31 Mayıs 2012 Perşembe

Keşkelerimiz ve BİZ!!

İnsan gerçekten kabul edildiğinde, değişmek için daha çok çaba gösterir.
Çevremizdekileri ve tüm sevdiklerimizi, farklı olduklarını bildiğimiz halde, yine de eskisi kadar sevebilsek keşke… Keşke, tam da bizim istediğimiz gibi olmadıkları halde, ilişkimizin daha da renklenebileceğini hissedebilsek. Ve bunun özgürlüğünü, rahatlığını yaşayabilsek.
Keşke karşımızdakini asıl değiştirmenin yolunun, onu önce olduğu gibi kabul etmek olduğunu anlayabilsek, keşke kabul etmenin aslında onaylamak olmadığını görebilsek.
Oysa ki yargılamayla başlayan her diyalog dirençle biter, savunmayla başlar.
Kendin olduğun yerde, ötekini de fark edersin, onun duygularına da dokunabilirsin aslında…
Kendini bırakabildiğin sularda, etrafının daha da farkına varırsın, daha net görürsün her  şeyi…
Kendini seyretmediğin her an, aslında sana sunulan her şeyi fark ettiğin an oluverir.
Seni gerçekten kabul edebilen birinin yanında öylesine sen olursun ki, ‘Ben’in kendini göstermeye asla ihtiyaç duymaz, salarsın kendini güvenli sulara, kendi iç sesinin bile daha çok farkına varırsın.
Daha çok dalga geçersin kendinle, tüm saçmalamalarınla seversin kendini.
Tüm geçmiş hatalarınla tanışıp, hesaplaşıp, helâlleşip uğurlarsın onları…
Sana tüm öğrettikleri için onlara öfke duymak yerine, minnet duyarsın.
Camdan fırlatmak ya da sonsuz çukurlara gömmek yerine, kapıdan yolcu edersin,
Tozlu sandıklarından sürekli çıkarıp karıştırmanın, yüreğinin kabuğunu soymaktan, enerjini almaktan başka bir işe yaramadığını görürsün.
İnsan bazen bırakabilmeli boşuna yükünü taşıdığı ne varsa, gönüllü ya da gönülsüz aldıklarını, hayır diyemediği için yaşadıklarını, bilmemiş gibi yaptığı tüm bildiklerini…
Oysa  ki bırakmadan başlayamazsın, boşaltmadan dolduramazsın yüreğini…
Gerçekten seni kabul eden, öylece kabul edebilen birinin yanında, her gün yeniden başlarsın yaşamaya… Her doğan günün sana getireceği hediyeleri beklemeye başlarsın.
Hayat, ayaklarının altında kaygan bir zemin olmaktan çıkar, bulutların üzerinde bile yürüyecekmişsin gibi güvende hissedersin kendini.
O seni hep duyar, hep kabul eder, nereden geliyor olursan ol.
Tüm bitiremediklerinle ve tüm başlayamadıklarınla kabul eder seni,
Hem de tekrar tekrar…
Her zaman için yeniden başlama fırsatı veren var mıdır O’ndan başka…
O seni bekler, öğrenmeni de, sevmeni de, görmeni de, anlamanı da bekler.
O’ (c.c) ndan daha çok kabul eden var mıdır seni?

BANU YAŞAR

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Keşkesiz Bir yaşam..

Hani bazen kendini çok yalnız hissedersin ya...Hani başını bir dost omuza yaslayıp, sessizce ağlamak gelir ya içinden.
Hani bir şeyler içini karartır ya, keşkesiz bir hayattır istediğimiz…
Keşke noktalama işaretleri kadar insaflı olsaydı parantez içlerine sığdırmaya çalıştığımız hayat. Her noktanın ardından cümleler kurabilseydik yeniden…
Yaşamı virgüller ile uzatabilseydik keşke…
Tırnak içine alınmış hayatlarımız olsaydı…
Eskiler öyle yaparmış… Sevenler sevdiklerine “Seni Çok Seviyorum” anlamına gelen satırların sonuna üç nokta  koyarmış…
Ve üç nokta koyabilseydik tüm sevgilerin arkasına…
Keşkesizliği hedeflerim ben hayatımda… “Evet ya da hayır” hep sevimli gelmiştir bana… Hayatı düz çizerim... Zikzaklarım yoktur… Kaybetmişsem boynumu eğerim… Kazanmışsam zaten benim olmuştur……
Keşkesiz bir insanım... Yanında yaşadıklarımız yada dostlarımız karsısında zavallı gibi görünmekten korkmadığımız, bizi değiştirmeye değil, zenginleştirmeye çalışan, yargılayan değil, kendimizi sorgulamamıza yardımcı olan birimidir yitirilen?
Sabahın üçünde çaldığımız kapısını açtığında, tek kelime etmeden kollarına atılıp ağlayabileceğimiz bir insan mıdır keşkesizliği bu şekilde dillendiren?
Nedenlerini merak etse de, gözyaşlarımızın dinmesini bekleyecek kadar anlayışlı, titrek sesimiz ve telaşlı cümlelerimizi sükûnetle dinleyecek kadar sabırlı, acımızın bir kısmını kendine yük edinecek kadar cömert ve yürekli insanlar mıdır dost diye seçtiklerimiz?
Sadece sohbeti değil, sessizliği de sıkıcı olmayan; yalnızlığımızı unutmak için varlığı, eksikliğini hissetmemiz için yokluğu kâfi gelen insanlara mı dostum deriz?
Başımıza gelen güzel bir şeyin coşkusu yüreğimize sığmadığında, saate aldırmayıp telefona sarıldığımız ve karsımızdaki uykulu sese "Kulaklarına inanamayacaksın" diye bağırdığımızda, "Sabahı bekleyemez miydin?" demeyen biri midir gerçek bir dost?
Güzel bir film izlediğimizde, keşke O da olsaydı dediğimiz, okuduğumuz bir kitaptan bahsedebildiğimiz ve en mahrem sırlarımızı anlattıktan sonra rahatça uykuya dalabildiğimiz bir sırdaş mıdır yoksa?
Konuşurken gözlerimizi kaçırmadığımız, kendimizi saklamadığımız ve yüzümüze en acı gerçekleri haykırırken bile darılmadığımız yalnızlığımız mıdır dost dediğimiz insanlar?
Ne bileyim, ayni fikirde olmasak da uzlaşabildiğimiz, köprüleri atmadan da tartışabildiğimiz, her savaştan birlikte ve biraz daha güçlenmiş bağlarla çıktığımız insanlar mıdır dost payesi verdiklerimiz?
Tanıdığımızı sanırken, daha keşfedilmeyi bekleyen nice el değmemiş duygular ve düşünceler taşıdığını gördüğümüz; sürekli bizi şaşırtan kendimiz midir onlarda sevdiğimiz?
Dostluk bir ruhun iki ayrı bedende yaşamasıdır… Başka bir bedende toprağa verdiği ruhunun yasını mı tutmaktadır? Paylaştığı her şeye ölüm de mi dâhildir?
Acaba, neyi kaybedeceğini, dostu ölmeden önce fark etmiş midir? Ya biz; her şeyi paylaşmanın, iddialı ve gerçek dışı geldiği günümüzde, sahip miyiz gerçek bir dosta?
Ya da adımızın önüne dost sıfatı koyan insanlar var mıdır hayatımızda? Yoksa kendimizi sevmeyi başaramadığımızdan, şaşırıyor muyuz bizi sevdiğini söyleyen birinin varlığına, inanamıyor muyuz yanımızda kalmasına ve uzaklaştırıyor muyuz içten içe bizi sevmesini istediğimiz insanı kendimizden?
Ve bir gün, bir el daha kayıp gittiğinde avuçlarımızdan, kendi mezarımızın başında ağlayacağımızı biliyor muyuz? 
İş işten geçmeden önce teşekkür edebiliyor muyuz sevdiğimize, hiç değilse bizi sevdiği için

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Gitmek.. Bedirhan Gökçe( Can Yücel)


                                                                                                                   

Bu günlerde herkes gitmek istiyor
Küçük bir sahil kasabasına
Bir baska ülkeye, daglara, uzaklara…

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı sey…
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme istegi.

Öyle “yanına almak istedigi üç sey” falan yok.
Bir kendisi
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir..
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hani kendimizden razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz iste.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.

“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
iş, Güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma dugusu…
En kötüsü alışkanlık
Alışkanlıgın verdigi rahatlık,
Monotonlugun dogurdugu bıkkınlıgı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, agaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler…
Bir çocuk daha dogurmalar…
Borçlara girmeler…
işi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi gitmekten alıkoyabiliyor.

Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Degil bu şehirden gitmek,
iki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokagın köpegi oldugunun farkında
Herkes onu o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin
Kendi imalatımız küfeler.

Ama egreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabi yapanlar, ama az
Sadece kaymak tabakasi
Hepmiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün
Sabah 9, aksam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar agır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılıgı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittigim olmadi hiç.
Ama olsun… istemek de güzel.
CAN YÜCEL

25 Mayıs 2012 Cuma

Ayağın Yoksa Kendi İçine Yolculuk Et..


Ne yöne gidersen git
Doğu,batı, kuzey ya da güney-
çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün!
Kendi içine yolculuk eden kişi sonunda arzı dolaşır.
Zaman durmadan akıp gidiyor. İnsan bu akışın içinde ya sürüklenen ya da zamana yön veren konumda.Vaktin çocuğu değilse vay haline insanın! Her gün yeniden doğmuyorsa, yenilenmek için maddi ve manevi yolculuklara çıkmayı göze alamıyorsa çok yazık ona. Tükeniş tam burada başlıyor oysa.
Durmak yok, yola devam, cümlesini hemen hemen her gün bir vesile ile duyar olduk. Çok önemli bir cümle olduğu halde kimse biraz olsun durup anlamı üzerinde düşünmüyor.
Yolda olmak!
Peki, hangi yolda..? Doğru yolda, hayır yolunda… Aksi, yol değil, uçurumdur zaten. Mevlânâ şöyle seslenir yol erbabına:
‘Her yanda bir gulyabani, seni çağırır,
Kardeş gel,
Yol istiyorsan iste buracıkta.
Sana yol göstereyim de yoldaşın olayım.
Bu ince yolda kılavuzun ben olayım.’
Hem maddi hem de manevi yolların yolcusu olmak gerek. Zira iki kanatlı olmalı insan. Bir kanadı eksik kaldı mı uçamaz. Ruhu enginlere ulaşamaz.
Yolda devamlı olmak gerek. Tüm başarıların, ilerlemelerin ve yükselmelerin kesiştiği nokta budur işte. Az da olsa devamlı olmak, o kutlu peygamberin müminlere en önemli tavsiyeleri arasında değil mi?
Yeni keşiflere çıkmak gerek. Yeni yerler görmek, keşifler yapmak görgüyü ve bilgiyi nasıl artırıyorsa, ruhun enginlere çıkması ve ilahi huzurda değer kazanması da manevi seyahatlere çıkmakla mümkün olur. Mevlânâ’nın (k.s) şu sözlerine kulak verelim:
Damla yurdundan gitti ve döndü,
Ve bir sedefe rastladı, inci oldu.
Yusuf ağlaya ağlaya babasından ayrılıp yolculuğa çıkmadı mı?
Yolculukta saadete ermedi mi,
padişah olmadı mı
ve zafer kazanmadı mı?
Mustafa Medine’ye doğru yola çıkmadı mı?
Orada iki dünya saltanatına ulaşıp,
yüzlerce diyarın sultanı olmadı mı?
Eğer ayağın yoksa bile kendi içine doğru yolculuğa çık,
Yakut gibi güneş ışıklarıyla renklere boyan.
Kendiden yine kendine seyahat için kalk ey hoca!
Yola çık.
Kendine gel.
Çünkü böyle bir yolculuktan dolayı toprak bile altın madeni oluyor.
Yolda devamlı olmak gerek. Aynı durakta ve makamda çok durmamalı bu yüzden. Aynı makamda uzun süre bekletmemeli ruhu. Alışkanlık buradan yapışır benliğe ve beraberinde gevşekliği getirir.
Menzili sürekli artırmak gerek. Hem madden hem de manen… Muvaffakiyet işte burada gizli.
alıntı


Kaçtığım Yer Kendim!!


Rüzgâr kuvvetli estiği zamanlarda insanlar şiddetini kesmek ve de 
korunmak için set örerlermiş karşısına. Bundan faydalanmayı akıl edebilenler 

ise yel değirmenleri inşa ederlermiş. Böylece rüzgârın yıkıcı gücünü 
olumluya çevirmeyi becerirlermiş. Fakat bazen hayatta karşılaştığımız 
rüzgârlar o kadar yoğun o kadar şiddetli ve o kadar üst üste oluyor ki; 
bırak yel değirmeni inşa etmeyi elinle yaptığın rüzgârgülünü tutacak 
kadar bile takatin kalmıyor. 
Şu kesin ki hayattan ne kadar çok beklentin olursa o kadar çok hayal 
kırıklığına uğruyorsun. Beklediklerinle buldukların arasındaki fark 
derin üzüntü yaşamana neden oluyor ister istemez. Mücadeleci olman bile 
fark ettirmiyor kimi zaman. Pes ediyorsun bazen yılıyorsun. Değirmen 
yapmak için bile yüzleşmekten korkuyorsun rüzgârın uğultusuyla. Set örmek 
daha bir kolay geliyor nedense. Zaman ilerledikçe kaçmayı kovalamaktan 
ve de mücadele etmekten daha bir benimser oluyorsun hiç karakterinde 
olmasa bile…
Hayatta en çok korktuğum şey duygu erozyonuna uğramaktı. Zamanla 
hiçbir şey hissedememekten çekindim hep. Yılgınlıklarımın umutlarımın üstünü 
örtmesinden ürktüm. Ama acımasızlıklar ve kederler üst üste gelince ben 
de ben olmaktan çıkıyorum galiba. Daha bir katı oluyorum hayata karşı. 
Daha bir duygusuz oluyorum ister istemez. Daha bir tahammülsüz… 
Olgunlaşmanın koşulu ağlamakmış demek ki diyorum. Ne kadar çok ağladıysano kadar çok olgunlaşmış oluyorsun.
Anlıyorum ki aynı dili konuşanlar değil; aynı duyguları paylaşabilenler anlaşabiliyor sadece. Ve aynı dili konuştuğun insanların etrafında 
olabilmesi de gün geçtikçe zorlaşıyor. Görünen gerçek gerçekte görünen 
de olmayabiliyor üstelik. Kimi zaman mutlu görünüyorsunuz etrafa; oysaki 
yapabildiğiniz en iyi şey mutluluk rolü yapmak oluyor o an. İçin 
kemiriliyor; ama sen yine de üstüne yapışmış olan rolü oynuyorsun. Sana 
yüklenen misyonunun gerektirdiğini...
Bazen çok sevdiğin bir fotoğrafı ortadan ikiye ayırıyorsun. O anki ruh 
halin seni hiç fark etmediğin bir yere bırakıveriyor. Öyle şeyler 
oluyor ki bazen hafızanı yitirmiş gibi hissediyorsun. Yaşadıklarının kendi 
hayatından bir kesit olup olmadığını düşünüyor; idrak etmeye 
çabalıyorsun. Sonra da “yanlış nerde ve kimde” diyorsun. Ya da “yarımdı olmadan bitti” diye avutuyorsun kendini. O an yaptığın şey hafızanı siliyor ve 
seni bilmediğin bir yere ve duruma sevk ediyor. Geçmişinle geleceğinin 
kesiştiği nokta ise bugünün oluyor. Ve gücün yettiğince her şeye sil 
baştan başlıyor. Yeniden hatta bazen yeniden deniyorsun. Fakat bir 
bakıyorsun ki hep en baştasın… 
İyice fark ediyorum ki gidene ağlamıyor çoğu zaman insan. Gidenin 
giderken koparttığı yer oluyor daha çok ağlatan orada bıraktığı yara oluyor 
kalbimize iğneleri vuran.
Aitlik hissin kayboluyor tamamen. Yaşadığın yere de zamana da ait 
hissedemiyorsun kendini. Çekip gitmek istiyorsun; kendinden bile... Seni 
hayata bağlayan hiçbir şey kalmıyor birden. Yaşamak anı günü ayı yılı… 
zevk vermez oluyor. Kendinden kurtulup kendine kaçıyorsun yeniden. 
Aslında bindiğin gemi de vardığın liman da kendi yüreğinde demirli…
Kelimelerin hepsi aynı aslında önemli olan içtenliğinde ve karşı 
tarafın yüklediği anlamda yatıyor. Ve sana o anlamı yakalatacak olanda 
buluyorsun kaybettiğin kendini…
Cesaret de sevgi gibi; gelişmesi için umut gerekiyor…

alıntı

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Ye Kürküm Ye Devri..


Ye Kürküm Ye… 
Nasreddin Hoca’nın meşhur bir fıkrası vardır hani; ye kürküm ye diye. Hoca bir gün günlük kıyafetiyle bir meclise gitmiş. Pek itibar, hürmet görmemiş, sofraya da davet edilmemiş. Hocamız bu tabi, irfan ve feraset sahibi bir insan, sebebini anlamış bu durumun. Evine gitmiş güzel kıyafetlerini giymiş, üstüne de kürkünü. Tekrar aynı meclise gitmiş, bu defa hocaya büyük itibar etmişler, hürmet göstermişler ve sofranın başucuna oturtmuşlar. Hocaya her yemek ikram edildiğinde Hoca önce kürkünü uzatıp “ye kürküm ye” diyormuş. Tabi çevresindekiler anlam veremeyip, “Hoca kürk yemek yer mi?” diye soruyorlarmış. Hoca da biraz önce normal kıyafetlerimle geldim, sofraya oturamadım, kürkümle geldim sofranın başucuna oturdum, yemek onun hakkı mealinde bir cevap vererek anlayanlara güzel bir ders vermiş. 
Her ne kadar yıllar,yüzyıllar da geçse, bilim ilerlese de, atların, eşeklerin, katırların yerini arabalar, trenler, uçaklar alsa da, bilgisayar, internet icat edilse de, bilgi çağına girmiş olsak da, insanların değer yargıları, yaşam felsefeleri ve zihniyetleri değişmiyor. 
İnsanlar kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne,kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor.. 
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları, şekil, görünüş ve madde üzerine bina edilmiş. Şeklin güzelse adamsın, paran varsa adamsın, zenginsen adamsın, mevki makam sahibi isen adamsın gibi.. Demek bu Nasreddin Hoca zamanında da böyleydi şimdi de böyle. Halbuki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. En değerli varlıklar olarak bunları kabul ederdi. Ahlak, ilim, irfan artık yok, para, ev, araba, mevki, makam var. 
Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz. 
Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi, yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen, kimseye yardım etmek yerine sadece bakıp geçen kişileri görüyoruz. . 
en çok üzen şu gözlemim oldu: Kendini dindar olarak tanımlayan ve görünüşte dini hassasiyetleri diğer insanlardan daha fazla olanlar da aynı. Onlar da tamamen saygılarını, hürmetlerini madde, para odaklı hale getirmişler. 

Belki çok genelleyici, karamsar ve kötümser bir yazı oldu. Ancak değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanlar olduğunu biliyorum ve benim  saygı ve hürmetim onlara... Parasına,  makamına,  arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, fakiri güçsüzü ezenlere, yetimi yerenlere  değil...
sevgi ve muhabbetle


Hayatımı Yeniden Yaşayabilseydim!!!

Emma Bombeck, Avustralya’da kanserden öldü. Ölümünden hemen önce şunları yazdı:
“Hayatımı yeniden yaşayabilseydim;
Hastayken yatağa girer dinlenirdim.
Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim.
Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım.
Daha az konuşur; daha çok dinlerdim.
Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim.
Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer; şömineyi yakmak isteyen biri olduğunda, ona engel olmaz; yerler leke olacak diye korkmazdım.
Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım.
Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım.
Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim.
Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum.
TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim.
Ömür boyu garantilidir denen hiçbir şeyi satın almazdım.
Hamileliğimin bir an önce sona erip doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim. Bu o kadar nadir bir olay ki… Mucize gibi birşey…
Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla ‘Önce git, ellerini yüzünü yıka’ demezdim. Onlara, daha çok ‘Seni seviyorum’, ondan da çok ‘Özür dilerim’ derdim.
Başka bir hayat verilseydi, en çok yapacağım şey, her dakikasını değerlendirmek olurdu.
Dikkatle bak. Gerçekten gör. Yaşa. Vazgeçme.
Küçük şeyler için şikayet etmekten vazgeç.
Bana benzemeyenler, benden daha çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı, beni ilgilendirmezdi. Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım.
Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için şükredin.
Tek bir hayatınız var ve bir gün sona eriyor.
Umarım, her gününüzü değerlendirirsiniz.” . . . .

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...