7 Mayıs 2012 Pazartesi

Dostun Attığı Gül yaralar Bizi..


Bizi düşmanın attığı taş değil
Dostun attığı gül yaralar... 
Hallacı Mansur
Hallac-ı Mansur, cezbe ve sekir halinde söylediği ve mazur bulunduğu Ene’l-Hak cümlesi yüzünden idama mahkûm edilir. Onu asılacağı meydana getirdiklerinde etrafta mahşerî bir kalabalık vardır. Hallac-ı Mansur darağacını görünce güler ve kalabalık arasında gördüğü dostu Şibli’den seccade isteyerek iki rek’at namaz kılar. Ardından şöyle duâ eder: “’Allah'ım burada senin dinin uğruna gayrete düşüp beni öldürmek için toplananların suçlarını affet.” 
Bu esnada kalabalık içinden özellikle düşmanları, fırsat bu fırsat diye Hallac-ı Mansur’a taşlar atarlar. Hallac-ı Mansur bunlara ah bile demez hatta tebessüm eder, ama dostu Şibli ağlayarak kırmızı bir gül atınca Hallac-ı Mansur inler ve şöyle der: “Taş atanlar avam takımı,bilmiyorlar, halden anlamazlar. Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.” 
İnsan hayata daha çok dostlarıyla, sevdikleriyle tutunur. Sevinçlerini onlarla paylaşarak arttırırken, acılarını hüzünlerini yine onlarla paylaşarak azaltır. Kişi, tanımadığı kimselerden bir kötülük, bir haksızlık gördüğünde çok incinmez, en azından hayal kırıklığına uğramaz ama dostundan gördüğü küçük bir eziyete bile katlanması çok zor olur. 
Başkalarının, hakkında yanlış düşünmeleri insanı fazla üzmez, yıpratmaz; ama sevdiği birisi, hakkında yanlış düşünürse, zarar verecek bir davranışta bulunursa işte bu insanı üzer, incitir. O kişi sıradan biri değildir çünkü, belki en zor günlerinde yanında olmasını beklediği insandır. Her şartta desteğini umduğu, hayatta en çok güvendiği kimselerden biridir. Hani Temel deniz kenarında yürürken elinde bir yılan taşıyormuş. “Neden elinde yılan taşıyorsun?” diye sorulunca“Denize düşersem lâzım olabilir” cevabını vermiş… İşte dostluk, denize düştüğümüzde yılana sarılmak zorunda kalmayışımızdır. Elimizden tutup bizi çıkaracak birisini her zaman yanımızda bulabilmemizdir. 
Dostun gönlü, dostuna karşı hassastır, çok şeyler bekler ondan… Bu yüzden insan dostluk hukukuna çok dikkat etmelidir. Özellikle dostla hal ve harekete, konuşmaya özen göstermek gerekir. Çünkü bazı sözler,keskin kılıç gibidir, dostluğu keser, kalpte tedavisi zor yaralar açar,kalpteki muhabbet çiçeklerini kurutur. Bazen yerinde olmayan gereksiz bir istek, küçük bir tavır veya söz bile, çok büyük mutlulukların elden kaçırılmasına sebep olur. 
Dostluk, fedakârlık ve emek ister. Her şeyi karşısındaki insandan bekleyerek elde edilemez hakikî dostluklar. Dostluk; mutluluk, üzüntü,hastalık, sağlık, darlık ve bollukta dostunun yanında olabilmektir. 
Hayatımızda kaç tane güzel dostumuz var acaba? Ya da tersinden soracak olursak, şu kısa hayatta kaç kişi için gerçekten güzel bir dost, güzelbir kardeş olabildik? Dostlarımıza, kardeşlerimize karşı hareketlerimize çok dikkat edelim ve kalplerini kırdıysak hemen özür dilemeyi de asla ihmal etmeyelim. Çünkü yarın özür dilemek için çok geç olabilir... 
Ne mutlu şu kısa hayatta en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olabilenlere…

6 Mayıs 2012 Pazar

Çünkü Dünya...


Ve bir sabah uyanacağız ki bütün aynalarda kış. 
Ve bir gün bakacağız ki feri sönmüş gözlerimizin. 
Ve bir gün damarlarımızdaki çılgın deveran , yerini ölgün bir titremeye bırakacak. 
Artık tabiat sofrasından üstümüze gülücükler saçılamayacak. 
Ve gizli bir el yavaşça söndürüverecek kandilini ömrümüzün. 

Öyleyse kalkıp dünyanın eğip büküşüne, sömürüp hırpalayışına baş kaldırmalı. 
Hayatın ürküten kısalığı içinde ötelere bir pencere açmalı. 
Nasıl olsa geçip gidecek bir ömrü, bir çekirdekten; her mevsim meyve veren ağaca çevirmeli. 
Yazgımızın bizim yürüyüşümüzle çiçeklenecek kesitini dolu dolu yaşamalı. 
Gölgemizin değdiği zaman kesiti bizden kokular, tatlar saçmalı hayata. 
Ardımızda minnetle anılacağımız nice çiçek bahçesi bırakmalı. 

Çünkü “Dünya, bir ağaç gölgesinde dinlendikten sonra kalkıp yolumuza devam edecek kadar geçici.” 

Hiçbir sızlanışa, aman dileyişe karşı kılını kıpırdatmayacak kadar umursamaz ve katı ...
....alıntı

Geçip Giden Ömür..


Yorgun ayakları bedenini çekemez olmuş,kısa mesafelerde bile yoruluyordu artık.

Her yola çıkmak istediğinde,dizlerine vuran dünya yorgunluğu,yılgınlığını da aklına getiriyor,
vazgeçmek için yeterli sebep oluyordu kendisine.

Bazen yürürken bulduğu bir kaldırım taşına oturarak belinden ayaklarına vuran

sızının acısını dindirmek için çömeliyor,geçmişte kalan dinç günlerini birazda hayıflanarak aklına getiriyordu.
Bir süre oturması bile geçmişin bütün güzelliklerini gözlerinin önüne getirmeye yetiyor elem bulutları ufkunu kaplıyordu.Ne yaşlanmasına nede ağrılarına yanmıyordu,
bunlar hayatın gelen akışında zarurete binaen tezahür eden olaylardı.
Aklına en çok gelen ve kendisini üzen bom boş geçirdiği bir ömrün elle tutulur bir yanın olmamasıydı.
Hemen hemen bütün arkadaşları ebede göçmüş,kendisini dünyanın meydanında yalnız bırakmışlardı.
Yıllarca birlikte yaşadığı vefakar eşi de gideli epey olduğundan,hayat sahnesinde tek kişilik bir role soyunmuştu adeta.
Uzandığı yatağında,evin tavanına diktiği gözleriyle acılarını harmanlayıp,
sık sık eşinin namaz kıldığı seccadesine gözlerini iliştiriyordu.
Bu yaşına kadar hiç merak etmediği seccadenin efsunlu yanıyle yüzleşiyor,
tespihin imamesindeki vakara gıpta ediyordu.
Nasılda geçmişti yıllar hiç anlamadan,bir ikindi vakti kadar
kısaydı sanki zaman.
Düşünüyordu çoğu vakit şimdilerde;her ezan sesiyle birlikte ayağa kalkan eşini gördüğü halde kendisinin ne yaptığını?
Huşuu ve teslimiyetle boyun eğen secde eden kul olmaya çabalayan,secdenin ardından dakikalarca  dua eden biri vardı evinde bir zamanlar.Buna rağmen,kendisinin ne yaptığını düşünüyordu uzun uzun.
Ezan okuyan yanık sesli müezzinin,”haydin namaza,haydin kurtuluşa”
nidasını duyduğu halde geçip giden yıllarda ne işle meşguldü acaba?Neydi kendisini bunca bağlayan isyana,
dünyaya,bütün davetlere rağmen yüz çevirmeye yönelten?
Yine ağrıları arttı,ayak parmaklarına kadar sızlıyor bütün bedeni,bir bardak su içmeye takati yok gibi.
Geçmişte hoyratça harcadığı günlerinin elemi de eklenince üstüne daha bir dayanılmaz oluyor bu ağrılar nedense.
Geçmesi zor olan yılların su gibi akıp gittiği gerçeğiyle en acı
 şekilde yüzleşmekteydi artık.
Sadece mutfakta duruyordu,ne salona nede odasına gitmek istemiyor,
oda ile mutfak arası kendisine çok uzun bir yolmuş gibi geliyordu.
Ama yıllar yılı aksattıkları da hiç aklından çıkmaz devamlı yaşlı beynini meşgul eder olmuştu son günlerde.
Eşinden arda kalan,ilk evlendikleri yılda aldıkları bir boy aynası
 ve eşinin aldığı ilk seccadesiydi.
Yanında yeşil tespihi,üzerinden belki de binlerce zikir çekilmiş imamesiyele duruyordu.
Sabahları uykusundan uyandığında küçük pencerelerinin önünde oturmuş,
eşinin  Kur’an okuyan hali,sessiz sessiz içten kıraati,şimdilerde nedense özlediği hayıflandığı en güzel zaman dilimlerinden biriydi.
Uzun yıllar beraberce yaşadığı eski zaman kadınlarından olan ve güneş
doğmadan uyanan,her sabah namazında gözlerindeki yaşları sofrasına taşıyan,belki bir gün benim eşimde bana benzer
diye dua eden hali şimdilerde yüreğine sokulan bir hançer gibiydi.
Saatlerce gözyaşı dökerek yaad ettiği bu muazzam tablo geri
dönüşü olmayan zamanın en acımasız yanıydı.
Alçak sesle kendisine, eşinin,“ Bey,artık sende biraz dönsen,vakit geçiyor”
dediğini hatırlıyor,benliğinin en ücra köşesine kadar işleyen bu sözler bütün acılarını unutturuyor,
bu kez de pişmanlığın verdiği ezilmişlik dert olarak kendisine yetiyordu.
Daha önce evinin bütün her yanı kendisine açıktı,şimdi ise sadece mutfak,masa,bir sandalye ve gözlerini hiç ayırmadığı seccade,
seccadeye iliştirilmiş yarım asırlık yeşil tespih vardı kendisine ait olan.Böyle düşünüyordu.
Ne kadar geçte olsa,eşinin davetine icabet edebilirdi,başka da
neye ihtiyacı vardı ki?
Yalnızların yakınını yanında olduktan sonra.
Bir ömrü böyle geçirmişti,bir ömrü hiç geçmeyecek sanarak bitirmişti,bitirirken de çok şeyleri yitirmişti.
Şimdilerde çok daha iyi anlıyor,verilemeyecek hesapların
acısıyle ağlıyordu.Keşke diyordu,keşke…
Ama keşkesiz bir hayatı neden yaşamadığını da düşünüp suçu üstüne alarak mecburi bir boyun eğişle gözleri yaşarıyordu.
Belindeki ağrılar,dizlerindeki romatizmalar,
gözlerinin fersiz bakışı geç kalmış kulluğuna yeterince engel
olmaya yetiyor,şeytanın bir ömür bırakmadığı vesvesesi hala
devam ediyordu.
Bir asra çeyrek kalan ömründen geçen zamanın büyülü havası başını döndürdüğünden
dolayı olsa gerek,kendisini,amelsiz defterini eline almış gibi hissediyor,
üzüntüleri daha da artıyordu. Ne açlığı aklında artık nede susuzluğu.
Ne acılarını hissediyor nede ağaran saçlarına bakıyor boy aynasında.
Düşündüğü tek şey var şu günlerde,bir ömür  böyle avare geçti diyor.

alıntı

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Hıdrellez Nedir?

Hızır ve İlyas (a.s)'ın her bahar başlangıcında buluştuklarına inanılan milâdi 6 Mayıs, Rumî 23 Nisan'a rastlayan güne verilen isim. Söz konusu günde Hızır ve İlyas (a.s)'ın buluşarak sohbet ederler ve bu günlerde vakitlerini Allah yolunda olmanın ve birlikteliklerinin verdiği sevinçle kuvvet bulurlardı. Hızır (a.s)'ın Allah'ın lütfu ile dolaştığı yerde yeşillikler çıkar ve çorak yerler çiçeklere bezenirdi. İşte bu olaya dayanarak, halk zamanla bu günlerde buluşup Hızır ve İlyas (a.s) ın geleneğini sürdürmek amacıyla özel anda ve dua günleri tertib eder olmuşlar. Ancak bu zamanla aslî hüviyetinden çıkarılarak günümüzde olan şekliyle Hıdrellez adını almıştır. Günümüzde kullanılan mânası ise; İnsanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti ve bahar güneşinden faydalanma, piknik yapma, stres atma, eğlenme, nişan, düğün, sünnet törenleri tertip etme, uğursuzlukları giderme, adak adama, dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen "bahar bayramı" inancıdır ki tam bir bid'at olarak ortaya çıkmıştır. 


Hızır (a.s) Kur'ân-ı Kerîm'in Kehf suresinde "Kullarımdan birisi..." şeklinde geçmektedir. Veli olduğunu dahi kabul etsek, "İkinci Tabaka-i Hayatta bulunmaktadır. Bu mertebede aynı anda çok yerde bulunmak mümkündür."

İlyas (a.s) İsrailoğulları Peygamberlerinden olup Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Elia" diye zikrolunan Peygamberdir. M.Ö. IX. asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir.
Hz. İlyas (a.s) yada "İlyasîn" şeklinde ismi zikredilen (es-Sâffât, 37/130). Peygamberliği bildirilen "Hiç Şüphe yok ki İlyas gönderilen Peygamberlerdendir" (es-Sâffât, 37/123), şeklinde hitab edilen İlyas (a.s.) İsrailoğullarına Allah'ın elçisi olarak gittiğinde onlar "Ba'l" adında dört cepheli put'a tapıyorlardı. Hz. İlyas'ın bütün gayretlerine rağmen İsrailoğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş Hz. İlyas'ın Peygamberliğini yalanlayarak (es-Saffât, 37/ 124). Onu ülkeleri olan Ba'lbak'ten çıkarmışlardı. Fakat Allah'ın gazabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve İlyas (a.s)'ı geri çağırmışlardı. Ancak tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine İlyas (a.s) oradan uzaklaşmıştır.İlyas (a.s)'ın İsrailoğullarından ayrılması Hızır (a.s) ile buluşması gerçekleşti. Bu buluşma "Hızır İlyas" iken  sonradan Hıdrellez şeklinde değiştirilmiştir.


                                    Halk inançlarında Hıdrellez:

Hızır'da darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıflarını görmek mümkündür. Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır; öküzü arabaya koşmama... vb. gibi İslâm'la çelişen ve din ile ilgisi olmayan inançlara rastlanmaktadır. Aynı şekilde Hıristiyan inancına göre Saint Georges yortusu da bizim halk geleneklerimizle paralellik arzeder ve Hıdrellezle aynı günde kutlanmaktadır. Görüldüğü üzere İslâm'ın Tevhid bilinçliğinden uzak, sahte mitolojik dürtülerin ve şamanist kalıntılarını uzantılarını yansıtan günümüz Hıdrellez anlayışıyla, Hıristiyan Saint Yortusunun paralelliği de göstermektedir ki İslâm dışı her şeye yakınlık duyma ama İslâm'ın gerçek kimliğine karşı çıkma düşüncesinin neticelerini gözler önüne sermektedir.
 


Şu anda geçerli ve yürürlükte bulunan Hristiyan kültürüne paralel olarak İslâm dünyasının Secular rejimlerle yönetilmesi ve bu kültürlerinde İslâm Öncesi mitolojik özelliklerden oluşan geleneksel "Ulusal İslâm" anlayışıyla paralellik arzetmesi, müslümanların tevhidî bilinçlerinden uzak olmalarının bir neticesidir. Şüphesiz ki Allah'ın va'diyle İslâm dünyası kendini değiştirmedikçe Allah'ta müslümanların durumunu düzeltmeyecektir. Allah şöyle buyuruyor; "Kim İslâm'dan başka bir din (hayat Nizamı) ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır: Kendilerine apaçık deliller gelmiş, O Peygamber'in şüphesiz bir hak olduğuna da şahitlik etmişlerken imanlarının arkasından küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir (muvaffak eder)? Allah zâlimler gürûhunu hidâyete erdirmez. Muhakkak Allah'ın Meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerlerinedir. İşte onların cezaları" (Âli- İmrân, 3/85-87).

alıntı

3 Mayıs 2012 Perşembe

En Değerli Değer Yargılarınız Nelerdir?



Toplumda değerli olarak görülen, herkes tarafından değeri kabul edilen
maddi ve manevi din, ahlak, namus, para, mevki, rütbe,makam, vicdan gibi kavramlar vardır. Bunlardan hangisinin diğerlerinden daha iyi, daha değerli olduğu kişilere,
toplumsal yapıya göre değişir. Zamana ve zemine göre kimi değerler alçalır, önemsizleşir, kimi değerler ön plana çıkar, yükselir.
Kimi insanlar değer kazanayım, değerimi herkes takdir etsin derken alçalırlar, kimi de kişiliğini erdem ve özveri gibi değerlerle donatarak gönüllerde taht kurar.
Aşk, sağlık, özgürlük çok değerli şeylerdir ama ne yazık ki değerlerini
onları yitirdikten sonra anlarız.
Bir insan paraya çok önem veriyorsa eğer, para kazanmak için ister istemez başını eğer. Bu da onun değerini düşürür. Başı dik olarak gezmek istiyorsak maddi değerlerden çok manevi değerlere yönelmeli, üç kuruşluk çıkar elde etmek için
beş kuruşluk adamların önünde eğilmemeliyiz.Bir kişinin değeri değer verdiği şeyler kadardır.
İnsani ilişkilerde içtenlik, dürüstlük, dostluk en değerli kavramlardır. Bu kavramlara uyanlar daha çok değer kazanırlar; bencil, çıkarcı, duygu ve düşünce yoksulu kişiler ise var olan değerlerini azalttıkları gibi zamanla dibe çakılırlar.
Değerimiz giyim kuşamla, rütbeyle, makamla artmaz. Ziya Paşa’nın dediği gibi, “altın işlemeli palan vursan eşek yine eşektir” Değerin eski adı kıymettir. Altının kıymetini sarraf bilir.
Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nde ;  “yere düşmekle cevher kıymetinden bir şey kaybetmez diyor.”
Günümüzde ne yazık ki iş ayağa düştü, ayaklar kafanın yerine geçti, değer yargıları
değişti; Bilim ve sanat adamları yerlerde sürünürlerken, futbolcular, artistler, şarkıcılar el üstünde tutuluyorlar, hayranları tarafından omuzlara alınıyorlar. Bilginlerin, sanatçıların değerlerini ancak onlar öldükten sonra anlıyoruz...
En değerli şey nedir sorusu çoğu zaman kafamızı kurcalamıştır. Değer güzellik
açısından ortaya konulduğuna göre, gelin, değerli değerlerimizi bu açıdan dile getirelim:

En güzel köprü; Gönüller arasında kurulandır
En güzel göz ; Her şeye sevgiyle bakandır
En güzel söz; Yalansız olandır
En güzel ateş; Benliğimizi ısıtandır
En güzel çiçek; Sevgiliye armağandır
En güzel ırmak; Dost bahçesine akandır
En güzel ağız ;Gerçekleri konuşandır
En güzel yol; Hasret kavuşturandır
En güzel kol; Zalime karşı kalkandır
En güzel el  ;Bilgiye, kültüre uzanandır
En güzel kapı ;Mutluluğa açılandır
En güzel kalem ;Doğruyu, iyiyi, güzeli yazandır.
---------



2 Mayıs 2012 Çarşamba

TÜRKÜLER ÖZÜMÜZDÜR- YARE SÖYLEME- MUSA EROĞLU





Seher Yeli Bizim Eve Gidersen
Nazlı Yare Küstüğümü Söyleme Söyleme
Ne Hallere Düştüğümü Sorarsa O Yar Beni Sorarsa
O Yar Beni Sorarsa
Bağrıma Taş Bastığımı Söyleme Ona Söyleme
Yare Söyleme

Ağrılar Baş Tutar Ahuzardayım
Mahsur Gibi Çekilmişim Dardayım Dardayım
Gezer Dolaşırımda Bilmem Nerdeyim Nerdeyim
Deli Delide Estiğimi Söyleme Yare Söyleme Ona Söyleme

Belki Bir Gün Çıkar Gelir Diyorlar
Gönül Muradınıda Alır Diyorlar
Seven Sevdiğini Bulur Diyorlar
Umudumu Kestiğimi Söyleme
Söyleme..

MUSA EROĞLU

Işık ışıktır görene, ışıktan köre ne?

     
Bilmeyen ne bilsin seni, Gamlanma deli gönül..
Gönülden anlamayana, Bağlanma deli gönül..
İçi tatlı özlü yemiş, Kırıldıkça ballanır
Sendeki seni koyup, Avlanma deli gönül..

Bu görünen ben değilim, Ben ben dediğim nedir?
Dilimle söz söyleyen, Sözü söyletenmidir?
Baştan ayağa gömleksem, İçimdeki ben midir?
Sureti ben sanıp da, Avlanma deli gönül..

Sinenin içindekini, Aldanıp gönül sanma
Varacağın o menzili, Tesbih, seccade sanma..
Attığın üç beş adımla, Yollar tükendi sanma
Yolların başındayken, Sallanma deli gönül..

Padişaha vasıl olan, Elbet olur padişah
Sırların sırrı onda; La ilahe illAllah..
Görmeyerek yol yürüyen, Bela bulur ahü vah
Sarayda vahdet vardır, Canlanma deli gönül...

Mevlâna 

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...