15 Ekim 2013 Salı

Kurban Bayramınız Kutlu Olsun...



Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan ancak sizin O'nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir. Size doğru yolu gösterdiğinden, Allah'ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir. ( Ey Muhammed)İyilik yapanlara müjde et. (HACC /37)
    Bayramlar bireylerin toplum olarak bir arada yaşamasına olanak sağlayan, onlara paylaşmayı, yardımlaşmayı, saygı duymayı, sevmeyi, şefkat ve merhametli olmayı sağlayan manevi harçlardır. Her yıl daha üst basamaklara çıkarmamız gerekirken, çıkarmak şöyle dursun bayramları bayram tadında yaşamaktan uzaklaştık. Kurban kesmeyi katliam olarak değerlendirip yardımlaşmaktan uzaklaştık, aile fertlerinin yılda iki kez de olsa bir araya gelmesini, sevgiyle kucaklaşmasını sağlayan bayramları,tatil niyetine kullanıp, büyüklerimizden uzaklara kaçtık. Bir “el öpmek”ten bile kaçındık. Sonra da sevgiye ve saygıya hasret, ya da yabancı bir toplum haline geldik… Bayramlaşmak tek kişiyle yapılacak bir eylem değil… Birbirimizle, her birimizle ayrı ayrı bayramlaşarak, onun hazzını yaşayacağız ki, sevincimizi paylaşabilelim.
  Klışeleşmiş bir söz vardır, hani hepimizin geçmişe olan özlemini ifade etmek için kullanırız. ”Nerede o eski bayramlar.” cümlesi ile başlayan, her birimizin hayalinde farklı anıları çağrıştıran bir söz..Oysa hiç birimiz eski bayramları bayram yapan o dönemlerde yaşayan insanımızın kültürel, milli ve manevi değerlere olan bağlığını sorgulamayız.. Elbette eski bayramlar çok güzeldi. Çünkü eski bayramları güzelleştiren güzel zihniyette olan güzel insanlardı. İnsanların düşünce ve hayat felsefeleri değiştikçe bayramların da ifade ettiği anlam değişime uğradı.

  Eski örf ve adetlerin yerine modern dünyanın makineleşmiş düşünceleri,kuralları hakim oldu. İşte bu sebeple eski bayramların saflığını, güzelliğini, sevincini, yardım severliliğini insanı huzura mutluluğa boğan günlerini özler olduk..

   Dileğim odur ki; bayramların bayram tadında, bayram sevincinde yaşanması, küsleri barıştıran, insanları kaynaştıran, açları doyuran, savaşları sonlandıran, çocukları sevindiren, ülkeme, milletime tüm insanlık alemine barış, sevgi, saygı, güven, adalet, huzur ve mutluluğu hakim kılan bir dünyada bayramı yaşamak...

Bayramlarınız bayram tadında geçsin...


Hanife Mert

2 Ekim 2013 Çarşamba

Adımız Andımızdır!!

Her sabah günün ilk ışıklarıya yavrularımızın kararlı, gururlu, coşkulu sesleri ile günaydın sevgili arkadaşlar diye başlayan;  Türküm, doğruyum , çalışkanım… diye devam eden dostuna güven düşmanına korku salan yaklaşık seksen yıldır  ilkokullarda çocuklarımızın okuduğu andımızı  23 Nisan 1933 yılında Türk çocuklarına armağan eden  Dr. Reşit GALİP’tir.
Prof. Dr. Afet İNAN, “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” adlı eserinde (s. 213) Dr. Reşit GALİP ve “AND” hakkında şunları yazmıştır:
“1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. “Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı” dedi:
Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Bu sözler, Türk çocukları tarafından o yıldan beri tekrarlanmaktadır. Vatanperver Dr. Reşit GALİP, evvelâ bir baba olarak bu hisleri duymuş; sonra da Millî Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına bu andı içirmişti.”
Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu 10 Mayıs 1933 tarih ve 101 sayı kararı ile bu “Öğrenci Andı”nı, idealist Millî Eğitim Bakanının belirttiği şekilde uygulamaya koymuştur.
Talim Terbiye Kurulu’nun bu kararına göre, öğrencilerin her gün tekrar edeceği “Öğrenci Andı” ile ilgili olarak Millî Eğitim Bakanlığı, metni bu yazımızın sonuna alınan 18 Mayıs 1933 tarih ve 1749/42 sayılı genelgeyi yayımlamıştır. “Öğrenci Andı”nın amacı ve söylenirken nelere dikkat edilmesi gerektiği bu genelgede açıklanmıştır. 29 Ağustos 1972 tarih ve 14291 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan ilkokullar yönetmeliğinin 78. Maddesinde “Öğrenci Andı”na aşağıdaki son bölüm eklenmiştir.
“Türküm, doğruyum, çalışkanım; yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Ne mutlu Türküm diyene”
“Öğrenci Andı”nın bugün söylenmekte olan metni, Millî Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi’nin Ekim 1997 tarih 2481 sayısında yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 10. Maddesiyle belirlenmiştir. Bu maddeye göre ilköğretim okulunda öğrenciler, her gün dersler başlamadan önce öğretmenlerin gözetiminde topluca aşağıdaki “Öğrenci Andı”nı söylüyorlar.

“Türküm, doğruyum, çalışkanım.İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim.Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne Mutlu Türküm Diyene!”
İlköğretim okullarında öğrencilerin, her gün dersler başlamadan önce öğretmenlerin gözetiminde topluca söyledikleri “Öğrenci Andı”nın amacı, anlamı ve öğrencilere nasıl kavratılacağı,metni aşağıya alınan 18 Mayıs 1933 
 tarih ve 1749/42 sayılı Bakanlık genelgesinde çok güzel açıklanmıştır.
Amacı;
Her öğretmenin ve her okul yöneticisinin bu emri dikkatle okuması ve uygulaması gerekir.
Öğrenci andında yer alan her sözde ve anlamında Türk Millî Eğitiminin amacının özü vardır. Andda geçen her sözün ve ettikleri yeminin anlamı öğrencilere iyi kavratılmalı. Öğrenciler, okul içinde ve okul dışındaki hayatlarında, her sabah söyledikleri anda göre hareket ederek “doğru” ve “çalışkan” olmalı. Küçükleri korumalı. Büyükleri saymalı. Yurdunu ve milletini özünden çok sevmeli. Yükselmeyi ve ileri gitmeyi “ülkü” edinmeli. Atatürk’ün açtığı yolda, gösterdiği hedefe durmadan yürümelidir. Yeri gelince varlığını, Türk varlığına armağan edebilmelidir.
Öğrencilerin okul içinde ve okul dışındaki davranışları, Andda söyledikleri sözlere ve ettiği yemine uygun olmalıdır.

30 Eylül 2013 tarihinde Türkiye  Cumhuriyeti Devleti' nin başbakanı tarafından demokratikleşme paketi adı altında yayınlanan paketin maddelerinden biri ile kaldırıldı.Görülen o ki, Türk çocuklarının büyük bir coşku ile verdiği söz and demokrasiye aykırı gelmiş.
Yavrularımızın o küçücük yüreklerine zihinlerine ilmek ilmek işlenen andımızda , doğruluk, çalışkanlık, büyüklerini saymanın, küçüklerini sevmenin, vatanını canından aziz bilecek kadar kutsal olduğunu öğrenmesi, Atasının gösterdiği ilim ve irfan yolunda ilerlemesi için söz vermesi, and içmesi sağlanmakta idi. Bu Türk Milletinin yansıması olarak, Türk çocuğundan alınan sözün demokratikleşmeye aykırı olarak görülüp kaldırılması hepimizi derinden üzmüştür. 

Ancak şu bilinmeli ki! Türküm diyen kendini "TÜRK" gibi hisseden her "TÜRK", çocukluğunda verdiği anda söze, son nefesine kadar kadar sadık kalacaktır. 
           
                 NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
                        Hanife Mert

30 Eylül 2013 Pazartesi

Yüzeysel Yaşıyoruz Vesselam...


Hayatımızı yüzeysel yaşıyoruz. Her konuda derinlemesine düşünüp, fikir yürütme zahmetinden yoksunuz. Anlık ilişkiler, günü birlik dostluklar, anlık mutluluklar, sevinçler ve gereksiz koşuşturmalar içinde kaybolan benliğimiz!…Tam anlamıyla bir hengamedir gidiyor. Kendimizi hayatın durmak bilmeyen kargaşasına öylesine kaptırdık ki; İç dünyamıza ruh alemimize yapmamız gereken yolculuk sekteye uğradı. Derin dostluklarımız sığ ilişkilere dönüştü. Ne bir yetimin gözyaşı, ne bir hastanın ahı, ne bir annenin feryadı, ne zalimin zulmü, ne toplumun kangrenleşen sorunları, ne milli ne manevi değerlere karşı gelişen olaylar artık zamana derinlik katmaktan uzak kaldı.
Hayatın insan üzerindeki yıpratıcı etkisinin sonucu olarak bazen bunalır insan.Tahammül edemez olur hayata, işe, işsizliğe, eşe, eşsizliğe, durağanlığa, harekete, hareketsizliğe, soğuğa,sıcağa … Aslında insanın tahammül edemediği kendisidir. Farkına varamaz. Canın kafesinde sıkıldığını, uçmak istediğini, özgürleşmek istediğini anlayamaz. Kızarak, söylenerek, şikayet ederek, mutsuzluğunun,huzursuzluğunun sebebini bertaraf etmeye çalışsa da, kafasındaki sorulardan kaçar. Farklı yerlerde farklı cevaplar bulmaya çalışır. Oysa aradığı kendindedir. İç aleminde gizlidir. Bahaneyi havaya, suya, toprağa, eşine, arkadaşına, işine, dostuna, arabaya, eve, kariyere, sevgiye, sevgiliye, sevgisizliğe ve daha pek çok şeye bulmak ona kolay gelir.
Zira kendini sorgulamadan, kendi ile yüzleşmeden dışarıda suçlu arayarak geçen zaman boşa geçen zaman değil midir?
Hayatı sadece yemek, içmek, gezmek, eğlenmek, çocuk büyütmek,işe gidip çalışmaktan ibaret görmek doğru mudur? İnsanın iç dünyasına yönelip ruhunun isteklerine cevap bulması, ruhunu tanıması onu terbiye edip olgunlaştırması , iç alemiyle hemhal olması gerçek mutluluğa ulaşması değil midir? İnsan kendi ile barışık olmalı , büyük şeylerde kısa süreli geçici mutluluklar yerine küçük şeylerde uzun süreli kalıcı mutlulukları tercih etmeli.Kendi olmalı kendi gibi yaşamalı. Derin düşünmeli. Hayatın sorumluluğunu üstlenmeli. Unutmamalıdır ki,yaşarken küçük şeylerde büyük tatlar bulmak insanın sorumluluğundadır.

Mesela şöyle bir slogan olmalı ve bu dört bir yere dağılmalı : "kendine 10 dk izin ver ne tv izle ne çocuğunun derdiyle ilgilen ne hesap yap ne de; dert düşün..bırak 10 dakika sadece kendine ayır,dinlen beynin sussun, sakinleş, insaniyetini düşün, ruhunu düşün..."

 Zamanla birlikte herşey kısalaştı, kısırlaştı, hep aynı döngü ve o döngüyü insan izlemekten görmekten şiddete ölüme acıya alıştı duymaz olduk görmez olduk işitemez olduk..İnsani yanımızı unuttuk egolarımız ön plana çıktı, benim doğrum oldu herşey..ve modern yozlaşma doğdu..kitaplar sustu, ruh sustu, sohbet sustu sanırım insanlık sustu...

İnsan düşünen bir varlıktır. Kendini iyi tanımalı, kendi ile barışık yaşamalı. Fıtratının gereğini yapmalı. Aklını kullanmalı. Düşünmeli, araştırmalı, soruşturmalı, yargılamalı, hesap sormalı...
Aklını iyi kullanan ve derin düşünen insanların hayatından aldıkları lezzetler, bu vesileyle elde ettikleri nimetler ve yaşadıkları konfor; düşünmeden kendilerini yormadan, yüzeysel basit düşünen bir akılla yaşayan insanların hayat kalitelerinden çok farklıdır.

Huzurun kaynağı derin düşünmede gizlidir…


muhabbetle
Hanife Mert






19 Eylül 2013 Perşembe

İnsanlık kan kaybediyor!


Gökyüzünde  yine sis var, 
dağlarda  ise duman.
Beklemekten yorulduk,
kalmadı artık dizlerde derman.

Acı, ölüm, gözyaşı, kin, nefret ve kan, 
İnletti semayı 
yanan yüreklerden coşan
feryat ve figan,
Nerede kaldı "İnsanlığı" getiren kervan?                           

Ahlak edep hak getire, 
adalet hepten çöktü. 
Yalan, dolan, riya olmuş baş tacı 
Helali haramı düşünmek artık  kimin harcı? 

Ayaklar baş  olmuş, başlarsa ayak. 
Zalimler zulümle  olmuşlar abad 
Yaşamak pahalı ölmekse ucuz,
Gel artık ey "insanlık"! gülsün yüzümüz

Hanife MERT

12 Eylül 2013 Perşembe

Sanki Hiç yaşamamış Gibi Öldürülen kadınlar!!


Nazım Hikmet "kadınlarımız" isimli şiirinde“…Anamız, avradımız, yârimiz. Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen… Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ...Ve ekinde, tütünde, odunda ve kara sabana koşulan kadınlarımız”... dizeleri ile özellikle, her türlü çileyi göğüsleyen  cefakar ve vefakar Anadolu kadınını anlatmaktadır. O,ne yeri  öküzden sonra gelebilecek kadar değersiz ,ne de zulme uğramayı, horlanmayı hak edecek kadar zavallı  bir yaratılışa sahip.O, insan olmanın en temel unsuru, hayatın can damarıdır …En güzel şekilde yaratılmıştır.İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En büyük dertlerin dertlisi, çilelerin çilelisi, en büyük mutlulukların ardındaki sırdır. O anadır,bacıdır, yardır, yarendir... Lakin var oluşundan bu yana, hak ettiği yere hiç bir zaman konamayan, hep zarar gören ama kimseye zarar veremeyen kişidir. Çilekeştir, zillete düşendir. Bir kenara itilen, canı çıkana kadar dövülendir. Her kabağın başına patladığı yazgısı kara talihsizlerin talihsizidir.Çocuk yaşında evlendirilen neye uğradığını anlamadan hayatına son verilen küçücük çocuk gelindir... 
 Allah´ın kadını bir emanet olarak verdiğini unutan adamlara adam olmadıklarını anlatan sessiz aktörlerdir. 
"Sanki hiç yaşamamış gibi ölen, öldürülen kadınlar".
Ülkemizdeki kadınlar da, Tıpkı şiirdeki gibi hiç yaşamamış gibi ölüyor ve öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine, kimi bıçaklanıyor, kimi,ıssız bir köşede işkence edilerek, kimi yaşının küçüklüğüne aldırmadan hoyratça davranılarak  öldürülüyor… 
Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı,parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu... Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. 
Nette okuduğum bir haber bir kadın olarak bir anne ve bir eş olarak yüreğimi acıttı... Haber şöyle;

8 yaşındaki kız çocuğu düğün gecesi öldü. Yemen'in güneyinde bulunan Hardth şehrinde sekiz yaşında bir kız çocuğu 40 yaşından daha büyük bir adamla evlendirildiği gece vajinasındaki ve iç organlarındaki yaralanmalar nedeniyle hayatını kaybetti. Tüm dünyada büyük yankı uyandıran olay sonrası insan hakları örgütleri ve Yemenli aktivistler adının Revan olduğu açıklanan küçük kızla evlenen adamın ve Revan'ın ailesinin tutuklanması için çağrı yaptı. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) verilerine göre 2011 ila 2020 yılları arasında dünya çapında 140 milyondan fazla kız çocuğu 18 yaşından önce evlendirilecek. Bu rakamın 50 milyonu ise 15 yaşından önce evlendirilerek çocuk gelin olacak. Yemen’de ise kız çocuklarının üçte biri 15 yaşına gelmeden evlendiriliyor.
Cumhuriyet.com.tr
Daha çocuk yaşına rağmen, elinde bebeği ile evcilik oynaması gereken bir yaşta, cehalete kurban edilen bir can... Cahiliye döneminde diri diri toprağa gömülen kız çocuklarından ne farkı var Revan'ın... 
Her defasında son olmasını dilediğim kadın cinayetleri, tacizleri, kadına uygulanan zulümle  her geçen gün artıyor. Gün geçmiyor ki, öldürülen şiddete maruz kalan kadın haberleri medyada öncelikli yerini almasın... 
Sebep ister psikolojik, ister sosyolojik ve isterse toplumsal olsun, insanlığın yüz karası olan kadına uygulanan şiddet, taciz,  ölüm ve zulümlerin   biran önce son bulması ve kadına, anaya, eşe hak ettiği değerin saygınlığın kazandırılması dileğimle...

8 Eylül 2013 Pazar

Umudun Bittiği yerdedir Ölüm!

Bizi yaşatan, hayata bağlayan, zorluklarla mücadele gücümüzü kamçılayan, ölüm ile hayat arasında bir köprüdür umut.
Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı. insanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla desteklenerek hayat bulur. Kimi zaman bir fakirin sofrasındaki çorbada, kimi zaman zenginin bankadaki hesabında, bir hastanın ilacındaki şifada, bir öğrencinin notunda, bir gencin geleceğinde, bir aşığın vuslatında, bir memurun emeklisinde, bir kuşun kanadında, bir toplumun savaşsız, barış, kardeşlik sevgi duyguları ile bezenmiş çağdaş uygarlığı yakalamasında, soğukta titreyen evsiz bir yetimin sıcacık huzurlu bir evinde, huzuru tüketmiş bir ailenin,saadetinde gizli...
İnsan umuda en fazla, çaresizliğin girdabında kaybolmuşken ihtiyaç duyar. Çünkü çaresizliğin girdabında çabalarken umut anlamlıdır. Umut öyle bir şey ki, çaresiz kaldığın en zor anlarda görülen küçük bir ışığa, tıpkı pervanenin ateşe koştuğu gibi koşmaktır.
Yapmak istediklerinizin peşine düşmek! Bu uğurda zorluklar, engeller, önünüze çıkan her ne varsa umutla, sabırla, kararlılıkla, azimle ve inançla mücadele etmek.
Bu çok kolay değil elbet... Hatta hiç kolay değil! Zaten önemli olan zoru başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen hedefe ulaşıldığında duyulan mutluluğu tarif edebilmek mümkün mü?.. Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o istediğiniz şeye ulaşmanın kıymetini anlayabilir miydiniz? Her karşılaşılan engelde, zorlukta vazgeçmek yerine umudunu güçlendirerek "olay daha bitmedi" diyerek mücadeleye ve yola yeniden devam etmek. Yılmadan, yorulmadan…
Kimi zaman da umud eder, hayal eder, sabreder, mücadele eder ama istediğimize ulaşamayabiliriz. Karamsarlığa kapılıp umuttan, hayalden vaz geçmek yaşamaktan vaz geçmek demek değil midir? Çünkü insan umud ettiği ölçüde yaşar. Aydınlık karanlığın bittiği yerde başlar.
Evet sağımız solumuz karanlık görünüyor, öyle bakıyoruz penceremizden; kırmalıyız karaya boyanmış gözlüklerimizi , kırmadan anlayamayız dışarıdaki baharı.
Umutlarımız var , umutlar ki bizi hazırlar yarınlara.
İnsanın umudu bitmemeli, bitmesi kendinin bitmesi demektir. İnsan yürekten, inançla sarılırsa , birlikteliğin gücünü, birleşen ellerin yumruk olduğunu görür ve karanlığa bir balyoz gibi iner o yumruklar.
Gücümüzün heybetini görürsek, insanın kurtuluşunun, gücümüzün bütünlüğünden geçtiğini anlarız.
Umudun bitmesi demek insanın her şeyden vaz geçmesi, hayallerinden isteklerinden, özlemlerinden, beklentilerinden, kısaca yaşamından vaz geçmesi demektir.İşte bu noktada ölümden farksız bir yaşam devam eder.

Çünkü ölüm, umudun bittiği yerdedir.

Umut ışığınız sönmesin..

Hanife MERT

1 Eylül 2013 Pazar

Eylül ve hüzün!


Her Eylül ayı geldiğinde içimi bir hüzün kaplar.. Eylül hüznün ayı, hazan mevsiminin başlangıcı.… Her yerde bir sessizlik hakim olur.Sadece sıcak yaz günlerinin sona ermesi ile tatlı tatlı esen hazan rüzgarlarının sesi duyulur. Bir zamanlar nadide bir tomurcuk iken etrafa canlılık güzellik katan yemyeşil yaprakların sararıp kuruması ve tutunduğu dalı terk etmesi gibi.Tıpkı sevdiğinden ayrılan, acısını ve gözyaşlarını yüreğine gömen bir sevgili edasıyla çaresiz düşmesine sessiz kalan dallar. Yaprağın kaderidir düşmek. Düşen ve hışırtılı sesleri ile bir oyana bir bu yana savrulan yapraklar neyi anlatmak ister bilinmez..

Tatlı tatlı esen sonbahar rüzgarlarının ardından yağan yağmurlarda sona eren son bulan güzelliklerin ardından dökülen göz yaşını andırır adeta... Doğanın bu nadide hali ne çok şey anlatır anlamak isteyene…! Doğanın sessiz çığlığı…





Bilinen bir şey var ki; o da hiç bir şeyin süreklilik taşımadığıdır. Güzelliğin, mutluluğun, canlılığın, sağlığın gençliğin ve hayatın tıpkı kuruyan yaprağın dalını terk etmesi gibi, insan da günü geldiğinde her şeyini geride bırakarak hayata tutunduğu dalını terk edecektir..

Ne zaman son bulacağı belli olmayan bu hayat yolculuğunda, yemyeşil bir yaprak gibi etrafa ışık canlılık saçarken, ışık olur kimilerine mutluluk huzur verir. Kimine rehber olur. Sevgi tohumları eker sevgisiz gönüllere... Dost olur, yaren olur. Kardeş olur kimine, kimine eş, kimine arkadaş olur. Kimine tutunacak bir dal olur... Ama bir gün kendinden çok şeyin gittiğini fark eder. Bir türlü ne olduğunu anlamadan tıpkı kuru bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana savrulup durur dünya denen bu hanede..

Hiç ummadığı bir anda acı acı verilen bir sela ile irkilir insan. Hüzün dolu bir sesle sarsılır. Acı bir haber! Ölüm karşısında çaresizliğin haberini verir. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sözün bittiği yer.“ “Şüphesiz biz Allah’tan geldik ve şüphesiz dönüşümüz O’na dır.”

Gidenin ardından çaresiz bakakalırız. Her giden arkasında kocaman bir boşluk bırakır. Ne giden unutulur, ne de arkasında bıraktığı boşluk doldurulur.
  Gönül gözümüzü açmak için bir çağrı mı hazan mevsimi? Ölümü, yokluğu, çaresizliği çağrıştırması adına.. Her güzelliğin bir sonu olduğunu bilip ona göre yaşamalı insan, kısaca  kadere rıza göstermeli ...

Eylül İşte! hüznün değişmez adresi..
Eylül bu! acıtır... Ama zamanla acıya da alıştırır.

Muhabbetle,
Hanife MERT











YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...