6 Kasım 2012 Salı

Kalp Kırmak..


Konuşurken hani, istemeden de olsa çıkar ya bazen yanlış bir kelime ağzınızdan…Aslında öyle demek  istememişsinizdir; ama geri dönüşü yoktur artık.Hele bir de kırmış iseniz muhatabınızın kalbini; işte o an yazık etmişsinizdir; hem sevdiğinize, hem kendinize, hem de duygularınıza… O kelimenin söylenmemiş olmasını bin bir pişmanlık içinde dilersiniz, fakat sözünüz bir ok gibi yüreğine saplanmıştır bir kere muhatabınızın…
Hani en masumane bir sözünüz, iyi niyetle söylediğiniz, hiç art niyet taşımadan kurduğunuz sıradan bir cümleniz, muhatabınızın gönül dünyasına bir bomba gibi düşer ya bazen… Siz farkında bile olmadan; sevdiğinizi, dostunuzu, arkadaşınızı, kardeşinizi, eşinizi, çocuğunuzu,ana veya babanızı kırmışsınızdır artık. Söylediğiniz basit bir söz, kurduğunuz hesapsız bir cümle ya da ağzınızdan öylesine çıkıveren bir ifade; hiç tahmin etmediğiniz manalar yüklenerek en sevdiğinizin yüreğinde volkan gibi patlar da bundan haberiniz bile olmaz çoğu zaman… Sizin haberiniz olmamıştır; ama en sevdiğiniz, uğruna canınızı hiç düşünmeden feda edebilecek kadar değer verdiğiniz, "ona değil de bana gelsin" diyerek göğsünüzü kurşunlara, bela ve zorluk oklarına hedef   kılarak   isar ve fedakârlıkta bulunduğunuz insanın kalbi parça  parça  olmuştur bir kere...
Hani bazen beklemediği bir insandan, beklemediği bir söz işitir ya insan… Ya da en basitinden beklemediği bir davranış veya hiç beklemediği bir anda yüzünde farklı anlamlar çıkarabileceği mimikler bulur ya bazen… Böyle bir karşılığa maruz kalan bir insanın gönül dünyasının altüst olmaması, kalbinin kırılmaması, yüreğinde korkunç fırtınaların kopmaması, gücenip darılmaması hiç mümkün müdür?
Hem kıran, hem de kırılan olarak zaman zaman  bu tip durumların ve duyguların tam merkezinde; bazen etken,bazen de edilgen olarak odak noktasında yer almadık mı çoğumuz?..
Kalp kırılmalarının, küskünlük, dargınlık, kırgınlıkların çoğunun yanlış anlaşılmaktan veya yanlış sonuçlar çıkarmaktan kaynaklandığı da bir gerçektir. En iyi dostlarımızı ve en sevdiğimiz insanları bir yanlış anlamaya kurban verebiliyoruz ne yazık ki bazen… Ya da söylenen hak ve doğru bir söz; üslup ve ses tonumuza bağlı olarak bazen en dar anlamıyla algılanıp bir hakaret gibi görülebilir muhatabımız tarafından… Hassasiyetler, özellikle dostlar ve aralarında sevgi bağı olan kişiler arasında çok daha fazladır.

 İşte bu nedenle dilimizin keskin bir kılıç, davranışlarımızın tahrip edici bir gülle,mimiklerimizin delici bir mızrak olmaması için çok dikkatli olmak zorundayız ilişki ve konuşmalarımızda…

Kalp kıran ve kalbi kırılanlardan olmamanız dileğiyle..

Hayatın İçinden Satır Araları -BURS

Emekli olmadan önce çalıştığım kurum, maddi ihtiyacı olan üniversite öğrencilerine karşılıksız burs veriyordu.. O dönemlerde özellikle eylül ayının gelmesini hiç istemezdim. Çünkü burs için müracaatlar eylül ayında başlıyordu. Bu esnada çok farklı, çok üzücü durumlarla karşılaşıp yardıma ihtiyacı olan öğrencilerin durumları beni çok üzerdi..
Müracaat için gelenler kimi annesi, kimi babası, babaannesi, anneannesi ile gelirlerdi. Öğrenciler değil de yanlarında gelenlerin bursu alabilmek için sarf ettikleri çaba ve her birinin ayrı ayrı anlattıkları hikayelerini dinlemek servis çalışanları olarak bizi çok üzerdi.Müracaat eden öğrenciler genellikle anadoludan okumaya gelmiş, kimi işçi, kimi çiftçi, kimi memur çocukları... Kimileri de geçmişinde bırakın burs almayı, bizim kurumun verdiği ğrenci sayısı kadar, öğrenciye karşılıksız burs verecek düzeyde zenginliğe sahipken, herhangi bir nedenle fakirleşmiş, kendi çocuğu bursa ihtiyaç duyar hale gelmiş. O durumda olan insanların durumu sanırım diğerlerine göre daha üzücü. Hani şöyle bir sözümüz var; “Allah kimseyi attan indirip eşeğe bindirmesin” diye. Hal böyle iken . Kimisi kara ar olmaz mantığı ile yaklaşıp,kendi evinde hizmetçi, uşak çalıştırır düzeyde iken, durumundan ötürü, çocuk bakmak, evelere temizliğe gitmek için iş talebinde bulunan, kimisi de bu durumu kabullenemeyip, istemekten utanan bu durumdan dolayı da gözyaşı döken insanlara şahit oldum..
Kurum yetkililerimiz burs alabilecek öğrencileri belirleme konusunda olabildiğince titiz davranırlardı. Ailenin gelir durumu, anne, babanın sağlık durumu, yaşayıp yaşamadığı, boşanmış olup olmadıkları gibi durumları kıstas alırlar. Değerlendirmeye almadan önce, adaylar hakkında bağlı bulundukları muhtarlıktan belge isterlerdi. Hatta müracaat eden ticari bir işletme sahibi ise, bir personel görevlendirip geliri hakkında da bilgi edinirdi. Torpil yapılmaması konusuna da ayrıca özen gösterilirdi.
Yine burs müracaatlarının başladığı eylül ayının birinde işe geliyorum. Merdivenlerde eskiden tanıdığım bir tanıdıkla karşılaştım. Hal hatırın ardından ne yaptığını sordum. Bizim üst katımızda bulunan kurum da üniversite öğrencilerine karşılıksız burs veriyor. Oraya müracaat için geldiğini söyledi. Bu tanıdığım hakkında çok detaylı olmasa da genel bilgim var. Kendisi öğretmen. Elektirik mühendisi olan eşini bir iş kazasında kaybetti. Bir oğlu bir de kızı var. Oğlu maliye okuyor, kızı da Ankara’da mimarlık kazanmış ancak, istemediği için tekrar sınava girip eczacılık fakültesini kazanmış, orada okuduğunu söyledi. Bizim kurum da veriyor geçerken uğra, hem çayımı içersin hem de bize de müracaat edersin dedim.
Ablamız müracaatını yapmış geldi. Çay ısmarladım bir taraftan sohbet ediyoruz. Bu arada söylediği bir söz bende adeta şok etkisi yarattı. Hani derler ya “ üzerimden kaynar su döküldü” aynen öyle hissettim. Söz şu idi; aslında benim buradan alacağım paraya çocuklarımın hiç ihtiyacı yok. Maddi durumum çok iyi.Ben çok rahat onların ihtiyacını karşılayabiliyorum.Lakin herkes alıyor ben neden almayayım.. Böyle mi düşünüyorsun dedim. Bu sözü söyleyenin bir eğitimci, öğretmen olması daha çok üzdü beni. Madem ihtiyacın yok neden ihtiyacı olan birinin almasına mani oluyorsun. Bu paraya öyle çok ihtiyaç duyan öğrenciler var ki. Bırak onlara engel olma dedim. Hatta Nazilli’den bir öğrenci vardı. O öğrenciyi örnek verdim. Beni affetsin.Umarım şuan çok güzel ona yaraşır bir makamda bulunuyordur. Bu öğrencinin ailesi çiftçi idi ve maddi durumları iyi değildi. Çocuk çok zor şartlarda okuyordu. Üzerine giydiği penye bir tişört vardı. Sürekli giyilip yıkanmaktan renk desen birbirine girmiş, hatta bir yeri sökülmüş ve dikilmiş belli. Öyle ki bu penye tişörtü genç bir delikanlının giymesi şöyle dursun, paspas bezi dahi yapılacak durumda değildi. Bu öğrenciden bahsettim. Böyle çirkin bir taleple gelen öğretmen ablamıza içten içe çok kızdım. Sonuçlanınca biz seni ararız, kılişe şözle gönderdim. Arkadaşa da dilekçeyi sümen altı yapalım dedim.
Ülkemde benzer örnekler çok fazla. Öyle insanlar da vardı ki, çocuğunu Ankara’da çok rahat bir şekilde okutan, bırakın devlet yurdu, özel yurdu, apart evi. Kızına dayalı döşeli ev alan buna rağmen utanmadan, belki onun kuaför masrafı bile olmayan üç kuruşluk bursa tamah eden insanlara şahit oldum.
Biz nasıl bu hale geldik diye başkasına değil de kendime sordum. Nerde kaldı bizim yardımseverliğimiz, kadirşinaslığımız, paylaşımcı ruhumuz? Yapılan yardımı gerçekten ihtiyacı olmasına rağmen, bir başkasına teklif eden gözü tok, gönlü cömert insanlarımız. Bu anlattığım sadece bir örnek. Belediyelerin, sosyal dayanışma fonlarının dağıttığı yardım malzemeleri, para yardımı gibi ayni ve nakti yardımları ihtiyacı olmamasına rağmen almaktan çekinmeyen, “herkes alıyor ben neden almayayım, “Rabbena hep bana” zihniyetinden ne zaman vazgeçeceğiz?. Bu zihniyette olan insanların çoğalması durumunda zenginin daha zengin, fakirin ise daha fakirleşmesi kaçınılmaz değil midir?

Unutmayalım ki, bu fani dünyada baki değiliz. Sahip olduklarımız biz bu dünyadan göçtükten sonra burada kalacak. Bize ait olmayan şeyleri biriktirmekten ziyade, ihtiyacımız fazlası edinimlerimizi, başkaları ile paylaşma huzuru ve dinginliğini yaşamaktan mahrum olmak, insanın kendisine yapacağı en büyük kötülük olsa gerek..
Hayatı paylaşalım, çünkü hayat paylaştıkça güzeldir.

Hanife Mert

3 Kasım 2012 Cumartesi

Cehennem Sevgisiz Yüreklerde Yaşanır..

   
Bu yazımı 3 Kasım 2012 de paylaşmışım. Bu gün sevgi Müjde'nin (bücürükveben) Facebookta paylaştığı her yıl mart sonu itibarı ile yapılan  hükümet destekli fok avı caniliğini anlatan resim ve son günlerde ülkemizde özellikle küçük çocuklara yapılan taciz ve tecavüzlerin sonucunda öldürülmeleri, yine aynı şekilde arkası bitip tükenmek bilmeyen kadın tacizleri ölümlerine dikkat çekmek adına tekrar paylaşmak istedim. Biliyorum  bu paylaşımım belki bir derde derman olmayacak. Ancak insan olarak elimden gelenin bu olduğu bilinci ile en azından tepkimi göstermiş olabileceğimi düşündüm.

SEVGİ, varlığı ile insana hayat veren özü hoş görü,şefkat, merhamet, güven, dostluk, kardeşlik, saygı gibi, kaynağını Allah’tan alan yüce bir duygu.. Çünkü kainatın yaratılış gayesi ve insanın mayası sevgidir. Allah insanı, dünyayı ve tüm evreni sevgi üzerine yaratmıştır.

Bu kutsal duyguyu özünde barındıran insanın hayata bakışı, olayları değerlendirmesi, insanlara ve diğer canlılara davranışı sevgi ile olacaktır. Çünkü her insan, diğer insanlarla bir arada yaşamayı ve kendi yalnızlığından kurtulup, başkaları ile birlikte olmayı ister. İnsan, kendini ve diğer insanlarla olan ilişkilerini anlayabilmek için sevme güçlerini geliştirebilmeli ve tüm canlılarla beraber sevgisini paylaşabilmelidir. Dünya ile olan ilişkisini düşünce ve sevgi üzerine kuran bir kişi kendini tüm evrenle bir olmuş gibi hisseder. Sevgiyle yaklaşır her şeye. Evrende yaşayan tek canlının kendisi olmadığını bilir, diğer canlılara yaklaşımı sevgi ile olur..
Sokakta titreyen bir köpeğe merhamet edebilecek kadar, yaralı bir kediye merhem olacak kadar, aç bir kuşa yem, soğuktan titreyen bir yaşlıya ısı, kimsesiz yavrulara kimse, dalındaki çiçeği koparmaya kıyamayacak kadar şefkatli, yaratılanları Yaradan’dan ötürü sevecek kadar merhametli...

Yaşam, bu insanlar için tabiri caizse dünyada cenneti yaşamaktır. Zor durumda olanların yardımına koşmak, sıkıntıda olanların sıkıntısını paylaşarak gidermek, güçsüzlere, fakirlere, çaresizlere, dertlilere çare olabilmek insanı mutlu, huzurlu hissettirir. Özünde huzuru duyabilen insan, kendisi ile barışık, pozitif bir hayat yaşayan insandır..
Böyle insanların sayıca çok olması o toplumda acı, gözyaşı,yakmak, yıkmak yok etmek olan savaşların daha asgari düzeyde yaşanması anlamına gelmektedir. Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Sevgiyi yüreğinde hissetmeyi başaramamış insanlar, sevginin özünü oluşturan unsurlardan uzak kalmış demektir. Böylelikle kendilerinden ve toplumdan uzaklaşarak yalnız kalmak, kendisini zayıf ve çaresiz hissederek özgüven kaybı yaşarlar.. Çünkü özgüvenin en önemli unsurlarından biridir sevgiye layık olabilmek. Kişi, kendisinin sevgiye layık olmadığı inancıyla baş edemez ve güçsüz düşer. Bu duygu ise insanı günden güne zayıflatır. Ruhu  Hata yapma riskini arttırır. Kin, nefret, kıskançlık,maddi tatminsizlik duygularının yoğun yaşanmasına neden olur.

Ruhun gıdasıdır sevgi.Nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir müddet sonra, biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz ise, ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.

Böyle bir durumda hoşgörü , sevgi ve evrensel dostluğun timsali Mevlana’nın "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya.
Sık sık şahit olduğumuz çirkin olaylar, örneğin bebeklere, çocuklara, yaşlılar ve  kadınlar gibi savunmasız insanlara, hayvanlara yapılan insanlık dışı davranışların temel sebebi sevgisizliktir. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; pişman mısın? diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. 
Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerde, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor. Sevelim ki sevilebilelim. Sevilebilelim ki kendimize,insanlara,yaşama güvenebilelim.“Sevgi yoksa güven, güven yoksa doyum yoktur”. 
Kısaca sevgi her şeydir.
Hanife Mert

2 Kasım 2012 Cuma

HERKESE HAYIRLI CUMALAR (YAŞAR HOCAMLA GÜNCEL DİNİ SOHBET)

Soru;Hocam,dinimiz nakle dayalı, selim akıl dinidir. Hal böyle iken ilahiyatçı hocalarımızınn ilmihali konularda tartışmaları özellikle halkın önünde tartışmaları doğru mu?
Dinimizi ilgilendiren, özellikle muamelat ile ilgili konularda (ilmihali) öncelikle ilahiyatçı bilim adamlarının kendi aralarında konuşup, tartışıp, anlaşıp konuyu bir karara bağlaması lazım diye düşünüyorum. Çünkü bu tür konuları halkın önünde konuşmak, tartışmak halkın kafasının karışmasına ve dini düşünce sisteminde olumsuz bir etkiye neden olabiliyor. Örneğin; özellikle Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerimizde sıkça rastlanılan bir su kesintisi hadisesinde, abdest konusunda her kafadan farklı şeyler çıkıyor. Bu durumun önlenmesi lazım. Bana göre bu konularda yetkililer konuşmalı sadece doğru olanı demeliler.
İş paparaziye dönüşmemeli. İyi niyetli olanlar önemli değil de, istismar edenlere fırsat vermemek lazım. Ufacık bir şey, düşmanlığa dönüştürüyor.

Soru: Konular yoruma açık konular galiba..?
Konular yoruma açık gibi görünse de, aslında açık da değil. İslam dini hür düşünceye o kadar çok önem vermiş bir din ki; kendi özel yapısı iyi niyetli olduktan sonra her türlü yoruma müsaade etmiştir.Bu durum onun evrenselliğinin bir göstergesidir.Bir hocamız şöyle söylemişti;
“Dini bir konuda bir İslam aliminden ne duyarsanız, kesinlikle başka bir islam alimi aynı konuda benzer bir sözü söylemiştir. Dinimiz o kadar çok zengin ve hür düşünceye değer veriyor ki, bunu buradan bile anlayabiliriz” demişti.

Soru: Dinimizin hür düşünceye önem vermesi konusunda;
Hür düşünce kişiye göre yorum fırsatı veriyor, bu da sıkıntıya neden olmuyor mu?

Hür düşünceye önem vermesi, bilim adamları arasında sıkıntıya neden olabilir gibi gözükse de, bu duruma neden olan dinimiz değil, bizim katı kalıplarımız sıkıntı oluşturuyor. Çünkü halk arasında yanlış bir görüş hakim.Biz öylesine kendimizi  şartlandır mışız ki;din deyince akla, hemen baskı mekanizması getiriliyor. Oysa esnek olan dinimizi katı kalıplara sokmamız sıkıntıya neden oluyor. Mezhepler konusunda mesela; beni tek bir mezhebe sığdırma dinin emri değil, dini eksik anlayanların dayatması. Dinin içinde olduktan sonra neden ben kolayıma ve bana uygun olanı seçmeyeyim.

Soru: Herhangi bir mezhebe tabi olmak dinen gerekli mi?

Mezhep kelime anlamı itibariyle takip edilen yol demektir.

( Din açısından ise, müctehid sıfatını kazanmış bir islam aliminin kapalı veya kesin olmayan (zanni) ayet ve hadisleri islamın temel prensiblerine zıt gelmeyecek şekide yorumlayarak çözüm getirmesine denir.)
( Bir anlamda dini yaşama kurallarının öğretisi denilebilir.)

Şöyle diyelim zorunlu eğitim kaç yıl?8 yıl değil mi? Hukuken çocuklarımıza bu eğitimi vermek zorundayız. Türk vatandaşı olan herkes 8 yıl eğitim öğretim almak zorunda. Ama size kimse gidip şu isimli okula kayıt yaptırmalısınız diyemez değil mi? kimisi özel, kimisi sınavlı, kimisi normal bir okula gidebilir. Bu sizin tercihinize kalmış bir şey.Mezheplerde de sadece bir konu hariç benzer durum var. Müslümanım dinimi öğrenmek için islam alimlerinin görüşlerine uymam gerekiyor. Bunun adı Hanefi’dir, Şafi’dir, Maliki’dir,Hambeli’dir. Bunları 4 e indirdik..Ama sayıları çok daha farklı idi.Siyasi, ekonomik, toplumsal gibi daha bir çok etken mezheplerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Neticede hepsi bir amaca hizmet ediyor. Dini anlamda bir takım gruplara ayrılmak ve aralarında düşmanlık yapmak dine terstir. Çünkü din bir ağaçtır mezhepler de o ağacın dalları. Aslında bu konuştuğumuz konunun pratikte bir uygulaması yok. Fazla sıkıntı da çıkmıyor. Düşünsel anlamda tartışıyoruz.. İbadet ve muamelatla ilgili. İnançla ilgili sıkıntı yok..


YAŞAR GEDİKLİ

(ALLAH RAHMET ETSİN, MEKANI CENNET OLSUN İNŞAALLAH. RUHUNA FATİHA OKUMAYI UNUTMAYALIM LÜTFEN)

31 Ekim 2012 Çarşamba

Çanakkale 1915 Filminden İzlenimler






Bayramın 3. günü eşim, büyük kızım ve ben birlikte daha önce bloğumda tanıtımını yayınladığım ve görülmesi gerekli diye tavsiyede bulunduğum “ Çanakkale 1915” isimli filme gittik.                                                                           
Bayram ve tatil oluşu sebebiyle evden çıkmak pek kolay olmadı. Ani bir kararla çıktık ve kendimizi sinemada   bulduk,   14.45 seansına girdik. Film başladı. Önceden film hakkında  ön bilgim olduğu için daha büyük bir heyecan ve merakla izlemeye başladım..                                         

Kanaatimce, eksiklerine rağmen izlenmeye değer bir film olmuş. Kısa kısa kareler halinde bir çok şey   güzel anlatılmış.. Emeği geçenleri kutluyorum. Filmdeki her şey gerçeklerle uyum içinde ve kronolojiye uygun yapılmış. Birlik ve beraberlik mesajı çok güzel verilmiş. Dostluk, yardımlaşma,dayanışma sorumluluk,göreve sebat,komutan- asker dayanışması gibi güzel hasletler filmde çok başarılı bir şekilde yansıtılmış.Tüm bu güzel özelliklere sahip milletimizin yokluk ve imkansızlıkların tavan yaptığı bir dönemde; top yekün, emsali görülmemiş  azim, sebat, sabır  ve kararlılıkla kazandığı  bir savaş  ve  bağımsızlık mücadelesine karşın; şimdi, o zorluklarla elde tutulan toprakların  birilerine peşkeş çekilmeye çalışılması,kendi özgürlük ve bağımsızlık bayramını kutlamasının polis gücü ile engellenmeye çalışılması,terörist muamelesine maruz kalması gibi olaylar yaşıyor olması, geldiğimiz noktayı göstermek açısından,  İnsana nerden nereye  dedirten bir film olmuş. Çok etkilendiğimiz duygulanıp ağladığımız  sahneler vardı.Kısaca bir örnek; askerimizin yaralı, güçsüz yardım isteyen bir anzak askerine, ölümü göze alarak yardım etmesi, bu durum o askerin şivesel konuşması, izleyiciyi hem güldürdü hem düşünmesine neden oldu.Filmde zaman zaman,benzer karelere yer verilmiş.
Çanakkale bu! bir Milletin diriliş, yeniden doğuş destanı. Orada yaşananlar elbette bir kaç saatle, bir kaç sahneyle sınırlandırılacak kadar basit değil... Ancak bir çok şeyi anlamamız ve o ruhu tekrar canlandırmamız adına bu tür filmlerin dizilerin yapılması sağlanmalı. Bizlerin  de bu film ve dizleri kaçırmaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü düşman dün ne ise, bu günde aynı düşüncede.  Bizim onlara bakışımızla onların bize bakışı kıyas bile  edilemez. Bizde insan değerlidir, düşman bile olsa, yaralı ise, savunmasız ise aciz ise kurşun sıkılmaz.Benzer bir duruma yeni yakın şahit olmadık mı? Esir alınan elleri bağlı bir pkklıya TÜRK askerinin kendi eliyle bir şeyler yedirmesi, sigara içirmesi gibi...internette, tv de yayınlandı. Bu özellik sadece biz Türklere has bir özellik..Bu özelliğimiz filmde çok duygulu sahnelerle gayet  güzel işlenmiş.  
Filmde ayrıca türkü, ilahi, marşlar, toplu dua edilmesi, toplu namaz kılınması  gibi dini motiflerin işlenmesi, bu savaşın Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının yüksek askeri dehası ve  savaş  stratejisinin yanında yüreklerinde ki, vatan sevgisi  ve imanın da çok etkili olduğu mesajı da verilmiş.
Kısa bir eleştiri birincisi, Mustafa Kemal rolünü oynayan oyuncu bana göre rolünün hakkını verememiş.  Oyuncu rolünü gereği gibi yansıtamayınca, bu filmde sanki, M.K  Atatürk  pasif olduğu izlenimi vermiş.Diğer taraftan, kolay değil elbet Atatürk gibi bir dehayı canlandırmak...
Ayrıca bir diğer eleştirim; filmin sonunda  savaşın bitiminde; onca zorluğa karşı kazanılan zaferin coşkuyla  kutlanması ve o coşkunun seyirciye yansıtılması gerekirdi diye düşünüyorum.
Film hakkında anlatacak çok şey var..Ancak daha fazla konuşmaktan öte izlemenizi tavsiye ediyorum. İnanıyorum ki, filmi izledikten sonra sizde bir kez daha Türk olmaktan onur ve gurur duyacaksınız. Tıpkı benim duyduğum gibi..
Hanife Mert

29 Ekim 2012 Pazartesi

CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN..



Türk Milleti milli ve manevi değerleri ile bir bütündür..En güzel örneğini de bu yıl yaşadık. Maneviyatımızın göstergesi olarak kutladığımız kurban bayramımızın hemen ertesinde, bağımsızlığımızın göstergesi olarak da Cumhuriyetimizin 89. yılını kutluyoruz.O coşkuyu yaşamak ve yaşatmak hepimizin görevi.Çünkü  bu vatanın her karış toprağı, atalarımızın yoksulluk ve yoksunluk içerisinde, yaşlısı genci, çocuğu, zengini , fakiri, askeri sivili tek bir bilek tek bir vücut halinde her şeylerinden vaz geçip  tüm varlığını bu vatana feda etmeleri, bize  sahip olduğumuz huzur ve güveni sağlıyor... Bizde onların torunları olarak emanet edilen bu vatana her şeyimizle sahip çıkarak bir nebzede olsa  vefa borcumuzu ödemeliyiz. Ülkemizin zor durumdan geçtiği şu günlerde birbirimize  her zamankinden daha fazla kenetlenmeli, aramıza nifak tohumları sokanlara izin vermeden bu güzel  Cumhuriyetimize kavuşmamızın 89. yıl dönümünü  aynı coşku ve mutlulukla kutlamalıyız..Herkese kutlu olsun.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.
Hanife Mert

26 Ekim 2012 Cuma

Bayram Yetimi...






Bir bayram sabahıydı... Bayram namazını müteakip evlerine neşeyle dağılan insanların arasındaydı Efendimiz (sav)... Kimi eliyle selam veriyor, kimi omzuna dokunup durduruyor, kimi elini öpüp sarılıyordu... Yollara küçük 
ikramlar sermiş olan bazıları, "buyurun, buyurun" diyerek hurmaya, süte, ekmeğe davet ediyordu mescitten çıkan bayram cemaatini... Çocuklar, neşeyle çığlık atan küçük kırlangıçlar gibi bir o yana bir bu yana koşuşarak oyunlar 
yapıyordu kendi aralarında... Bayram, en çok onlar içindi ve en çok onlara geliyordu sanki... Birbirlerinin ensesine dokunup koşuşmaya başlıyorlardı... 
Ya da yerdeki bir hurma çekirdeğini en önce kim kapacak oyununu başlatıp yerlerde yuvarlanmaya... 
Mescidin hemen dışında bırakmışlardı dal parçalarını. Namaz biter bitmez elleri değince, bir anda dal parçası kişneyen bir ata dönüşüyor, üzerine binmiş bu küçük süvarileri meydanlarda koşturmaya girişiyordu. Haydi dehh... dehhh... Çocuk süvariler, anında bir meydan açıyor, hemen birbirleriyle buluşup yeni bir oyun  kuruyordu... Gelen geçen bu şen şakrak çocuk topluluğuna ve yaramazlıklarına, sevinçle, gülerek bakıyor, bazı hamiyet 
sahibi olanlarsa başlarından aşağı şekerler saçıyordu bayramın ilk saatlerinde... Biri hariç... Gerçi o da içindeki çocuğu yine içindeki hayali  atına bindirmiş, için için koşuşuyordu ama... Anası da yoktu babası da... 
Ayakları onu, kendi çağdaşlarının arasına, oyun  meydanlarından birine sürüklemişti gayri ihtiyari ama... Çemberin dışında, yere çöktü, dizlerine dayadığı elleri arasına aldı başını... Arkadaşlarını seyrediyordu... Hurma çekirdeğini yakalamak için yerlerde yuvarlanan arkadaşlarıyla bazen o da heyecanlanıyor, içinden kendi yerine tuttuğu çocuğa "hadi, hadi yakala!" diye tezahüratlar yapıyor, ama hemen ardından da kendi yoksunluğuna çarparak gözleri yaşarıyordu... O, bir hurma çekirdeğinin peşinden koşacak kadar kaygusuz olamazdı ki; o bir yetimdi... 

Gelen bayram sabahı da olsa, o, bu bayrama bir türlü ellerini değdiremiyordu. Derken kalabalığı yara yara evine doğru ilerleyen Sevgili Efendimiz (sav)?in yolu da düştü bu çocuk oyunun civarına... Hemen yolunu oyun mahalline çevirerek, adeti üzere çocukların halini hatırını sormaya 
yöneldi Efendimiz (sav)... Önce gözlerinde güller açtı, "cennet kokusudur" dediği çocukların sevinçli çığlığı her şeye bedeldi onun için... Başıyla selam vererek, oyunu bozmayıp devam etmeleri manasında bir müddet onları seyretti... Cebinden çıkarttığı şekerleri yükseğe fırlatarak "haydi yağma, yağma!" deyip, oyunu hızlandırdı... 
Çocuklar naralar atarak iyice coştular... Tam bu anda... Vücuduyla dönerek, çemberin dışında yere çömelmiş diğerlerini seyreden mahzun çocuğu keşfetti Efendimiz (sav)... Kalbinden vurulmuştu onu öyle mahzun haliyle görünce... "Evladım" dedi, "Sen niçin oynamıyorsun??... 

Çocuk, üstü başı hırpani, bakımsız haline çeki düzen vermeye çalışarak hemen ayağa fırladı, elini öptü Efendimiz'in, "Efendim" dedi başını öne eğerek, *"Ben 
yetimim..."Bir anda bütün Medine yerden havalanarak, olanca ağırlığıyla Efendimiz (sav)'in omuzlarına bindi sanki... Bayramın bir türlü gelmediği, gelemediği 
şu küçük kuzuya bakarak, gözleri yaşardı Kainatın Efendisi'nin (sav)... Bütün salıncaklar durdu, bütün dal parçasından yapılma atlar kişnemelerini kestiler, bütün serçeleri şehrin nefeslerini tuttular, şekerler eridi, sular 
kırıldı, rüzgar zınk diye durdu... Yer gök şahitti, yer gök kulak kesildi... 
"Ben de yetimim" dediğinde Efendimiz, içindeki suskun çocukluğu konuşuyordu sanki... O anda iki yetimdiler...* Oyun çemberinin dışındaydılar... Elini uzattı ağlayan gözlü küçüğe... *"Ben baban, Aişe annen, Hasan ve Hüseyin de 
kardeşlerin olsun mu??" dedi canın ta içinden... 

Ağlayan gözlü çocuk başını bu eski yetime kaldırarak, "Olsun" dedi... Olsun deyince, bir anda rüzgar koşmaya, serçeler kaldıkları yerden ötmeye, şekerler zıplamaya, sular çırpınmaya, dal parçasından yapılma taylar 
kişnemeye başladı... Efendimiz (sav) çocuğu evine götürdü, onu baştan aşağı giydirdi, yüzünü, saçlarını yıkadı... Doğru bayram yerine fırlayan küçük yetim, hurma çekirdeği yakalama yarışmasına karıştı... "Ne oldu sana?" 
deyince arkadaşları, çocuk "Hiç.." dedi... "Resûlullah babam, Aişe annem, Hasan ve Hüseyin kardeşlerim oldu, bugün bana bayram geldi" dedi... 

Bayram günleri kapımı çalan, sarıldığım her çocukta, sarılamadıklarım geldi aklıma... Sokağımda,şehrimde, ülkemde, dünyada kaç çocuk var kim bilir sarılmayı  bekleyen... Bayramı bekleyen... Oyuna alınmayı 
bekleyen... 


alıntı
Tüm  dostlarımın mübarek Kurban Bayramını en samimi dileklerimle kutluyor; mutlu, huzurlu bir bayram geçirmelerini diliyorum..

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...