9 Temmuz 2012 Pazartesi

Mevlana'dan İnciler..



Gönlüm dilime dargın, dilim gönlüme...Gönlüm duygularını anlatamadığı için 
kızarken dilime...Dilim anlatamayacağı şeyleri düşündüğü için kızıyor 
gönlüme...(Hz. Mevlana)

‎''Sükût Gönlün Vasfıdır ki O Hep Sessiz Anlatır.."

İnsanın Yaratılış Gayesi..



Kimi görüşe göre insan, dünyaya gelir, her canlı gibi yer, içer, nefsî arzularını yerine getirir ve sonra toprağa karışır gider. Yani, insan yaşamak için yaşar. Basit dünyevî hedeflerin ötesinde bir yaratılış amacı yoktur. O, ot gibi yaşayıp gideceğini, sonra ot gibi kuruyup yok olacağını zanneder.
İslam’a göre, insanın yaratılış gayesini Allah (cc) belirlemektedir:

“Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım” (51/Zâriyât, 56)

“Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (23/Mü’minûn, 115)

İnsan, yalnız yemek, içmek, gezmek tozmak için  yaratılsaydı insanın herhangi bir hayvandan farkı olmazdı. İnsan boş yere yaratılmamış ve başı boş bırakılmamıştır. O, bir görevi yerine getirmek için yeryüzüne gönderilmiştir Kendisi gibi herhangi bir yaratığa kul, köle olmak için değil; yaratanını tanımak ve O’na ibadet etmek, dünyada Allah’ın hükmünü hakim kılmak, buna karşı çıkan engelleyici güçleri (fitneyi) bertaraf etmek suretiyle halifelik görevini yürütmek için yaratılmıştır. İnsan, nefsi için değil; Allah’a ibadet etmek için, şu fâni dünya için değil; ebedî hayat için yaratılmıştır. Allah'a ibadet için yaratılan insan, bu kulluğunun karşılığını hem dünyada hem ahirette alacaktır. Allah'ın emirlerine itaat, dünya ve ahiret mutluluğuna sebeptir.
İnsanın yaratılış sebeplerinden biri, en geniş anlamıyla yeryüzü yönetiminden sorumlu olmaktır. Halife olmanın anlamı budur. O halde insan, kendi toplumuna huzur ve adaleti hakim kılma görevinin yanı sıra, yeryüzünde yaşayan diğer canlıların hayatlarını devam ettirmelerinden, yeryüzündeki bitki örtüsünden, çevreden ve benzeri şeylerden de sorumludur. Aslında bu görevi de, Allah'a ibadet görevinin çerçevesi içinde görülmelidir. Çünkü namaz, oruç, zekât gibi şekli belirlenmiş ibadetler ve helal-haram gibi konularda Allah'a karşı görevini yerine getiren insanın, dünya hayatıyla ilgili çabaları da ibadet kapsamı içerisine girmektedir. Belirlenmiş ibadetlerini yerine getirmeyen, ahlâkî kurallara riayet etmeyen kimsenin, dünyayı imar görevini yerine getirmesi ise, kendisine manevî alanda herhangi bir değer kazandırmaz. Böylesi insanların hayvanlardan farkı yoktur. Çünkü hayvanlar da fesat çıkarmayıp yeryüzünün îmarına hizmet ederler.

Allah'ın emirlerini yerine getiren kimsenin, dünya hayatıyla ilgili çabalarının da ibadet olarak görülmesi, din-dünya ayırımını ve dine ait olan ile dünyaya ait olan gibi bir bölünmeyi de ortadan kaldırmaktadır. Laiklik demek olan böyle bir ayırım, insan şahsiyetini de parçalar; kişiliğinde birtakım bozukluklara sebep olur. Dünya hayatı, ahiret hayatının bir mukaddimesidir ve onunla sıkı sıkıya bağlıdır. Böyle bir bakış açısı, dünya hayatını olması gereken konuma oturtmuş olur. Bu takdirde dünya hayatı, aşağılık ve çirkef bir hayat değil; ahiret mutluluğunun kazanıldığı bir yerdir; kaçınılmaz bir aşamadır.

İbadetler, Allah'ın onlara ihtiyaç duymasından dolayı değildir. Bilakis fert ve toplum olarak, insanın kendisinin onlara ihtiyaç duymasından; fert ve toplum olarak hayatının düzene girmesi içindir. Mesela, belirlenmiş ibadetlerin başında gelen namaz, insanın kötülüklerden alıkonmasını sağlar; en azından bu hedefe yardımcı olur. Oruç, yine nefsin terbiye edilmesi ve insan iradesinin güçlendirilmesi; zekât, toplumda ekonomik yapının düzenlenmesi ve insandaki mal tutkusunun frenlenmesi için bir araçtır. Kuşkusuz bu ibadetlerin daha başka dünyevî faydaları da vardır. Esas faydaları da ahiret mutluluğuna sebep olmalarıdır. Ama unutulmamalıdır ki, nice yararları olan tüm ibadetleri biz, bu faydalarından dolayı değil; Allah'ın emretmesinden dolayı, O'nun rızası için yerine getiririz [1]
--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ahmed Kalkan, İslam Akaidi: 192; Ahmed Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri





Kullar gitmesede yollar gider Allah'a

Her mevsim yaşanan olaylar gösteriyor ki, ölüm yeni bir hayatın başlangıcıdır ve o hayata ulaşabilmek için geçirilmesi gereken bir arınma hareketidir. Diğer bir ifadeyle ağırlıklardan kurtulma faaliyetidir. Sonbaharda çürüyen, kuruyan ve kendisinde hayattan eser kalmayan kökler, dallar ve tohumlar, ilkbaharın o her yerden hayat fışkıran bayramına hazırlanır ve vakti geldiğinde yeni bir hayata kavuşurlar. Ölüm son değil.

Neler bekliyor bizi? İşte birgün bizler de, o tohumlar gibi toprağa düşeceğiz. Her ne kadar bir müddet için toprağa karışsak bile, bizim de ebedî bir baharımız vardır ve gelecektir Evet, doğumla bu âleme kavuşulduğu gibi, ölümle de bir başka âleme kavuşulacaktır ve tohum, toprakta çürümesine rağmen oradan nasıl bir başka hayata kavuşup, gökyüzüne doğru dal budak salıyorsa, insanın cesedi de ölümle çürüyecek, fakat ölümsüz ruhuyla ebedî bir âlemde hayat bulacaktır Yer altındaki tohum, nasıl yer üstündeki ağaç hâlini ve güneşli dünyayı idrak edemez, onu önceden düşünemez ve bilemezse, biz de bu kayıtlı ve sınırlı hâlimizle, ebedî hayatı ölümden önce anlayamayız. İnsan için ölüm, ipek böceğinin koza içindeki krizalit dönemi gibidir İpek böceğine, kabir gibi daracık kozasından çıktıktan sonra kelebek olacağı ve kendisine birer kanat ihsan edileceği bildirilse, böcek ona inanmakta zorluk çekecektir. İşte insan da, ebedî âlemdeki hayatını anlamak noktasında o ipek böceği kadar âcizdir. Çünkü bütün duyguları, bu dünya ölçülerine göre çalışmaktadır Ancak içinden gelen bir ses, ona ebedî âlemlerin var olduğunu haykırır durur.

İlim adamları tarafından da doğrulanan ve bütün insanların yaradılışında var olan bu sonsuzluk arzusu, bize ebedî âlemlerin varlığını bildiren en kuvvetli bir psikolojik delil olarak kabul edilmektedir. Tıpkı açlık ve susuzluk gibi. İnsanın susaması, suya işaret eder ve onun varlığını gösterir. Bu, su ile insan arasındaki özel ve içten bir alâkadır. İnsanın âhiret âleminin varlığını iç dünyasında sezmesi âhiretin varlığına en büyük delildir. Veya en azından böyle bir âlemin olmasını ve yaratılmasını gerektirir.

En küçük bir canlıyı, bir karıncayı dahi mükemmel bir şekilde besleyen ve istediğini veren Rabbimiz, bize de bütün duygularımızla istettiği âhireti, elbette verecektir Zaten âhireti vermek istemeseydi, onu istemek duygusunu da biz insanlara vermezdi Bütün insanlığı tesiri altına alan ve kuşatan bu gerçeğin, boş ve kuru bir iddia olmadığı açıktır. Bu arzuyu insanın kalbine koyan kim ise, onu verecek olan da ondan başkası olmayacaktır elbette.

alıntı

6 Temmuz 2012 Cuma

Sivas Ellerinde sazım Çalınır Türkü ve Hikayesi.



HİKAYESİ

Dünya var olalı yerinde duran, alçağı al kızıl taşlı, başı dumanlı karlı, eteği keklik seslenişli yüce dağlar, kıraç dağlar, taş dağlar...
 Yol verince tozup giden, dere olup vadilerde ırılan, yazı olup koyun kuzu otlanan, karşı yatan ulu dağlar, koca dağlar, hoş dağlar...
 Kış gelince başı boran kesen, buz kesen, kar izinde tavşan gezen, karanlık bastırınca kurt uluyan, yola çıkmış garipleri ürküten, üşüten, sağır dağlar, dilsiz dağlar, ıssız dağlar, boş dağlar...
 Tipiden ayazdan ne çektiğini bilirim. Yaz bahar ayında coşup deli akan sellerini bilirim. Çiğdem çiçekleri baş verince, kardelenler görününce, al yanaklı, üç etekli, cepkenli Türkmen kadını yayla yolunu tutunca gelinlik kızlara dönen dağlar. Sefası iki ay süren, her biri ardında bir başka dağ gizleyen, Pir Sultan'ı gören dağlar.
 Yıldızeli, dağların bağrında küçücek bir kasaba. Banaz onun yukarısında, sırtını Yıldız dağına vermiş bir Türkmen obası. Hoca Ahmet Yesevi'nin ellerine birer çerağ verip Diyar-ı Rum'a yolladığı Horasanlı erenlerin yurdu... Sarı çiğdem çiçekli, sümbüllü yaylası var Banaz'ın. Polat gibi soğuk, berrak suları var. Alnı çatkılı, beli kemerli, ayağı çarıklı, adı güllü çiçekli kızları var Banaz'ın. Bakır bakraç içinde köpüklü ayranı, koyunları, kuzuları, sazı sözü, Pir Sultan Abdal'ı var Banaz'ın.
 Anadolu asırlardır anlatır onun öyküsünü, asırlardır türküsünü söyler. Anadolu sözün yurdudur zaten, yazının değil. Kaç kralın zafer destanı yazılıp kayboldu, bozuldu, okunmaz oldu. Kaç esrarlı harf unutuldu, nice yazılar susup kaldı mermerlerde. İlk insandan beri kimlere yurt oldu, kimlere mezar... Ama Anadolu yazıya vefa göstermedi pek. Söz Anadolu'nun bilinci oldu. Yüreği oldu, dünü, bugünü, yarını oldu. Taşa kazınmış çizgiler gibi durdu bu diyarda söz. Söyleyip ölümsüz etti sevdiklerini. Söyleyip diri kıldı gördüklerini. Granitleri eskiten zaman, Anadolu'nun sözünü, destanını, şiirini, türküsünü yıpratamadı vesselam.
 Adı Haydar idi... Aslı Horasan'ın Hoy şehrinden... Er-vah-ı ezelde, levh ü kalemde yazısını kara yazmışlar ama sözü canlı kalsın istenmiş. Hem dağlar gibi dursun yerli yerinde, hem telli turnalar gibi diyar diyar dolaşsın. Sazıyla anılsın, sesiyle tanınsın istenmiş. Çağlar sonrasında yankı yapsın sedası. Devir değişsin, gün dönsün, şehirler yenilensin ama onun güzellemeleri Sivas ellerini çevreleyen dağlar gibi hep aynı kalsın istenmiş.
 Yedi yaşında ulular elinden bade sunulmuş ona. Adı Mecnun'un, Emrah'ın, Kaygusuz'un, Yunus'un adıyla birlikte yazılsın aşıklar defterine diye takdir olunmuş. Sözünün üstüne söz söylenmesin, sazının üstüne saz çalınmasın diye dua etmiş ona Hacı Bektaş. O gün başlamış söze Haydar. Karlı dağlara söylemiş, telli turnaya söylemiş, aşka söylemiş, sevdaya söylemiş. Sonra zalime çevirmiş sazını. Arif olanın anlayacağı dille, tel ile, mızrap ile gövdesi ağaç saz ile sesinin yettiği dört bir yana ünlemiş...
 Hünkar Hacı Bektaş Veli elinden aşk badesi içen Haydar'a bir haller oldu, bilinmez. Genç yüreği Banaz'a sığmaz oldu. Ah bu yürek dedikleri ne derin kaptır, ne dipsiz girdaptır. Elde saz köy köy, oba oba dolanıp pir kapısı aradı. Gönlünün çağıltısını dindirecek, ateşini kor edecek üstat bakındı. Kızıl Deli, Sultan Balı, Ali Baba derken ham gönlü pişti. Rıza lokmasını rızk eyledi. Baş ü cana kıydı ve nice erlerin ırak durduğu meydana dükkan açtı. Eridi aktı Haydar, Pir oldu, Sultan oldu. Banaz'a kurduğu tekkeden döktü aydınlığını Türkmen obalarına. Dört bir yandan insanlar akın akın cem oldu onun erenler halkasına. Pir Sultan'ın namı şeş cihette duyuldu. Kapısına gelen dillendi, hallendi. Eline saz alıp uzak diyarlara yollandı. Pir Sultan'ın söz çerağını taşıdılar ırak yaylaların Türkmen obalarına.
 Sazının nağmesi, şiirinin nefesi, koşması, semaisi, güzellemesi Anadolu bozkırının dağında taşında yankı bulan Pir Sultan'ın namı Sivas'ın Hafik kazasının Sofular köyüne yetince garip bir yoksul olan Hızır adlı bir Türkmen delikanlısı bu sözün sahibinden himmet almak için elini obasını koyup Banaz'a geldi. Lale sümbül kokularının tütsülediği Pir Sultan ocağında diz kırdı, himmet diledi. Bir garip köylüydü işte. Yunus da pir kapısında Yunus olmamış mıydı? Önce azaplık verildi kendisine. Orak biçti, koyun kırktı, inek sağdı, keçi otlattı. Pir Sultan'ın kapısında sazına ses verdi, yüzüne renk geldi, azap iken mürit oldu. Yol öğrendi, edep öğrendi. Mevsim dönüp ay eksildiğinde efendisinin kapısına vardı izin istedi.
 - Pirim! Bir koca sene oldu kapında hizmet ettim. Bu yoksul dervişine dua buyursan da payitahta gitsem. Gördüğüm edep erkan ile yükselsem. İlim öğrensem. Ulu kişi olup dönsem diyarıma...
 Pir Sultan kara yağız çehresini Hızır'a çevirip güldü ona. Gönül gözüyle nazar etti. Yüreğini gördü müridinin, niyetini gördü. Anladı ki niyeti halis ama şöhrete karşı zayıflık var içinde, makama karşı zayıf, paraya pula karşı zayıf... Kendi yüreğini yokladı. Bir kara ecel olup duruyordu orada bu yoksul mürit. Göl önünde bent gibiydi. Eli tırpanlı ölüm meleği gibi, kara başlıklı cellat gibi karşısında dikiliyordu. Nice basit sözü birbirine ulayıp herkesin anlayacağı dilden, herkesin dillendiremeyeceği cinsten sözler söylerdi ya. Basiret, feraset dedikleri cevher vardı Pir Sultan'da. Kaderden kaçmanın oluru olmadığını bilirdi.
 İsteğini kabul edip uğurladı müridini.

-Hızır! Duam olsun sana. Kırkların, yedilerin, üçlerin duası olsun. Erenlerin duası olsun sana. Hızır! Hak yolunu açık ede. Adı güzel peygamber dua kılsın sana. Şah-ı veli Haydar Ali dua kılsın. Zülfikar olsun dualar sana. Namert eline düşmeyesin. İkbalin, devletin yar olsun sana. Var git dilediğin diyara... Bizden öğüt odur ki harama el uzatma, bilmediğine dil uzatma, yasağa uçkur çözme. Namerdin lütfu için merdin hakkını çiğneme. İmanını satma dünya malına, servete, makama... Yoksa korkarım tez zamanda dönüp gelesin. Serimi dara veresin. Ölümüm senin elinden olur, anlamazsın, bilmezsin.

Hızır el etek öpüp çekildi huzurdan. Ama bir ikircikliğin eline düştü düşünceleri. Şeyhinin duası bir yandan müjde, bir yandan felaketti. Sağanak nisan yağmurları misali dua yağdırmıştı üzerine. Ama bu dara çekme, öldürme, katil olma sözünün hikmeti de ne idi?

Başını elleri arasına alıp bakındı Banaz yaylasından dereler gibi uzanan dağ yollarına. Yüreğini, sadakatini, kadir kıymet bilirliğini yokladı. Velinimetini, efendisini ipe çekmek için haramzade olmalıydı. Yakıştıramadı kendisine. Kul başına Hakkın takdir ettiğinden gayrisi gelmez idi. Yola çıktı. Çorak bozkırı geçip bin kubbeli, bin minareli güller şehri İstanbul'a geldi.

Turnalar... Katar katar kanat çırpan turnalar! Bölük bölük gökyüzünden geçen turnalar...

Ağ göllerde yüzen, peygamber diyarını gezen, nokta gözleri sürmeli, boynu nişanlı, başı telli Turnalar.

Gurbet ele kanat açan, yaban ellere uçan, sıladan haber getiren, sevda diye gönüllere, türkülerde ozanlara yeten kanadı gümüş turnalar.
 Mektuptan evvel turnalar var. Ecelden evvel turnalar var. Müjdeden, kötü haberden evvel turnalar var.
 Başı telli turnalar, boynu nişanlı turnalar, bir tek eşe sevdalı, bir tek kuşa yar turnalar. Pir Sultan'dan haber soran, yazı yaban kanatlanan, çevrim çevrim dönen, yaz bahar ayında gurbetten gelen turnalar.
 Ötmeyin Turnalar, ötmeyin gönlüm şen değil...
 Er kişi kudretinin yettiğini işler de kader bildiğini okur. Yazgı ezelden nasıl takdir olunduysa öyle çevirir felekleri. Anadolu bozkırı iki şahın arasında kalır gün gelir. Biri Rumeli'nden Arap diyarına kadar yeryüzünün yarısında hüküm süren Osmanlı padişahı, diğeri on iki imamın izindeyim diyen İran Şahı. İkisi de bir soydan... Aynı çelikten dökülmüş bıçaklar gibi. İkisi de bir koldan, kardeş değilse de amca oğlu gibi. İkisi de bir dinden, aynı kıbleden, aynı kitaptan. Ama ille Ali'nin matemi. İlle Hasan ile Hüseyin'in davası.

Pir Sultan atadan dededen öyle görmüş, öyle duymuştu ki, Resul'ün nazlum torunlarını sevmek gerek, Ali'yi veliullah bilmek gerek. Hünkar Hacı Bektaş'a uymak gerek. Bu düzeni bozuk dünyada ehlullahın eteğini tutup hakkı dava kılmak gerek. Türkmen'de sevda idi ehlibeyt, bu yüzden Pir Sultan'ın gönlü güneşin doğduğu diyardan ses veren şahtan yanaydı. "Ali" diyordu şahın Anadolu'daki adamları, "Hasan" diyordu, "Hüseyin" diyordu, "Mehdi" diyordu, On iki imam diyordu. Bu sözlerdi Pir Sultan'ı çeken. Bu sözlerdi onun Türkmen yüreğini şerha şerha kanatan.

Bir kuru saltanat kavgası değildi bu. Benim gibi inanacaksın, benim gibi bileceksin iddiasıydı ki bu yangın bin yıl önce Kerbela'da başlamıştı. Kıyamete kadar gidecek bir kardeş kavgasının sebebiydi Kerbela.

Anadolu bozkırına kır çiçekleri gibi dağılmış Türkmen obaları hangi şahtan yana olacağını şaşırmış, iki dünya sultanının kavga alanında sıkışıp kalmışlardı. Kah İstanbul'a, kah Tebriz'e çeviriyorlardı yüzlerini. Ama hep "can" diyorlardı. Hep "dost" diyorlardı. Hep "yar" diyorlardı.

Sazının avazını arttırdı Pir Sultan. Şah'ı öven sözler söyledi. Bildiğince dava kıldı padişaha. Anadolu diyarında Şah Tahmasb'ın dili oldu, daveti oldu.

Sevince deli bir ciğerle sever Anadolu. Yandaş olunca dağ gibi sırt verir sevdiğine, hesapsız kabul eder dostun çilesini. Alır varlığına katar, öper başına kor onu... Türkmen evlad-ı resul sevgisini alıp sarmış idi yüreğine. Nesiller boyu adlarını en kutlu ad olarak yaşatmış, onlara zulüm edenlerin adlarını yasaklamıştı hafızalarda. Yüz yıllar boyu Hasan da, Hüseyin de yürek yangını, ciğerpare, mazlum manasına geldi Anadolu'nun dilinde. Sünnisi için de, Alevisi için de...

Payitahtta işitildi... Padişahı gazaplandırdı, sarayı sarstı Anadolu'daki fitne... Duyuldu ki Türkmen aşiretleri içinde şaha sırt veren çoğalmış. İran'dan gelen din alimleri köy köy, oba oba gezip halka Şiiliği anlatır olmuş. On iki imam davası güdüyoruz diyerek halkı İstanbul'a düşman ediyorlarmış. Batıya doğru bir sefere çıkılacak olunsa Türkmen illeri Tebrizli şaha el uzatacakmış. Dahası şimdiden ayaklanmalar baş göstermiş, Şahkulu, Nur Halife, Baba Zünnun, Kalender... derken isyan büyümüş. Bu fitneye dur demeli, gidip yerinde görmeli, ateş harlanmadan söndürülmeli.
 Dünyanın yarısına hükmü geçen saraydan irade buyuruldu ki Tebrizli şahın Anadolu'ya uzanan kolları kesile, Türkmen içindeki sesi susturula... Meğer Pir Sultan gibi şeyda bülbül olsa bile...
 Nice kulu sultan kılan kader, Hafikli azap Hızır'ı da önce kul, sonra kapıcı, sonra paşa etmişti bu sıralar. Payitahttan emir çıktı. "Hızır Paşa Sivas'ı iyi bilir, iyi tanır. Gidip sükuneti sağlaya, devleti devlet bildire, başkaldıranın başını eze..."
 Kızılırmak kıyısının sisi, ince dumanı, dağılıp dağlara yayılır seher zamanı. Bülbül ağlar gül dalından. Çiğ düşer çam iğnelerinin ucundan. Yele karşı uçar turna seher zamanı. Üşütür sabah ayazı kınalı kız ellerini. Boş yollardan geçer rüzgar. Soldurur Zühre yıldızının şavkını güneş. Banaz uykudan uyanır, Banaz yaşama başlar. Kımıldanıp kalkar seher zamanı...

Pir Sultan, besmeleyle doğruldu yatağından. Adı güzel peygamberi, velilerin baştacı Ali'yi andı. Hacı Bektaş'ı selamladı yüreğiyle. Kalkıp ibrikte gece ayazıyla buz kesilmiş suyu çarptı yüzüne. Uzun bıyıklarını, ak düşmüş sakallarını sıvazladı eliyle. Bir düş görmüştü... Bir urgan, bir darağacı, bir baş görmüştü. Kalın duvarların gerisinde kara taş görmüştü. Şah'ı görmüştü, Ali'yi görmüştü. Ellerini açıp "Gel!" demişlerdi ona. "Gel! Kalma ırakta daha fazla. Nice ömürleri talan etti ecel, gel! Uçup gitti pirler civanlar, kuşa benzer misali. Ahdinde dur, hilaf etme, gel! Sözünü bergüzar koy sehi bilene. Sazını yadigar et seni sevene. Dünyayı koy dursun yerli yerine, sen gel!"
 Söğüt gölgesine gömülmüş evinin önündeki koca değirmen taşına oturdu. Bu taşı Pir Sultan'ın ceddi Horosan'dan asasının ucuna takıp getirdi derler... Sazını eline alıp rüyasını söyledi gonca misal kızına, genç oğullarına, yaşının en güzel çağını süren karısına. Sazını o güne değin görülmedik bir durgunlukla, bir dinginlikle çaldı. Vedalaştı sanki sevenleriyle. Halleşti, helalleşti.
 Pir Sultan'ım Hakk'a niyaz ederim
Erenler rahına doğru giderim
Külli varım hakka teslim ederim
Erenler sırrına erdim bu gece
 Seher vakti geçmiş, gün yükselmiş, sıcak vurmuştu Banaz'ın yaylasına.
 1588'in baharında Sivas valisi Hızır Paşa'dan haber geldi Banaz'a. Eski mürit, şeyhi Pir Sultan Abdal'ı çağırıyordu. Atlıların arasına katıp sürüklediler Pir Sultan'ı, rızasını sormadılar, dileğini almadılar. Sazı evinde kaldı. Sevdiği, helali, çocukları evinde kaldı Pir Sultan'ın.
 Ucu Sivas kalesine çıkan dar kağnı izlerinden geçip geldiler kaleye. Hızır Paşa'nın huzuruna çıkacaksın dediler. Başının sargısını çıkardı Pir Sultan, bir zamanlar kapısında kul olan Hızır mıydı bu? Neydi bu kaderin cilvesi? Ağalar kul olur, taht sahipleri dilenci olur derlerdi de bu kadarı görülmüş müydü dünya kuruldu kurulalı?
 Hızır Paşa saygıyla karşıladı Pir Sultan'ı. Buyur etti, hal hatır sordu, ikramda bulundu. İstanbul'a gidişini, Hakk'ın takdiriyle yükselip paşa oluşunu anlattı. Sonra lafı çevirip Tebrizli şahın Anadolu'ya serptiği fitne tohumlarına getirdi. Pir Sultan'ın adı da duyulmuştu sarayda. Kendisi hakkında iyi düşünceler yoktu. Sazını susturmalı, halka padişahı anlatmalı, yüzünü İran'dan İstanbul'a çevirmeliydi.
 Pir Sultan, önüne konmuş olan yiyecekleri geri çevirdi, kalktı Hızır'ın sofrasından. Kendisinden bir ses, bir cevap bekleyen paşaya dönüp dedi ki,
 -Hafikli Hızır! Yeni adın Hızır Paşa oldu rahat mısın? İyi misin, Hoş musun? Banaz'ın koyununu güderken daha iyi değil miydin. Taç taht, makam mevki memnun etti mi seni. Yoksa doğru yoldan çevirdin mi gönlünü. Hafikli Hızır! Çoban olup kuru yufka sunsaydın bana, şeker şerbet gibi yer idim. Azap olup kapılarda dolansaydın, sana ben de dost der idim. Hafikli Hızır! sen dünyanın sefasına, bir gün koca karıya dönecek bu kahpe güzelliğe aldandın. İkramında haram kokusu var Hızır. Sunduğun sofraya oturmak yanlış, dediğine kulak vermek, senin durduğun yerde durmak yanlış. İkimizin arasına dünya girdi. İsteğinin oluru yok benden yana. Var sen bildiğini işle.
 Hızır Paşa bu beklemediği çıkış karşısında şaşırmış, kendilerini dinlemekte olan adamlarına dönüp öfkeyle bağırmıştı.
 -Alın bunu, atın dam altına. Atın da akıllansın. Atın da bilsin padişah kimmiş, paşa kimmiş.
 Pir Sultan'ı alıp boş bir çuvalı bırakır gibi bıraktılar karanlık bir mahzene. Gürültüyle örttüler kapıyı üzerine. Sabah akşam kuru ekmek ile su verdiler.
Günler geçti, geceler geçti, haftalar geçti...
 Hızır Paşanın içi rahat değildi nicedir. Pir Sultan, pir olduğunu ispat etmişti işte. Yıllar önce kendisine dua ederken "gün gelir bana kıyarsın, beni dara çekersin, ölümüm elinden olur, anlamazsın, bilmezsin" dememiş miydi? Kapısında kalmıştı nice zaman, ekmeğini yemişti, suyunu içmişti, iyiliğini görmüştü Pir Sultan'ın. Erliğe, iyilik bilirliğe, müminliğe yakışan ekmek tuz hatırı gütmek olmalıydı. Bu koca pirin karanlık hücrede çürümesi reva değildi. Ama inat ediyordu doğru bildiğinde. Ne vardı isteğine tamam dese, ne vardı padişahtan yanayım dese. Ne vardı geçmişini, kulluğunu, azaplığını yüzüne vurmasa.
 Haber gönderip çağırttı tekrar huzura. Yorgun, çökük fakat öfkeli Pir Sultan'ı yine güler yüzle karşıladı. Oturtup şerbet ile serinletti. Hal hatır etti.
 - İlle yaptığın doğru değil koca pir. Döndüm yolumdan lanet olsun şaha de. Yine gönlün bildiğini okusun. Kimselere fikrini belli etme. Ama görünüşte döndüm de. Ne kaybedersin. Bak şimdi padişah kullarını çağıracağım. Onların yanında padişaha övgü diz. İçinde şah lafı geçmeyen bir deyiş söyle ki döndüğüne inandır huzurdakileri. Sen Banaz'a dön sağ salim, ben İstanbul'a...
 Hızır Paşa emir buyurdu. Pir Sultan'a saz getirildi, sözünü kaydedecek katip getirtildi. Sivas'ın devlet görevlileri, kadısı, müftüsü toplandı. Pir Sultan nemli gözlerini dolaştırdı kalabalıkta. Banaz'dan yana çevirdi yüzünü. Ayarladı, seslendirdi sazını. Esirgemeden doğru bildiğiyle dillendirdi sözünü.

Kadılar müftüler fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Yüksek damlı konak odasında soğuk bir rüzgar esti. Ak sakallı görevliler "bu pervasız adam ne diyor?" dercesine baktı birbirine. Hızır Paşa'nın rengi değişti, sustu başını eğip. Bu koca Alevi'nin bildiğinden dönmeyeceğini anladı.

Şahı sevmek suç mu bana
Kem bildirdin beni Han'a
Can için yalvarmam sana
Şehinşah bana darılır

Pir Sultan "dönmem" diyordu. "Şah" diyordu, "vur boynumu korkmam!" diyordu. Bildiğince çalıyordu sazını, bildiğince söylüyordu sözünü. Döndü en son söze geldi. Sazını yokladı telleri ağlatırcasına. Yüzünü söylediklerini kaydeden katibe çevirdi.

Kul olayım kalem tutan ellere
Katip arzuhalim yaz yare böyle
Şekerler ezeyim şirin dillere
Katip Arzuhalım yaz yare böyle

Rakibimin dedikleri oluyor
Gül benizim sararıben soluyor
Al kanlarım ılgıt ılgıt geliyor
Katip arzuhalım yaz yare böyle

Sivas ellerinde sazım çalınır
Çamlıbeller bölük bölük bölünür
Yardan ayrılmışam bağrım delinir
Katip arzuhalım yaz yare böyle

Pir Sultan Abdal'ım ey Hızır Paşa
Yazılan gelirmiş her daim başa
Beni hasret koydun kavim kardaşa
Katip arzuhalım yaz yare böyle

Güzelim ey!
Fidanım ey!
Bir tanem ey!

Dağ dile gelse, yol dile gelse, turna dile gelse Pir Sultan'ı söylese. Sivas ellerine çöken sisler, karla yolu kesilmiş çamlıbeller, yoksul çobanlar, yabani güller dile gelse söylese. Kıyısı söğütlü coşkun ırmaklar anlatsa, dağdan yuvarlanan kayalar anlatsa.

Yazık oldu Pir Sultan'a...

-Alıp asın, uslanacağı yok bu koca Kızılbaşın! dedi Hızır paşa.

Katip defterini topladı, kalemini etinden bıraktı. Elleri kirli cellatlar aldı Pir Sultan'ı. Saz tutan ellerini uzattı cellatlara. Ağır kelepçeler vurdular. Keçibulan semtine götürdüler, sur dibinde darağacı kurdular. Ak sakallı başını geçirdiler yağlı urgana. Ayağının dibindeki tabureye bir tekme vurdular.

Sustu Pir Sultan'ın söyleyen dili. Gözlerinde Banaz yaylasının yeşili kaldı. Kulaklarında kızı Sanem'in sesi, eşinin ağıdı çınladı. Çırpındı, çırpındı ve durdu bedeni. Urganda bir elif gibi sallandı günlerce ibret olsun diye...

Nice zaman sonra Banaz'a gelen bir atlı Pir Sultan'ın ak kağıda karalanmış sözlerini getirdi eşine...

Sivas ellerinde sazım.

Pir Sultan Abdal -

Kaynak: Türkü Öyküleri-Hulusi Üstün,Pozitif Yayıncılık İstanbul 2003



4 Temmuz 2012 Çarşamba

Beraat Kandiliniz Kutlu Olsun..

Allah’ın rahmet ve mağfiretinin bizleri kuşatacağı, bütün manevi kirlerimizden temizlenme imkanı bulabileceğimiz ve Ramazan ayının son müjdecisi Mübarek Berat Kandili hayırlara vesile olsun... Beratimiz olsun... Dualarda buluşmak ümidi ile, kandilimiz mübarek olsun...

3 Temmuz 2012 Salı

Eksiklerine Baka Baka Eksilttiğimiz Yaşamlar..


Hep yapamadığımız soruları sordu annemiz. Netlerimiz değildi önemli olan, kaçırdıklarımızdı! Yapamadıklarımız, eksik bıraktıklarımız...
Sofraya oturduğunda babamız, olmayanı, eksik olanı görürdü nedense... Çorba olurdu, ekmek olurdu sofrada ama unutulan tuz hatırlanır ve eksikliği hatırlatılırdı evin hanımına...
Kapıdaki babamın elindeki filede, unutulmuş limonun olmadığını bir iki yoklamayla anlardı annem. Yine unutmuşsun, eksik bırakmışsın limonu derdi. Zavallı babam, terlemiş bir halde koyulurdu tekrar yola, aynen tuzu unutan annemin söylene söylene mutfağa gitmesi gibi...
Hep eksik olanı görmeye koşullanmışlığımız, insanları hep eksik olan yönleriyle yakalayıp eleştirmemizi doğuruyor çoğu zaman. Hep olmayanı gündeme alarak yaşama tutunmaya çalışıyoruz...

Oysa varlıkla uğraşmaktır asıl olan! Varlıkla uğraşırsanız, varlık çoğalır, bereketlenir. Yok olanla, eksik olanla uğraşırsanız, var olanı da göremezsiniz çoğu kere...
Aynen karnede “beş” olan Türkçenin görülmeyip “iki” olan matematiğin hep göze batması gibi.Bir ömür çalışıp bir kaç ay işsiz kaldığınızda beceriksiz ilan edilmeniz gibi...

İnsanları daha tanımadan onları eksi hanesine eklemek... Daha önceki önyargılarımızın şemsiyesi altında, yeni gördüğümüz insana güvenmeyi seçmeden önce, güvenmemeyi esas alarak ilişki kurmak, daha başlamadan birçok ilişkiyi de baltalar.
Sonra kendi yalnızlık dağlarımızda yalnız prensler/prensesler olarak yaşamaya mahkum ederiz kendimizi. Karşımıza çıkan insanın önce eksilerini gördüğümüz için eksiltiyoruz yaşamlarımızı. O insandan öğrenebileceğimizi öğrenemiyoruz çoğu kere. Kendimizde olanı da karşımızdakine verme cesaretini kaybediyoruz sonrasında.

Sanıyoruz ki herkes bizim gibi. Herkes önce eksilerimizi görecek. Biz eksiler üzerinden gidiyoruz ya sanıyoruz ki bütün dünya, bütün insanlık da bizim gibi. İkinci kez örüyoruz duvarlarımızı...Newton'a göre insanlar köprü kuracakları yerde, duvar ördükleri için yalnız kalırlar katılmamak mümkün mü? Hayatlarımız şahit oluyor bu sözün doğruluğuna...
Oysa aydınlıkla uğraşan aydınlığı karanlıkla uğraşan karanlığı çoğaltır yaşamında. Eksileri kriter yapan, artılara körleşir sonrasında.

Hayat sadece yapamadıklarımızı sürekli düşünerek yürümemizi istemez bizden. Çoğu kere yapabildiklerimize bakarak onlardan memnun olarak, onların verdiği enerjiyle yapamadıklarımızın üstesinden gelebilecek enerjiyi verir ve bu enerjiyle çoğalmamızı ister.
Oysa yapamadıklarımızı durmaksızın gözümüze sokmaya çalışanlar işte tam da bu noktada yanılırlar. Sanırlar ki eksilerimizi söylerlerse biz şımarmayız. Daha da hırslanırız. O zaman istedikleri olur. Oysa bu doğru değildir.
Eksiler eksiltirler; insanı, hayatı, umutları ve yaşamı... Bırakın eksi ve eksiler matematikte kalsın. Yaşamın içindeki bizler varlıkla ve şükürle uğraşalım, o zaman eksiler daha bir çabuk artıya dönüşecekler inanın.
Ne çok şey deniyoruz yaşamın içinde. Şimdi siz söyleyin bir defa da olsa yaşamda artıyla başlamayı deneyemez miyiz? İlk gördüğümüz, yeni tanıdığımız bir insanı eksiden değil de artıdan başlatmak...

Sofradaki çorbayı görüp teşekkür etmek, alınan domatesi unutulan limondan önce görmek, iyi notu “kırık”tan önce fark etmek nasıl bir değişim getirebilir yaşamımıza?... Denemeye değmez mi?


alıntı

Kin Ve Din..


İslamiyet kin dini değil,muhabbet dinidir.Kinlerini din haline getiren ham kişilerin kalın kafalarına bu gerçeği sokmak lazımdır.İslamiyet şefkat, yumuşaklık, güzel nasihatler, ikna edici öğütler, güzel tebliğ ve merhamet dinidir.
Din kardeşi olan mü’minlere kalbinde kin besleyen kimseler,asla olgun Müslüman sayılamazlar.
Kin ve düşmanlıkla Müslümanlar paramparça olurlar, yeryüzünün düzeni bozulur, cihan fesat yangınları içinde kalır.
Müslüman, sabır ve tahammül sahibi olacaktır.Hatalı, günahkar, isyankar din kardeşlerini her şeyden önce şefkatle, dostça, arkadaşça yola getirmeye çalışacaktır.
Müslümanlar arasındaki ferdi münasebetlerde kine, düşmanlığa, şiddete yer yoktur.
Din kardeşin hatalar, noksanlar, günahlar, isyanlar içinde yüzüyorsa o hasta demektir.Hastayı şefkatle, sabırla, tahammülle tedavi etmek gerekir.
Aranızda fikir ihtilafı var diye din kardeşine nasıl kin besleyebilirsin? Ya sen yanılıyorsan?.. Şayet o yanlış düşünüyorsa, kin ve adavetle onu doğru yola getirebileceğini zannediyorsan sen pek kalın kafalı bir Müslümansın.
Allahü Teala Kur’an-ı Kerim’de mealen, “Kötülüğü iyilikle karşıla.Öyle yaparsan sana düşman olan kişinin sadık bir dost olacağını göreceksin” , buyuruyor.Bu ilahi buyruktan ibret alsana!
Kin, düşmanlık, kırıcılık, her kişinin kârıdır.Sen, kini bırak da muhabbet eri olmaya bak.
Resulullah Mekkeli kafirlerin zulümlerinden pek bunalmış, yanına Zeyd ibn Hariseyide alarak İslam’ı anlatmak için Tâif’e gitmişti.Tâifliler onu çok kötü karşıladılar.Alay ve hakaret ettiler.Terbiyesiz çocukları, ayak takımını, serserileri aleyhine kışkırtıp sokaklarda taşlattılar.Âlemlerin yaratılmasına sebep olan o Yüce Peygamberi çok incittiler.Toz toprak içinde kaldı, yaralandı, berelendi; ayaklarından akan kanlarla ayakkabıları vıcık vıcık doldu.Bu hâl üzere şehirden dışarı çıktılar.Kalbi kırık, gönlü hüzün içinde yol kenarında biraz oturup dinlenirken Hakk Teâlâ Cebrâil aleyhisselamı ona gönderdi.Cebrail dedi ki:
__Hakk Teala beni sana gönderdi.Sana selam ediyor.Dağlar meleğini benim yanıma kattı.Senin emrine verdi.Dilerden o meleğe emret.Şu dağları, sana zulmeden bu kavmin başına geçirsin, şehirlerini hâk ile yeksân etsin…Resulullah Efendimiz, üzerinden kanlar aktığı halde Cebrail aleyhisselama şu cevabı verdi;
__ Ey kardeşim Cebrail! Benim kavmim cahildir.Ümid ederim ki, Hakk Teala’nın lûtuf ve inâyetiyle gün gelir hidayete ererler.Müslüman olurlar.Dağlar meleğine selam ederim, bir şey yapmasını istemem.
İşte ey Müslüman! Sen böyle bir peygamberin ümmeti olarak engin bir sabır, tahammül, şefkat sahibi olacaksın. Senin dinin kin dini değildir.Unutma ki, gerçek Müslüman bir muhabbet fedaisidir.
Müslümanın kalbindeki şefkat, merhamet, muhabbet, ülfet, ünsiyet, mürüvvet ve kerem hisleri o kadar geniştir ki, o faziletler ona bütün cihanı kucaklayacak, İslâm’ ın nurlarını her tarafa yayacak bir istidat verir.
Duymadın mı, Rabbimiz Musâ peygamberi Firavun’a gönderirken(mealen) “firavun’a git, o çok azgınlaştı.Ona yumuşakça nasihat et.Ola ki doğru yola gelir”, buyurmuştur.
Senin din kardeşn sana öz kardeşinden daha yakındır.Ne hakla ona kızıyor, darılıyorsun, kin besliyorsun?
 Emr-i mâruf ve nehy-i münker(İyiliği emretmek,kötülüğü men etmek) yapacaksan, önce şefkatle, dostça, muhabbetle başla işe.
Yeter! Bitsin artık bu kinler, dinsiz çekişmeler, düşmanlıklar!...
Parolamız muhabbet olsun.
Kin değil, sevgi…

ALINTI

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...