taraf su oldu). Nuh aleyhisselam sayisi 80 kisi kadar olan mü'minler ile 3 katlı olan gemiye bindi. Nuh aleyhisselam gemiye her hayvandan birer çift aldı. Oglu Ken'an'ı da gemiye almak istedi, ama o "Beni sudan koruyacak bir daga sıgınacagım" dedi, gemiye binmedi ve hemen bir dalga onu alıp boğdu. Allah Teala da Nuh aleyhisselamın bu oglu hakkında af dilemesine karşılık: « (...) Ey Nuh ! O asla senin ailenden degildir. Çünkü onun yaptıgı kötü bir istir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme.(...) » (Hud, 46) buyurdu. Sular daglari aştı, insanlar ve hayvanlar telef oldu. 150 gün geçtikten sonra Allahü Teala: « Yere suyunu çek; göge: ey gök sen de yağmurunu tut » buyurdu ve bunun üzerine yağmur durdu, sular çekildi. Gemi Cudi dağına oturdu. Hz. Nuh'a inanıp kurtulan insanlar aç oldukları ve dagda yiyecek olmadıgı için Nuh aleyhisselamın emri üzerine ellerinde olan bütün yiyecekleri birleştirdiler ve böylece ilk defa Aşure yemeğini yaptılar. 
  İnsanlar Nuh aleyhisselamin 3 oglu Sam, Ham ve Yafes'ten türediği  icin Hz. Nuh'a ikinci Adem de denir. Nuh aleyhisselamin 1000 yasinda vefat ettigi söyleniyor, ama Kur'an-i Kerim'de : « Andolsun ki biz Nuh'u kavmine gönderdik de o 1000 yildan 50 yil eksik bir süre yanlarinda kaldi.(...) » (El-Ankebut, 14) geciyor. . Hz. Nuh gemicilerin ve marangozların piri sayılır, çünkü bu işleri Allah'ın ihsanıyla ilk defa o yapmıştır.
a- Hz. Nuh'un Oğlu ile İlgili İsteğinin Yersizliği
"Nuh Rabbine seslendi: "Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Senin verdiğin söz elbette doğrudur. Hem sen karar verenler arasında en isabetli kararı verirsin" dedi.
Allah, "Bak Nuh! dedi. O senin ailenden değildir; çünkü o bir kötülüktür (her yanından kötülük taşıyor). Bilmediğin şeye karışma. Kendini bilmezlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum."
"Rabbim!" dedi. "Hakkında bir bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan kaybedenlerden olurum." (Hud 11/45-47)
b- Karısı
"Allah, inkar edenler için, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını örnek gösterir: Bunlar, kullarımızdan bu iki iyi kulun nikahı altında idiler. Derken onlara karşı hainlik ettiler. Kocaları Allah'tan gelen hiç bir şeyi onlardan savamadı. O ikisine de: "Ateşe girenlerle beraber siz de girin" dendi." (Tahrim 66/10)

Kaynak:ww.enfal.de/nuh.htm
 Kur'anı Kerim Türkçe Meali

2 Nisan 2014 Çarşamba

Her konuşanı alim, her susanı cahil sanma!

Her şeyin bir görünen dış yüzü bir de görünmeyen iç yüzü vardır. Salt dış görünüşe göre yargıya varmak insanı bazen yanılgıya düşürebilir. Lakin ilk izlenim de çok önemlidir. Zira görünen köy kılavuz istemez demiş atalarımız. Hal böyle iken nice alim görünümlü cahil kimselerin peşine takılıp gidenleri gördük.
        Cahili; bilgisiz yol yordam bilmeyen ilim irfandan yoksun kimse olarak tanımlamış halkımız. Şöyle de özelliklerini sıralamış; Onlar  erdemli, doğru, bilgili,insancıl, sorumluluk sahibi ve araştırıp öğrenmeyi  kendine ilke edinmiş kimselerden uzak durur. Çünkü, kendini olduğundan daha fazla büyük  görme hastalığına tutulmuş, tevazudan  yoksundur. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, derinine inmez. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Dediğim dedikçidir! Yanıldığını asla kabul etmez. Çünkü o, olayları ancak gördüğü gibi değerlendirir. Ben bilirim, benim dediğim doğrudur zihniyetindedir. Kendi düşüncesinde olmayanı ötekileştirir. Kitleleri birleştirmek yerine ayrıştırıcı politikalar üretir. Bir de etrafından destek görürse değme gitsin keyfine... Yüce dağları ben yarattım der  kendini Everest tepesinin üstüne bağdaş kurup oturtur. 
  
Eğitim almak ya da almamak bu kimselerin cehaletini azaltmaz. Zira idrak, düşünme yetenekleri, algıları kapalıdır. Etrafımızda bu özellikleri taşıyan çok sayıda insanı görmekteyiz. Kimi ile arkadaş, komşu, kimi ile iş ilişkisi içinde bulunduğumuz kimseler. Kimilerini tv de izler, gazetede okuruz. Bunlar  düşünmeden cahilce söylemlerde bulunan bir bakan, milletvekili, vali gibi görevleri üstlenmiş üst düzey yöneticileri  olarak karşımıza çıkabilir. Bu kimseler hasbel kader getirildikleri bu makamlarda, davranışlarıyla öylesine cahilce bir tutum sergiler ki;  işgal ettiği makam yer ve konum birbiriyle tamamen zıttır. Bir söylemine bakarım, bir de işgal ettiği makama! Bu insan bu makama nasıl getirilmiş diye kendime sorarım. 
Son dönemde ülkemizde öyle çok alim görünümlü cahillerin söylemine şahit olduk ki saymakla bitmez... Kimi bu teknoloji çağında elektirik kesintisini trafoya kaçan kediye bağlayanı mı dersin, örnekler o kadar çok ki... Kelli felli bu kimseler için kendime ve onları oraya getirene sordum...
Rahmetli Yaşar Hocamın böyle durumlar için bir öğüdü vardı; "Çocuklar makamın şereflendirdiği değil, makamı şereflendiren olun" demişti. Nur içinde yatsın hocam.
 İşte böyle kimseler makamın şereflendirdiği, makamlarından güç alan kimseler olmalı..

Ne dersiniz sizce de öyle değil mi?

Muhabetle
Hanife Mert

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...