Türküler ve Hikayeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türküler ve Hikayeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2014 Salı

HEY ON BEŞLİ ON BEŞLİ TÜRKÜSÜ/ HİKAYESİ



Taş döşeli dar yollardan şakırtılı at arabalarının gelip geçtiği demlerde,
Tokat bir dağ içindeyken
Gülü bardağ içindeyken
Yüzü kaleye bakan ahşap evlerden
birinin şenliğiydi Hediye
Adı gibi Haktan Hediye, üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi yazmalı, yazmasının ucu pembe oyalı. Endamı fidandan narince, boyu gül ağacı misali küçücek, alımlı, edalı bir kızcağız. Tokat eşrafından kendi halinde bir ailenin evdeki tek çocuğu.
Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı, içi sırlı küplere asma yaprağı basıldığı aylarda Tahtoba köyünün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin görüverdi onu. Tenhada buluştular, iki gencin yüreciği birbirine ısındı. Çok geçmedi aradan, Tahtoba'dan dünürcüler geldi Hediye kızın evine. Köy ağası babanın biricik oğlu Hüseyin'e istediler onu. "Yaşı küçücek," dedi anası. "Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek." Bekleyeceklerini söyledi oğlan tarafı. "Bizim oğlumuz da yeni yetme... Söz edelim, aht verelim, bekleyelim. Gül yanaklı Hediye bu yaz gelinimiz olur."
Tez büyür kuzu misali kız kısmı da, yuvadan kuş misali kanatlanıp tez uçanı makbuldür. Hele talibi Tahtoba'nın efendilerindense, bol haneye gelin gidecekse, anasının babasının adını saydıracaksa fırsat kaçırılmaz. "Oldu," dedi büyükleri. Hediye'nin ak ellerini bu bahar kınalayacaklardı. Madem insan evladıydı isteyen, hayır işte acele etmek en güzeliydi. Verdiler Hediye'yi bıyıkları yeni terlemiş Hüseyin'e. Şerbetini içtiler, sözünü kestiler. Tahtoba'nın ağası koçlar kurban etti, Hüseyin, endazesi on yedi kuruşa mor kadifeden fistanlık kumaş aldı Hediye'ye. İpek bürüğe bürüdüler genç kızı. Boynuna gümüş hamaylılar, alnına Hamidiye paralar taktılar. Nişan gecesi Tokat'ın kadınları toplandı kız evinde, bakır tepsilerin arkasını tıkırdatarak oynadılar. Kış gelmeden yaprak küpleri basıldı, erik ezmeleri, tarhanalar, sebze kuruları, setikler, yarmalar hazırlandı. Bahar başında toplanıp yazıda kurutulmuş madımaklar çıkınlandı. Kasım yağmurları Yeşilırmak'ı coşturmadan tahtaları kararmış ahşap evlerin dış kapıları kapandı. Baba evinde artık misafir muamelesi gören Hediye çeyiz telaşına düştü. Kış boyu kafesli pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi "Belki Hüseyin'dir" ümidiyle süzerek küçük ellerinin ak parmaklarındaki iğne ile al yazmaları renk renk, çiçek çiçek oya ile çevirdi. Kiraz ağaçları tomurcuğa dururken ürkütücü, korkutucu bir haber yayıldı ortalığa. Ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik, memleketin her köşesinden yine delikanlıları istiyordu. Bu kez sıra yaşı on sekize yeni basmış delikanlılarda... Şehirden şehire, köyden köye haber uçuruldu. Sırtını kayalara dayamış Tokat da titredi bu havadisle. Bin üç yüz on beş doğumlular kışlada toplanacaklar. Karayağız Türkmen delikanlıları kalktı geldi, kara zıpkalı Karadeniz uşakları, ince yapılı dil bilmez Çerkes gençleri beşer onar gruplar halinde akın etti çevre köylerden. Kimini Çanakkale'ye yazdılar, kimini Filistin'e, Yemen'e. İllerini, köylerini bırakıp bilinmedik diyarlara doğru sürdüler atlarını. Kara tren vagonlarına doluştular. Gözü yaşlı duacı analarla sabırlı yavuklular kaldı geride. Ardından bir maşrapa su döktükleri delikanlıları için yanaklarından süzülen gözyaşlarını yazmalarının ucundaki gül oyalarına sildiler. Geride kalan kalbi kırık yavuklular içlerindeki yangını türkü yaptı, on sekizlik yiğitlerin ardından ağlayarak söylediler.
Hey on beşli, on beşli
Tokat yolları taşlı
On beşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı
Tahtoba köyünden bölüğe çağrılan gençlerin arasında Bey oğlu Hüseyin de vardı. Al atını topuklayıp ayrıldı köyünden yaşıtlarıyla birlikte. Tokat'ta, Örtmeliönü'ndeki kararmış tahtalarla kaplı evciğin kapısını çaldı önce. Sözlüsünün ana babasının elini öptü. Göz ucuyla baktı utançtan yüzü kızaran Hediye'ye "Vatan borcunu ödeme zamanı, sağlıcakla kalın. Dua edin çocuklarınız için. Döner gelirsem, ahdimdeyim, çift davullar çaldırıp toy yaparım" dedi onlara. Sonra helallik dileyip ayrıldı Hediye'nin evinden. Başını çevirip tekrar tekrar ardına bakarak sürdü atını.
Gidiyom gidemiyom
Seni terk edemiyom
Sevdiğim pek küçücek
Koyup da gidemiyom
Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan biriydi artık Hediye. Her gece dua ederek baş koyduğu yastığını sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslattı. Günleri saya saya, aylar sonra yerine varabilen sarı zarfların içinden bir hayır haber alma ümidiyle bekleyerek geçirdi mevsimleri. Hasretini nakış nakış döktü iğne oyalarına, dantel perdelere, kilim tezgahlarında dokunan cecimlere. Tokat'ın çıplak dağlarını bembeyaz karlar örttü önce, sonra karlar çağıl çağıl eridi, kuru ağaçlar canlandı, tomurcuklandı, yapraklandı. Asmalar gözyaşı gibi salkım salkım üzümlendi. Kah Batmantaş Köyü'ne bir ateş koru gibi kara haber düştü, kah Yatmış'a, kah Hanpınarı'na... Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla ıslattılar.
Memlekette yangın düşmedik ocak kalmadı. Eli yüreğinde uyandı her sabah Hediye. Komşu kadınlara rüyalarını tabir ettirdi. Mahzun mahzun yollara bakıp bir haber bekledi kara yağız Hüseyin'inden. Uçup giden turnalardan haber umdu. Sabah esen serin rüzgara selam asıp yolladı. Çok mu uzaktı bu Yemen dedikleri yer? Şu çıplak dağların ardına gitse bulur muydu yarini? Buluverse al kanlı yarelerini sarar mıydı pembe çevirmeli ipek mendiliyle? Gece gündüz binbir kuruntuyla içi içini yedi. Bir o değil, koca Anadolu'nun anaları, yavukluları vakti belirsiz bir dönüşün ümidiyle dua edip bekliyordu. Bekleyiş derde dönüştü. Gelen her şehadet haberiyle kavuşma ümidi biraz daha kırıldı. Analar, askere gitmiş babalarını soran bebelerine "Az kaldı dönecek" derken ciğerleri sızım sızım sızılar oldu.
Seneler geçiverdi yüzlerde çizgi bırakarak. Yiğitsiz kalmış evleri bekleyen köpekler yabancıya ürümez olmuştu artık. Dağlarda eşkıyalar peydahlandı. Asker kaçakları, arsızlar, hırsızlar kol gezmeye başladı ortalıkta. Bir gün falanca köyden baskın haberi geldi, bir gün filanca köyden. Ansızın uğratmışlar evleri. Para eder her şeyi toplamışlar, cepheye gitmiş yiğidinin yasını tutan taze gelinleri dağa kaldırmışlar, ıssıza çökertmişler. Hükümet baş edemiyormuş artık onlarla. Şehirlerde kasabalarda kimse kimsenin selamını almaz olmuş. Güven diye bir şey kalmamış.
Hediye'nin anasıyla babası yanlarına çağırdı kızlarını. Utana sıkıla açtılar endişelerini ona.
"-Kara yazgılı kızım, bilirim beklediğin var ama işte seneler geçti. Dört kış, dört yaz bitti bir haber yok Tahtobalı Hüseyin'den. Böyle susup beklemekle olmaz. Haberini alıyoruz, nice yiğitler de şehit oldukları halde evlerine haber uçurulmazmış. Kim gitti de geri geldi ki bu Yemen denilen ilden? Devletimiz her gün il il geri çekilirmiş. Askerden hayır haber beklemenin manası yok. Biz artık kocadık, sana sahip çıkamayız, namusundan endişeliyiz. Yazma ustası Emin Efendi sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz. Emin Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın olacak. Biz gitmenden yanayız. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sen de. Dönüp dönmeyeceği bilinmeyen bir yavukluyu beklemekle olmaz."
Bahtsız Hediye yaşın yaşın ağlayarak çıkardı parmağındaki söz yüzüğünü. Ana babasının isteğine olmaz diyecek kız yoktu ya o zamanlar, kötü yazgısını kabullenip oturdu Hediye. Birkaç hafta sonra sessiz bir törenle Dimorta Hanı'nda yazmacılık yapan altmışına gelmiş Emin Efendiyle nikahladılar onu. Son güne kadar Hüseyin'in döndü haberini alma ümidiyle bekledi kızcağız. Türküler mırıldanıp pencere kafeslerinin önünde ağladı, ağladı.
Gidiyom işte ben de
Bir arzum kaldı sende
Ayva oldum sarardım
Din iman yok mu sende
Çifte davullu toy hayallerine yandı Hediye. Gelin kınası görmemiş küçücük elleriyle sildi gözyaşlarını. Yüzünü birkaç kez görüp yüreğine nakşettiği Hüseyin'in yasını tutmasına fırsat olmadan, sırma işlemeli al bindallı giymeden gelin olup Emin Efendi'nin evine girdi.
Rengarenk Tokat bezlerine tahta kalıplarla desen vuran yazma ustalarındandı Emin Efendi. Uzun beyaz sakallı, yün papaklı, vaktinden önce çökmüş bir koca esnaftı. Yamrı yumru elleriyle yazmaları desenledikten sonra Meydan Camisinde namazını eda etmeden evine gelmeyen bir yalnız adam... Önceki evliliğinden olan çocuklarının her birinin şehitlik haberi gelmişti çeşitli cephelerden. Değil Hediye kızın tazeliğini, dünyayı armağan etseler içinde ölen yaşama sevinci dirilesi değildi.
Hediye kız bu kocamış erin evinde vakitsiz ayazlarla çiçekleri dökülmüş bir kiraz ağacı gibi mahzun ve kederli Hediye kadın olup çıkıverdi.
"Hayalde gör, düşte gör hele bir de düş de gör" demiş ya eskiler. İnsanın işi bir kez ters gitmeye görsün, nasıl da yağar başına belalar yağmur misali. Yüzünü güzel yaratmıştı Mevla ama talihi kötüydü Hediye kızın. Yaşlı da olsa kadrini kıymetini bilen, başına kapak olan, namusuna sahip çıkan erini Azrail alıp götürdü çok geçmeden. Daha evleneli bir yıl olmadan dul kaldı Hediyecik.
Aniden uçuverdi Emin Efendi.
Bir öğle üzeri kapıyı çalan kalıpçı çırağı "Yenge, Emin Emmi öldü!" diye haber getirdiği zaman felaketi bir çığlıkla karşıladı. Tokat'ın örfüydü ya, cenazeyi hemen hazırlayıp bekletmeden defnettiler.
Vakitsiz açılan güllere döndü Hediye. Tazecik yüzünü zamansız soldurdu kötü kaderi. Şad olup gülmeden yas bağladı, gelinlik giymeden dul kaldı. Çiçek açmadan hazan olmuş dallar misali, yeşillerden allardan soyunup karalara büründü. Tokat'ın orta yerinde Yeşilırmak çağıl çağıl akarken, Hediye kadın gözyaşı akıtıp oturdu köşesinde. Ölüm acısı geçip yasını unutmadan yalnızlıkla başbaşa kaldı bahtsız kız. Emin Efendi'nin malının mülkünün idare edilmesi gerekliydi. Yaşlı adamın bıraktığı çarkı tek başına çevirmeliydi. Yuvasını bırakıp babaevine dönse evini ocağını ne yapacak? İyi kötü benimsemişti yeni hayatını. Hem babaevine sığmadığı için evlendirmemişler miydi onu. Kocasından kalan malın mülkün icarıyla geçinip giderdi. İbadet edip ölümü beklemekti bundan sonra ona düşen. Ne Haktan, ne hükümetten korkusu kalmamış azgın çeteler koymadı Hediye'yi yasıyla başbaşa. Şehrin kıyısında kocaman bir konakta tek başına yaşayan bu taze dulda çokça para olmalıydı. Hem kimi kimsesi yok. Koruyanı, sahip çıkanı bulunmayan bu kadıncağızın malına mülküne el koymak kolaydı.
Ay karanlık bir gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne vardılar. Bakır kapı tokmağını tıklattılar yavaşça. Masum kadın kapıyı açmaya korkunca omuzladılar hep beraber. İçeri daldılar azgın kurt misali. Sepet sandık dağıttılar, feryadına kulak vermeyip sırtladılar Hediye'yi. Hoyrat eller dağdan dağa dolaştırdı onu. Zorla sahip oldular, kirli elleriyle birbirlerine sundular, kalaylı siniler üzerine çıkartıp el çırparak oynattılar. Nice zaman sonra gönülleri geçti kızdan. Bastıkları başka köylerden başka talihsiz tazeleri görünce bir sabah atın arkasına atıp Tokat'a getirdiler onu. Tan yeri kırmızı bir utanç içindeyken Takyeciler Camii'nde sabah namazından çıkan yaşlılar kaldırıma düşmüş bir kız buldular. Üstü başı yırtılmış ağlayan biçarenin başına toplanıp konuştular da biri el uzatıp "kalk" demedi.
Tokat yolu kaldırım
Düştüm beni kaldırın
Sevdiğimin uğruna
Vurun beni öldürün
Yazmacı Emin Efendi'nin hanımı Hediye'nin adı kötü kadına çıktı gayri.
Yemen'den Çanakkale'ye nice kez ciğer delici kurşunlara uğrayıp ihaneti, zulümeti, açlığı, hastalığı yaşayıp da geri dönen olur mu?
Hak Teala kulun alnına ölümü yazmayınca olur işte.
Gözü yaşlı Anadolu'nun "Giden gelmiyor" diye türküler yaktığı cephelerde kah vuruşarak, kah esir düşerek seneler geçiren Hüseyin dağın taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında çıkıp geliverdi memleketine. Tahtoba'dan savaşa yollanmış bin üç yüz on beş doğumlu yirmi delikanlıdan bir o sağ kalmıştı. Yüzü yaylaya bakan, içinden boz bulanık seller akan köyün girişinde madımak toplamaya koyulmuş tazeler tanıyamadı gelen bu hırpani kılıklı adamı. Köpekler seğirtti üzerine. Köyün yamacında durup dağa taşa ünledi sesinin yettiğince. "Benim ben. Memleket aşırı diyarlarda vuruşmaya gönderdiğiniz Hüseyin'im ben. Hak alnıma yaşa yazmış, kaderde size kavuşmak varmış, döndüm... Emmi dayı kızları, yad el değil bu gelen. Bey oğlu Hüseyin'im ben." Köyün genci yaşlısı kuşattı çevresini, boynuna boğazına sarılıp ağlaştılar. Ardına düşüp eve götürdüler onu. Yolun otu çiçeği sarıldı yorgun ayaklarına. Ağsıvayla sıvanmış bahçe duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak oldu Hüseyin'in anası. Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferini tükettiği gözlerinden çok yüreğiyle tanıdı oğlunu. Kollarını açıp "oğlum" diye öyle bir inledi ki dağ taş yankıya durdu. Tahtoba köyü şenliğe başladı o gün. Savaşa yolladıkları yirmi civanın yerine geriye dönen bu bitkin genç için toy vuruldu, düğün kuruldu, kurbanlar kesildi. Anası başındaki kahır kasnağını çıkardı, bacıları al güllü elbiseler giydi, duyup öğrenen herkes görmeye geldi.
Seferberliğe giden de geri gelirmiş demek.
Bekledi Hüseyin. Susup bekledi birilerinin Hediye'den bahsetmesini. Ne anası, ne bacısı adını anmadı gelinlerinin. "Yoksa ahdini bozup kocaya mı verdiler sözlümü?" diye bir kuruntu zihnini yakıp geçti. Olamazdı ama, söz vardı ortada. Hem ailesi verecek olsa da yavuklusu çiğnemezdi yar hatırını. Dayanamadı, töreyi bozup sordu sonunda.
-Ana, Hediye'm nasıl?
Gözlerini oğlundan kaçırıp başını iki yana salladı anası. Birilerine ilenerek döğündü.
-Hediye'yi sorma oğul. Kız kısmı bunca sene durur mu? Uçurdular yuvadan, alıcı kuşlar kaptı onu.
Anlayamadı Hüseyin. Nişan yapıp, şerbet içip söz vermişti Hediye'nin ana babası, nasıl uçururlardı yuvadan. Anasının ağzından daha fazla laf alamayacağını anladı. Üzerine fazlaca gidemedi ama binbir türlü kuruntuyla geçirdi geceyi. İçi içini yedi sabaha kadar. Memleketini bıraktığı gibi bulmuştu da insanlar ne denli değişmiş, ne denli kocamış ve eksilmişlerdi.
Sabah Tokat'a giden bir at arabasına binip Örtmeliönü'ndeki ahşap eve geldi. Kalbi pıtır pıtır atarak sekiz yıldır kavuşmayı düşlediği yavuklusunun evini seyretti uzaktan. İşte bir çok şey bıraktığı gibi duruyor. Gözeler şarıldıyor yol ortasındaki arktan. Hediye'nin bahçesindeki kirazlar da çiçek açmış. Evin kafesli penceresinden yavuklusu onu seyrediyordur belki de. Siyah perçemleri lal yanağını gölgeliyordur. Öyleyse ne demek istemişti anası? Bakır kapı halkasını vurdu elleri titreyerek, içerde ses soluk yok, bir daha denedi, yine cevap veren olmadı. Geri çekilip pencerelere baktı, kimsecikler görünmüyordu.
Karşı evin önünde kendisini seyreden bir adama sordu.
-Evdekiler nerede?
-O evdekiler buradan ayrılalı çok oluyor.
-Nereye gittiler ki?
-Geyras'ta bir çiftliğe...
-Ya Hediye?
-Hediye'ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat'ta. Kötü yola düştüydü yosma. El elinde eğlence olduydu. Laf söz ettiler çevreden. Gözümle görmedim ama birileri alıp götürüyormuş bazan. Ana babası utancından terk etti buraları zaten. Hediye de alıp başını gitti. Dedikoduya dayanamadı dediler. Hatta giderken söylediği mani kızların dilinde.
Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden
Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamıştı Hüseyin. "Er başına iş gelir" demiş ya atalar. Böylesi iş de gelirmiş demek. Eli ayağı kesiliverirmiş insanın, yıldırım çarpmışçasına yanarmış demek.
Karşısındaki adamın anlattıklarını duymuyordu artık. Sekiz yıldır yüreğinde muhabbetini sakladığı, uğrun uğrun hasretini çektiği yavuklusunun sesi kulaklarında çınlıyordu. Savaşa giderken vedalaşmaya geldiğinde pencerede beliren gölgesiyle hatırlıyordu onu. Cephede üzerine top mermisi düşüp parçalanan dostları geldi gözlerinin önüne. O mahşerin içindeyken bile ölümü istemeyen delikanlı böyle bir haberle ölüden beter hale gelirmiş demek.
-Ah dönmez olaydım sılaya. Başımın üzerinde vızlayan kurşunlardan biri yüreğimi parçalasaydı keşke. Canlı canlı kumlara gömülen dostlarımın içinde ben de olaydım. Geri dönmeye sevinmek ne gafletmiş meğer, diye inledi.Ardını döndü konuştuğu adama. Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğit, omuzları düşmüş bir şekilde döndü köyüne.
Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi on yediye
Az mı geldi gönderdiğim hediye
Bundan böyle Hüseyin'e bahtsız yiğit dediler. "Sevdiceği hoyrat ellerde dolaşırmış, yarine haram olmuş" dediler. Örtmeliönü'nün nazlı güzeli, yüzü hiç gülmeyen bir kadın olmuş. Sekiz yıldır hasretini çeken yavuklusu kan kusar olmuş da yabanın destursuzu safasını sürermiş.
Aldı başını gitti Hüseyin. Hediye gibi onun da nereye gittiğini bilen çıkmadı.

Bereketli elleriyle kızgın saç üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan kokulu Türkmen kadınları bir türkü mırıldanır ki nağmesini duyan, içi gençlik dolu bir kızın mutluluk bestesi sanır onu. Bilinmez ki dünyanın yedi köşesinde gök ekin misali tutam tutam biçilen Anadolu evlatlarının yasıdır bu türküde anlatılan. Çok değil iki nesil önce al fistanlı bir yosma, çakır gözlerinden akan kanlı yaşı gelin kınası görmemiş elinin tersiyle silip söylerdi bu türküyü. Irmaklar gibi çağıl çağıl ağlardı söylerken. O da kayıplara karıştı Tokat'ın yitirdiği yağız yiğitlerle beraber. Hediye, Haç Dağı'nda yatan kırk kızlar kadar meçhul artık.
Cepheden dönen Hüseyin bir daha yavuklusunun yüzünü görebildi mi? Gördü ise nerede karşılaştılar ve savaşın kolsuz kanatsız bıraktığı bu insanların yaşamında bundan sonra ne oldu? Bütün bunları bilmiyoruz. Tarihler yazmadı savaşa giden gençlerin geride bıraktığı yüreği yaralı kızların acısını. Onların hatırasını yaşatacak anıtlar dikilmedi hiç bir yere. Kara sevdalı gençlerin her biri yaşadı, kocadı, dünyayı terk etti ama halkın hafızası o felaket günlerinde solup gitmiş gülleri canlı tuttu.


Yararlanılan Kaynak: Türkü Öyküleri - Hulusi Üstün, Pozitif Yayıncılık, İstanbul 2003

17 Ekim 2013 Perşembe

Gesi Bağlarında Dolanıyorum Türkü Hikayesi



Gesi Bağları’nda dolanıyorum
Yitirdim yarimi (anam) aranıyorum
Bir çift selamına güveniyorum
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim
***

Bu hüzünlü türküyü muhtemelen hepimiz bir şekilde dinledik..Bazı yerlerde her ne kadar oyun havası tarzında çalınsa da özünde bir kadının feryadıdır, kendisini bırakıp giden sevdiğine ve gurbete gelin gönderen ailesine... Kadın olmak her dönemde zordur, özellikle de onlarca yıl önce kadının birey olarak değer görmediği yıllarda Anadolu’nun bir köyünde ailesinden sevdiklerinden ayrı bir kadın olmak… Hikayemize konu olan kadın da bu tarzda zorluklar karşısında feryadını bir türküyle dile getirmiş ve yıllar boyu aynı acıları çeken insanların hislerine tercüman olmuş. Ayrılık acısını dile getiren en güzel türkülerden birisidir “Gesi Bağları”…
Gelelim hikayemize…
Bundan yıllar önce, insanların yolculukları binek hayvanları ile uzun sürelerde yaptığı, elektriğin, telefonun, motorlu ulaşım araçlarının olmadığı devirlerde, insanlar için hayat günümüzdeki kadar kolay değildi. Teknolojinin getirdiği günümüz imkanlarının bir anda olmadığını düşünün… Günümüzde temel ihtiyaç olan çamaşır makinesi, buzdolabı, elektrikli süpürge, cep telefonunu bırakın telefon bile yok… Saatler hatta dakikalarla ifade edilen sürelerde gidilebilen yerlere gün ya da günler süren yolculukla türlü tehlikeleri göze alarak gidilebildiğini düşününün. Ne kadar zor değil mi? Özellikle genç nesiller için temel ihtiyaç olan ve kolaylıkla aileleri tarafından alınan cep telefonlarının olmadığını bile düşünmek en büyük işkencedirJ İşte öykümüz hayatın teknoloji nimetlerinden yoksun olduğu ancak insan ilişkilerinin, toplumsal dayanışmanın yeterince önemli olduğu, bu dönemlerde geçiyor…
Geçmiş dönemlerde bir ailede kız çocuğu doğduğu zaman ona ölü gözüyle bakarlarmış. Zira o dönemlerde bu çocuk büyüdüğünde başka bir eve gelin gidecek ve belki ailesi ile bir daha hiç görüşemeyecek… Kendi evinde misafir, gelin gittiği evde ise yabancı olarak, dışarıdan gelen “gelin” olarak muamele görecek… Bir mecliste sessizlik oldu mu “kız doğmuş gibi neden sessizsiniz” denmesi ya da her tarafın ışıklandırıldığı bir ortamda “oğlan doğmuş gibi neden her taraf yanıyor” denmesi kız çocuğunun daha doğarken kaderinin ne olacağını gösterir gibidir.
Vaktiyle köyün birinde kaderi daha doğarken yazılan bir kız çocuğu dünyaya gelir. Kendisi için hiç de kolay olmayan bir dünyaya gözlerini açar. Genç kız olup evlenecek çağa geldiği zaman ise Gesili bir delikanlıya gönlünü kaptırır. Delikanlı da onu beğenir. İki gönül bir olunca büyükler yola düşer. Delikanlın ailesi Gesi’den kalkıp kızın köyüne gider ve kızı isterler. Adetler töreler derken düğün günü gelir çatar. Bir yanda sılası bir yanda sevdiği… Yüreğe söz dinletmek zordur. O da dinletemez ve gönlünün açtığı yola seve seve koyulur ve düşer kocasının peşinden Gesi yollarına…
Gesiye girerken yollar ayrıldı
Bindim arabaya başım çevrildi
Selvi saçım sol yanıma devrildi
Ölüm olamasın ayrılık olsun
Bize sebep olan içten vurulsun
İlk günler, cicim ayları, elbette her evlilikte güzeldir. İlk zamanlar sevdiği yanında mutlu bir hayat sürmeye başlar. Yaşamak için yemek, yemek içinde para gerekli.. hayatın idamesi için çalışmak gerekli. Eğer ekip biçecek toprak da yoksa insan gurbete mahkumdur. Sevdiği de evin erkeği, çalışmak zorunda… para kazanmak zorunda… mecburen evinden ayrılıp çalışmaya gurbete gider. Elleri kınalı taze gelin, her ne kadar durumdan mutsuz olsa da, kaderine boyun eğer.
Gesi bağlarının gülleri mavi
Ayrıldım yârimden gülemem gayri
Alımı yeşilimi giyemem gayri
Yas tutsun ellerim kına yakamayayım
Kör olsun gözlerim sürme çekemeyeyim
Ayrılığın ilk günlerinde yaşama hevesini canlı tutan yar mektupları gelin kıza taze kan olur.. Ancak gel zaman git zaman sevdiğinden gelen iki satır mektuplarında ardı kesilmeye başlar.
Gesi bağlarında has nane biter
Bana bir hal oldu ölümden beter
Sevdiğimin ettiği canıma yeter
Yaz yaz mektubu postaya bırak
Varamam yanına yollar uzak
Sevdiğinin yadigarı çocuk da dünyaya gelince hayat evli, çocuklu ve yalnız bir kadın için tüm zorluklarını göstermeye başlar…
El kadar anlımda türlü türlü yazım var
Evvel başımdı şimdi körpe kuzum var
Bir rivayete göre kocası gurbette vefat eder, bir başka rivayete göre de başka bir kadınla evlenip hayatına orada devam eder. (Türkünün özgün metninde buna dair bir ibare bulunmamaktadır.)
Kocasından haber alınamayınca, kocasının ailesi ile yaşamaya da mecbur kalır. Çünkü köyüne gidemez artık, kız çocuğu evine geri ancak kefeniyle dönebilir… Bir de çocuk var.. ya çocuktan ayrılık ya da her türlü cefaya katlanmak… Hani dedik ya kadın kendi evinde misafir, gelin gittiği evde de sonradan gelen yabancı olarak hayatını sürdürmeye devam eder diye. Ancak bu yabancı olma halini kocasının ailesi de fazlasıyla hissettirir. Bir yandan kayınvalidesi, diğer yandan kayınbabası ona hayatı zindan ederler. Ancak o tüm olan bitenleri alın yazısı olarak nitelendirir...
Gesi bağlarında gülünen çayır
Ana ben ölüyorum başını çevir
Kaynatam imansız güveyin gavur
Ne diyeyim ağlayayım alın yazısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı
Daha sonra ona ne oldu bilinmiyor ancak feryadını tüm insanlığa miras bıraktığı türkü ile dillendirmeyi başarmıştır. Anadolu insanı bu türküyü ondan almış, onu ve türküsünü bağrına basmış, ölümsüzleştirmiş. Ondan sonra bu acıları yaşayan herkes için adeta bir marş olmuş ve üzerine kendi acılarını ekleye ekleye türkü bu günlere gelmiştir.

Türkünün mevcut 104 kıtası bulunmakla birlikte bunun çoğunluğu aynı acıları paylaşan insanlar tarafından eklenmiştir.


Yöresi : Kayseri
Kaynak Kişi : Ahmet Gazi AYHAN
Derleyen       : Mehmet KAYA

10 Haziran 2013 Pazartesi

Yemen Türküsü- Hikayesi

Yemen (Bir Alay Askerdik)
1839 yılında Aden'i ele geçiren İngiltere Yemen halkını Osmanlı yönetimine karşı kışkırtmaya başladı. 1871'deki Yemen isyanını bastırmak için İstanbul hükümeti bir ordu gönderdi. Harekat 1873 yılına kadar sürdü. Bir çok vatan evladının kanı pahasına isyan bastırıldı.
Yemen'in dağlık kesiminde yaşayan Zeydiler, Osmanlı Devleti'ne düşmandılar. Kendi imamlarının yönetiminde yaşamak istediklerini öne sürerek 1889 yılında isyan ettiler. Hicaz valisi Müşir Ahmet Feyzi Paşa tarafından bastırılan isyan neticesinde Feyzi Paşa Yemen'e hakim oldu. Bir süre temin edilen asayiş, 1895'te Zeydiler tarafından çıkartılan ikinci bir isyan ile tekrar bozuldu. Hüseyin Hilmi Paşa'nın komutasındaki Osmanlı ordusu iki yıl süren şiddetli mücadele sonunda isyanı bastırabildi. Yemen'de otoritesi zayıflayan Osmanlı, zaman içinde burayı terk etmek zorunda kaldı.
Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şu Yemen'de can verenler
Biri Mehmet biri Memiş
Yemen savaşlarında Anadolu'dan gönderilen vatan evlatları çok kayıplar verdiler. Yemenlilere Türk askerinin koynunda Osmanlı parası aratan İngilizler, para çıkmayan şehit düşmüş Türk evlatlarının karnını yardırıp sarı lira arattılar. Yemen, Anadolu insanı tarafından gidip geri dönülmeyen, adeta bir cehennem olarak nitelendirilmeye başlandı. Anadolu yiğidi buralarda Arabın ihaneti, açlık, mühimmatsızlık nedeniyle eridi gitti. Birçok gelin, kız, sevdiğini, ana-baba fidan gibi evlatlarını bu hain topraklarda yitirdi. Küçük körpe yavrular babasız kaldı. Aşağıdaki türkü o günleri yaşayan Anadolu insanının yüreğinde kopan bir acı feryattır.
Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne figandır
Şu Yemen elleri nede yamandır
Adı Yemen'dir
Gülü dikendir
Giden gelmiyor
Acep nedendir
Kışlanın önünde redif sesi var
Açın çantasını acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var
Burası Huş'tur
Yolu yokuştur
Giden gelmiyor
Acep ne iştir
Mızıka çalındı düğün mü sandın
Yemen'e gideni gelir mi sandın
Kahpe Yemen yari elimden aldın
Adı Ali'dir
Nazlı yarimdir
Giden gelmiyor
Nasıl ölümdür
Anadolu insanının kolay kolay belleğinde silinmeyen Yemen faciası bir çok türkü ve ağıda konu olmuştur. Kırşehir'den gidip Yemen'de şehit olanlar için, Kırşehirli Âşık Hüseyin ile Âşık Said'in söylemiş olduğu türkülerin mısraları oldukça düşündürücüdür.
Yemen 1

Bir alay askerdik bindik gemiye

O gemi götürür bizi Yemen'e
Şükür o Yemen'de geri dönene

Yemen'e de benim ağam Yemen'e

Ateş düştüğü yeri yakar kime ne

Susmuş konuşmuyor ağzında dili

Yirmisinde solmuş tomurcuk gülü
Ne yaman yer imiş Yemen'in çölü

Yemen'e de koç yiğidim Yemen'e

Kendim ağlar kendim söyler kime ne

Kalkmıyor sırt çantam cephanem ağır

Kimimiz kör olduk kimimiz sağır
Her yana oynuyor İngiliz gavur

Aman padişahım imdat Yemen'e

Şu Yemen'in gailasi bize ne

Yemen'de de kara haber geliyor

Nice koç yiğitler telef oluyor
Hain Arap arkamızda vuruyor

Türk uşağının kanı akar Yemen'e

Analar bacılar ağlar kime ne

Hüseyin akıtır kanlı yaşını

Bit pire üşüşmüş yiyor döşünü
Akbabalar konar oyar başını

Gitti gelmez ağam emmim Yemen'e

Ölen ölür kalan sağlar kime ne
***
Yemen 2
Yemen nere sıla nere
Dağlar girdi ara yere
Yitirmedim umudumu
Gözlüyorum Memet gele

Yemen bizim neyimize

Figan düştü evimize
Çocukların yetim kalır
Sen güvenme beyinize

Yemen yolu çukur olur

Karavanam bakır olur
Zenginimiz bedel verir
Fakirimiz asker olur

Kalmadı anayın sabrı

Taş kesti babayın bağrı
İnsafa gel padişahım
Gönder Memet'imi gayrı

Başta kalpak soldu m'ola

Gün vurdu da uldu m'ola
Memed'imin gözlerine
Karıncalar doldu m'ola

Güvenme Arap hayına

Ateş atar ocağına
Yemen'e gittin gideli
Oğul gelmez kucağıma

Yavruların zarleniyor

Bu hasretlik külleniyor
Küçük körpe Hüseyin'in
Babam diye dilleniyor

Yemen 3

İstanbul'da bindik derya yüzüne
Hasret ile figan indi gözüme
Dinleyin kardeşler bakın sözüme
Aman kaptan gidiyok mu Yemen'e

Yemen'den karalı haber geliyor

Nice yiğitlerde hasret ölüyor
Şen İstanbul gerilerde kalıyor
Aman kaptan iyi bakın dümene

Deniz üstü kara duman bürüdü

Nice yiğit ölümlere süründü
Kırk yedi gün Yemen çölü göründü
Arkadaşlar işte geldik Yemen'e

Durmadan söylüyor Said'in dili

Bahçeler açtı mı kırmızı gülü
Neye mahzur derler Yemen'in çölü
Kendin ağlan kendin gülen kime ne
Kaynak: Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, III. İst. 1985, s.259; D. M. İsa Salahiye, El-Osmaniyim fi Cenubi'l-Cezireti'l Arabiye, 1977. Yemen Salnamesi, Sana 1324; Prof. Dr. H. Dursun Yıldız, Büyük İslam Tarihi, Çağ Yay. İst. C.12, s.123; Baki Yaşa Altınok, Âşık Hüseyin, 69, Ocak Yay. Ank. 2000, s. 68; Muzaffer Ergün, Toklumenli Aşık Said, Kırşehir Basımevi 1938, s. 10; Öyküleriyle Kırşehir Türküleri, Destanları, Ağıtları - Baki Yaşa Altınok, Oba Yayıncılık, Mayıs - 2003, Ankara, s.161-162-163-164-165
http://www.turkudostlari.net/hikaye.asp?turku=18261

Not; Atatürk'ü ağlatan ve  "Yemen ellerinde Türk çocuklarının ne işi vardı? dediği  Yemen Türküsü'nün hüzünlü hikayesi...

27 Şubat 2013 Çarşamba

Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz ...



Fon Müziğini kapatmayı unutmayalım lütfen..
Türkünün hikayesi şöyle....
Rize'nin şimdiki adı Portakallık olan Haldoz mahallesindeki bir düğünde kardeşinin bıçakla karnından yaralanması üzerine, kendisine haber verilen Sandıkçı Şükrü olay yerine giderek kardeşini kanlar içinde bulur ve kardeşini yaralayan Abdi Ağa'nın uşağını (bir rivayete göre de Abdi Ağayı) orada vurur.
Bu olay üzerine hapishaneye düşen Sandıkçı Şükrü bir süre sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte hapishaneden kaçar ve dağa çıkarlar.
Sandıkçı Şükrü, dağa çıktıktan sonra, yönetimle işbirliği yaparak kendisini hileyle zehirlemek isteyen biriyle karısı Fadime'yi elinden almak isteyen başka birini öldürür. Sandıkçı Şükrü'nün adı bu olaylardan sonra daha da yaygınlaşır. Fakirlere bir şey yapmaması zenginlerle mücadele etmesi yüzünden halk tarafından da sevilir ve desteklenir. Bu ve benzeri erdemleri yüzünden kendisine yardım edenler günden güne çoğalmaktadır.
Sandıkçı Şükrü'nün türküde adı geçen Perilizade adında zengin birine haberler göndererek, yoksullara mısır dağıtmasını istediği, yoksa kendisini cezalandıracağı tehdidinde bulunduğu söylenir. Nitekim Sandıkçı Şükrü'nün isteğini yerine getirmeyen Perilizade'nin mısırlarını adamlarına toplattırdığı ve yoksullara dağıttırdığı yaşlılarca da anlatılır.
Rize'nin Camiönü (Arkotil) mahallesinden Hüseyin Kutlu adında Sandıkçı Şükrü dönemine yetişmiş bir yaşlı "Çevrede başı belaya giren Sandıkçı'nın yanına geliyordu. Sandıkçı hem geleni koruyor, hem yardım ediyordu" diyor.
Kardeşiyle birlikte, türküde adı geçen Urusba (şimdiki adı Uzunkaya) köyünde eski bir kahvede otururken, zaptiyeler çevresini sararl. Zaptiye Çavuşu Abbas Çavuş Sandıkçı'nın teslim olmasını ister, ancak Sandıkçı kabul etmeyerek Abbas Çavuş'tan çekip gitmelerini ister. Zaptiye Çavuşu da bunu kabul etmeyince aralarında  çatışma çıkar. Sandıkçı ve kardeşi Zaptiye Çavuşu ile birkaç zaptiyeyi öldürerek  dağa kaçarlar.
Sandıkçı Şükrü'nün bu olaydan sonra bir ara yakalanıp zincire vurularak batıya gönderildiği fakat kapatıldığı yerden atlayıp Rizeli sandalcılar tarafından kurtarıldığı anlatılır. Sandıkçı Şükrü'nün Sinop kalesinde tutukluyken denize atladığı ve kurtulduğu anlaşılıyor.
Sandıkçı Şükrü'nün yakalanmaması ve her geçen zaman içinde daha çok halk desteği sağlaması üzerine Trabzon Valisi Kadir Paşa önemli sayıda adam toplayarak Sandıkçı'nın üzerine gönderir. Sandıkçı'nın üzerine gönderilen süvariler, Kolcu kayıklarının Reisi Varilcioğlu Sadık'ı da yanlarına alırlar. Sandıkçı Şükrü Of ilçesinin İkizdere köyü yakınlarındaki Sanlı adlı bir mezrada bir yaşlı kadının evinde otururken ihbar edilir ve etrafı atlı birliklerce  sarılır. Varilcioğlu da yanlarındadır.
Sandıkçı Şükrü teslim olmak istemez lakin eskiden tanıştığı Varilcioğlu Sadık, teslim olursa öldürülmeyeceğini söyleyerek onu ikna eder. Sandıkçı Şükrü de buna inanarak  teslim olur. Fakat Varilcioğlu ile zabtiyeler teslim olarak önlerinde yürüyen Sandıkçı Şükrü'yü arkadan kurşunlayarak öldürürler.
Sandıkçı Şükrü'yü doğrudan gören ve tanıyan Refii Cevat Ulunay, ondan "Yaptıklarına pişman olmuş, fakat affedilmeyeceğini bildiği için teslim olmayan mert bir insan" olarak sözediyor.
1843-1909 yılları arasında yaşamış Rizeli Kahya Salih adında dinci ve tutucu bir şairin de Sandıkçı Şükrü'yle ilgili bir destanı bulunuyor. Karadeniz Türkçesiyle yazılan destanda "Şükri dedikleri bir merd eşkıya"nın "Devlet hükümatina" kurşun attığı için öldürüldüğü anlatılıyor.

Kaynak; Anonim

Türkünün  Sözleri.
Sene 1341 nevsime uydum
Sebep oldu şeytan bir cana kıydım
Katil defterine adımı koydum
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
Sen üzülme anam dertlerim çoktur
Çektiğim çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
Çok zamandır çektim kahrı zindanı
Bize de mesken oldu sinop'un hani
Firar etmeyilen buldum amanı
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç gün üç gece göründü Rize
Karşı ki dağlardan gel oldu bize
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
Bir yanımı sardı müfreze kolu
Bir yanımı sardı varilcioğlu
Beş yüz atlıylan kestiler yolu
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz
 Genel anlam itibari  ile eşkiyalık  zorla ve hile ile başkasının hakkını-hukukunu gasp eden, yasa ve kural tanımayan kişi ya da kişiler için kullanılan bir ifadedir. Bunları yapanlara da eşkıya denir. Diğer bir ifade ile  genellikle bizim kuşaktan olanlar iyi bilir, bir zamanlar tıpkı hikayemizin kahramanı Sandıkçı Şükrü gibi dağda eşkıyalık yapan ancak fakir fukara insanlara dokunmayan kimseler de vardı...Bunların hedeflerinde varlıklı ağalar, zulüm yapan feodal güçler vardı...Bu nedenle bazen bu klasik eşkıyalar, “halk kahramanı” ya da “kahraman eşkıya” olarak da anılırlardı...Hikayemizin acıklı sonundan anlaşıldığı gibi, her ne amaç için olursa olsun; baskı, zulüm, ve zorbalık ile elde edilmek istenen başarı eninde sonunda hak ve adaletle yok edilmeye mahkumdur. 

28 Ocak 2013 Pazartesi

Sarı Gelin Türküsü ve Hikayesi


                                                                  
Türkünün Hikayesi
Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu Erzurum coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman´dır. .
Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ırmağı boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Erzurumlu bir delikanlı sarışın Kıpçak beyinin kızına âşık olur ve Erzurumlu delikanlı ile sarışın Kıpçak kızının arasında Erzurum ve yöresinde yaşanmaktadır.
Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Böyle bir şey yoktur. Sarı gelin türküsünde Ermenice kelime yoktur.
Sarışın Kıpçak kızına âşık olan delikanlının ailesi,oğullarının kıpçak  kızı ile evlenmesine karşı çıkar. Delikanlı ise kıza deli gibi âşık olur ve aşkını şiirle mırıldanarak söyler. Kız bey kızıdır.Bey de kızını vermez bu delikanlıya.
Delikanlı sarışın güzel kızı kaçırmaya karar verir ve kaçırır. Kıpçak beyinin adamları iki kaçağın peşine düşer ve uzun bir takipten sonra bulurlar ve oğlanı öldürürler. O günden beri halkımız arasında bu hikâye dilden dile dolaşır.
Türkü Dadaş türküsüdür ve Rahmetli Faruk KALELİ hocamız türküyü derleyerek bugünkü hale getirmiştir. 

Atatürk Universitesi Fen-Edebiyat Fakultesi Tarih Bölümü öğretim Üyesi Yrd. Doc. Dr.Gürsoy Solmaz da, Sarı Gelin türküsünün kahramanı olan genç kızın 1130'lu yıllarda yörede hüküm süren Gürcü Penek Kralı'nin kızı olduğunu ileri sürmektedir.
Solmaz, ''Türkünün kahramanı kız ne Türk ne de Ermeni'dir.
Sarı gelin aslında Gürcü kızıdır. Demiştir.
Ancak Sarı Gelin türküsünün dilden dile dolaşmasınının, acıklı ve hüzünlü bir aşkın hikâyesi olmasından kaynaklandığı muhakkaktır…

Türkünün Sözleri
Erzurum çarşı pazar leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin


İçinde bir kız gezer ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Erzurum'da bir kuş var leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin

Kanadında gümüş var ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Elinde divit kalem leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin

Katlime ferman yazar ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Palandöken güzel dağ leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin

Altı mor sümbüllü bağ ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Vermem seni ellere leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin

Niceki bu halimse ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim


NOT:
Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır.

20 Ocak 2013 Pazar

Dombra Türküsü ve Hikayesi (Dombra ve Kopuzun Efsanesi )


Eskiden bir hanın kızı fakir bir delikanlıya âşık olur ve gizli gizli buluşurlar. Bu durumu fark eden han, delikanlıyı öldürtür. Ölen delikanlıdan hamile kalan kız, bir kız ve bir oğlan doğurur. Dedikodudan korkan han, çocukları jalmavuza, yani cadıya öldürtmeyi düşünür. Jalmavuz çocukları gözün görmediği, kulağın duymadığı bir yere götürüp yemyeşil yüksek bir ağacın başına; kızı doğuya, oğlanı batıya doğru çevirip bağlar. Çocukların gözyaşlarının ağaca değdiği yer çürümeye başlar…
Çam ağacının gövdesinden, Kesip de yaptığım kopuzum. Asi tekenin boynuzundan, Tiyek yaptığım kopuzum… Orta Asya Türk toplulukları pek çok alanda zengin bir kültürel kimlik oluşturmuştur. Efsane… ve diğer anlatılar sayesinde de köken bilgilerini günümüze kadar taşımışlardır. Türkler kullandıkları müzik aletlerinin değişik sebeplerle meydana geldiğine ve her aletin kendine ait bir tarihi olduğuna inanmaktadırlar.
 Bu manada Kazakistan’da yaygın olarak kullanılan ve hatırı sayılır bir geçmişe sahip olan “Dombıra ve Kopuz”un çıkışı ile ilgili bir çok efsaneden söz etmek mümkündür. Günümüz Kazakistan’ında kullanılan müzik aletleri içinde dombıra ve kopuz, artık müzik yapımcılarımızın sık kullandığı, dizi müziklerimizin vazgeçilmez enstrümanları hâlini almıştır. Telli çalgılar arasında önemli bir yere sahip olan dombıra ile yaylı çalgılar grubuna giren kopuz, en yaygın kullanılan ve üzerine birçok efsaneler yazılarıdır.
 İki Telli Dombıra Evlerin Duvarlarını Süsler
Kazak Türkleri arasında dombıra en yaygın, değerli telli çalgılardan sayılmaktadır. Halk arasında bu çalgıdan atalarının kalbinin sesini, gönül şarkısını dinledikleri inancı yaygındır. O yüzden Kazakistan’da duvarında dombıra asılı olmayan ev yoktur. Bu aletin bu kadar yaygın olmasının en başta gelen nedeni kolay taşınabilir olmasıdır; ikinci nedeni ise yapılışının kolay oluşudur. Bu çalgı uzun ince saplı olup sap başından gövde ucuna kadar iki tel gerilmektedir. Gövde oyuk, üzeri ince tabakayla kaplıdır. Dombıra mızrapsız, parmak uçlarıyla çalınır. Gövdesi Kazak motifleriyle süslenen bu çalgı, bütün ağaçtan içi boşaltılarak yapılır. Telleri bağırsaktandır. Eski şeklinde kulak bulunmamakta, maytap yerine aşık kullanılmaktaymış. Müzikçilerin teknikleri arttıkça telli aletlerin eski şekli korunarak gelişmeye başlamış.
 Ağacın İçindeki İki İp ve Hüzün Nağmeleri
Dombıranın çıkışıyla ilgili yaygın olan efsane hüzünlü bir hikâyeyi barındırır. Eskiden bir hanın kızı fakir bir delikanlıya âşık olur ve gizli gizli buluşurlar. Bu durumu fark eden han, delikanlıyı öldürtür. Ölen delikanlıdan hamile kalan kız, bir kız ve bir oğlan doğurur. Dedikodudan korkan han, çocukları jalmavuza, yani cadıya öldürtmeyi düşünür. Jalmavuz çocukları gözün görmediği, kulağın duymadığı bir yere götürüp yemyeşil yüksek bir ağacın başına; kızı doğuya, oğlanı batıya doğru çevirip bağlar. Çocukların gözyaşlarının ağaca değdiği yer çürümeye başlar. İki bebeğin kalp atışı durduğunda bu ağaç da yaşamını durdurur.
Kız ise halk arasında söylenenlere dayanamayıp ikizlerini aramaya yola çıkar. Gitmediği yer, çıkmadığı dağ kalmaz. Üzüntüyle günleri geceleri uykusuz geçer; umutla ayları, ağlamakla yılları geçer.
 Sonunda yorgun, hâlsiz kalan kız dinlenmek için çürümekte olan ağacın altına gelip uzanır. Uyuyakaldığında onu büyüleyici bir ses uyandırır. İyice dinleyince sesin ağaçtan geldiğini fark eder. Kız gündüz ikizlerini arar, gece ise bu ağacın altında hem dinlenir hem de ağaçtan gelen sesle gönlünü avutur. Günün birinde etrafına bakmak için ağaca tırmanırken onu devirir. Çok geçmeden rüzgâr esince ağaç tekrar canlanır. Kız onun sırrını araştırınca ağacın tepesinden dibine kadar oyuk olduğunu görür. Ağacın tepesinde incecik çekilmiş ipi görür. Bu ipler onun iki çocuğundan kalan iplerdir. Batıdaki ip serbest, doğudaki ip ise sert çekilerek bağlanmıştır. Ölmüş ikizinin ipleri olduğundan haberi olmayan kız ağacın bu şekilde bu güzel sesleri verdiğini anlar. Sonra kendisi de ağacı oyup iki ip bağlayıp çalmaya başlar. Çalınca çok güzel ses çıkarır alet. Kız, ipin gevşek olanına hüzünlü sesinden dolayı oğluna koyacağı Munlık (hüzün) ismini, sert çekilmiş ipe de sesinin acı olmasından dolayı kızına koyacağı Zarlık (aşırı üzüntü, hüzün) ismini verir. Aleti gece gündüz elinden bırakmayıp, ezgi besteleyip, halk arasında dolaşıp ikizlerini ararmış.
 Dombırayı İki Telli Hâle Getiren Cengizhan’ın Evlat Acısıdır
Dombıranın oluşumuyla ilgili başka efsane ise şu şekildedir: Cengizhan’ın büyük oğlu Joşıhan ava çıkar. Yaralı ceylanın peşini kovalarken vefat eder. Oğlundan habersiz kalan Cengizhan onun öldüğünü sezerek “Kim bana bu acı haberi söylerse onun boğazına kurşun dökeceğim.” der. Cengizhan’ın sertliğinden korkan vezirleri haberi vermeye cesaret edemezler. Buna daha çok sinirlenen Cengizhan tüm kahrını, acısını halktan çıkarmaya başlar ve halka zulmeder. Bu kadar ağır eziyetin altında kalan halkını bu ıstıraplardan kurtarmak ümidiyle Kerbuğa-küyşi Hanın huzuruna gelir, bildiklerini gizlemeden anlatmasını ister. Kerbuğa da bildiklerimi ben değil iki telim anlatsın der; “Aksak Ceylan” küyünü yazar ve dombırasıyla Cengizhan’a anlatır. Küyde Hanın katılığı, acımasızlığı, halkın çektiği ağır işkenceler, avcılık hayatı ve Joşıhan’ın ölümü anlatılır. Bunun hepsini çok iyi anlayan Cengizhan Kerbuğa’nın boğazına kurşun dökülmesini emreder. Fakat Kerbuğa acı gerçeklerin kendisi değil dombırasının ağzından çıktığını söyler. Böylece kurşun dombıranın gövdesine dökülür. Sıcak kurşuna dayanamayan dombıranın birkaç teli kopar, eskiden altı telli olan dombıra bugünkü iki telli hâlini alır.
 Efsaneden anlaşıldığı gibi müzik dilinin derinliği, ustalığı gerektiren alet çalma tekniğinin gelişmesi, müzik aletleriyle ilgili efsanelerde önemli bir role sahiptir.
Türkünün Sözleri
Kara kış köyüme gelende
Lapa lapa kar yere düşende
Dombıramı alırım
Yürek sazımı çalarım
Kaygılarımı hiç söylenmem.
Dombıra sazımı işiten babalar 
Manasına kulak veren analar
İşittiğini akıl yorarak,
Yürekleri titreyerek
Göz yaşlarını esirgemezler.
Nogayların derdi sayısız, her gününde 
Yiğitlerin uyumadığı günlerde
Yüreklerini cesaretlendiren
Savaşlarda güç veren
Görüp geçirmiş dombıra
Şamanlar Kopuzu Tedavide Kullanmıştır
Kazaklarda önemli olan bir başka çalgı ise kobızdır. Kobız, yayla çalınan telli çalgılardandır. Kobızın büyülü sesini asırlarca Şamanlar, törenlerinde hasta tedavi etmek, kötü ruhları kovmak gibi amaçlar için kullanmışlardır. Baksı veya Kam adı verilen bu Asya Türk tedavicileri, tedavi seansı sırasında kutsal saydıkları müzik aletlerine özel önem verirlerdi. Yayın tellere sürtünmesinden çıkan sesin, ata ruhu ile bağlantı kurmaya yardımcı olduğuna ve bu sesin iyi ruhları çağırıp kötü ruhları kovduğuna inanırlardı. Bu nedenle kılkobız baksılar tarafından kullanılmıştır.
 Dede Korkut’un Sazı Kopuz
Kopuz, Dede Korkut’un sazıdır ve yayla çalınır. Baş kısımdaki tellerin bağlandığı ses burgularından birisi güneşi diğeri ayı temsil eder. Gövdede telleri taşıyan köprü kısmının altı yeri, üstü de göğü temsil etmektedir.
 Geliştirilip dört telli orkestra kobızına dönüşen “Narkobız” da bunların devamı niteliğindedir. Kazaklar kılkopuzun Dede Korkut’la bağlantılı olduğuna inanmaktadırlar. İki telli kılkopuzun telleri at kılındandır. Gövdesinin üstü açık oyuktur, alt tarafı deriyle kaplıdır. Yüzü genelde düz değildir. O yüzden telleri yüksek durmaktadır. Diz üzerine konularak çalınır. Kopuzu çalmak için kullanılan ağaç yay şeklindedir. Kopuz yapmak için kayın, meşe, ıhlamur gibi ağaç türleri seçilir. Kopuz yapılacak ağaç fidanken özel bakıma alınır ve sadece sonbahar günlerinde kesilmektedir. Ustalar yılın diğer mevsimlerinde kesilen ağacı ham görmekte ve kullanmamaktadırlar.
 Dede Korkut Kopuzu Rüyasında Keşfeder
Dede Korkut’un kopuzu nasıl icat ettiği ile ilgili efsane günümüze kadar korunmuştur. Bu efsaneye göre; Korkut küçüklüğünden kavrama yetisi yüksek ve hafızası kuvvetli bir çocuk olarak büyür. O dönemde kullanılan müzik aletlerin hepsini çalabilecek seviyeye gelir. Fakat bununla yetinmeyen Korkut kendi elleriyle, insan ve hayvanların tabiat olaylarının, kâinattaki varlıkların sesini çıkarabilen bir müzik aleti yapmak istemiş. Aleti nasıl yapacağını çok düşünmüş, kesip getirdiği bir çam ağacının gövdesine tasarladığı şekli vermeye çalışmış. Fakat bundan sonra ne yapacağını bilemeyip çok zorlanmış. Günler hep böyle çam ağacına şekil vermekle ve nasıl bir alet yapacağını düşünmekle geçmiş. Bir gün artık iyice yorulan Korkut otururken bir anlık uykuya dalmış. Rüyasında bir melek ona: “Ey, Korkut! Yapmakta olduğun kopuz altı yaşındaki erkek devenin kemiği kadar olmuş. Fakat onun deve derisinden gövdesi, erkek keçinin boynuzundan oyularak yapılmış tiyeği (teli yüksek tutmak için altına konulan köprü), beş yaşındaki aygırın kuyruk kıllarından örülmüş işegi (bağırsak) eksiktir. Bunları sağlarsan, aletin kuş gibi ötmeye dünden hazırmış.” diyerek kopuzu nasıl tamamlayacağı hakkında bilgi verir. Korkut uyanır uyanmaz meleğin anlattıklarının hepsini yapmış.
 “Çam ağacının gövdesinden,
Kesip de yaptığım kopuzum.
Üyenkinin gövdesinden,
Oyarak yaptığım kopuzum.
Jelmaya’nın derisinden,
Şanak yaptığım kopuzum.
Asi tekenin boynuzundan,
Tiyek yaptığım kopuzum.
Beş yaşındaki aygırın kuyruğundan,
İşek yaptığım kopuzum.
Kulaklarını ayarlayayım,
Olmazsa bu dediklerim.
 Tekrar yere vurup seni parçalayacağım!” diyerek kopuzu eline almış, kendi elleriyle yaptığı bu müzik aletinin tellerinden güzel nağmeler dökülmeye başlamış. Uçan kuş, koşan hayvan, esen rüzgâr, bütün tabiat hareketlerini durdurmuş, kopuzun sesine kulak vermişler.
 Bibigül OSPANALİYEVA

9 Ocak 2013 Çarşamba

Kara Tren Türküsü ve Hikayesi


    


                           TÜRKÜ HİKAYESİ
Birden durdu, başını öne eğdi, yere sanki saydammışçasına toprağın binlerce metre derinindeki bir noktaya bakarak:-Sanırım artık gelmez dedi.
Anlamamıştım, daha doğrusu konuştuğumuz konuyla bir alaka kuramadım.. Bu nedenle söylediğini teyit ettirdim.Sonra da saf saf kim gelmez!!? diye sordum..
Başını kaldırdı, önce gözlerimin taa içine, sonrada ufka baktı:
-Babam dedi. Sanırım artık gelmez!!... 

Yıl 1915 Osmanlının birçok cephede savaştığı her türden levazımın gerekli olduğu gibi her şeyden önce de savaşacak asker lazımdı. Büyük kayıpların verildiği, gidenlerin geri dönmediği çoğunun akibeti bilinemediği günler.. İnsanımız istasyonlarda sabahlıyor.. Ümitle beklenen kara trenler kara haber getiriyor çoğu zaman. Anaların, bacıların, eşlerin, gözleri ağlamaktan fersiz düşmüş çaresiz bekleyişi...Bekledikleri bir defa ölmüş ama o her kara tren gelişinde bir defa daha ölen kadınlarımız. Yorgun, bitkin ve başı eğik kara tren acı bir çığlık atarak uzaklaşıyor. İnadına yaşatılmaya çalışılan ümitleri, o korkunç bekleyişleri bir ağıta dönüşüyor;
"Kara tren kara yılan gelmez olaydın,
Gül yarimi elimden almaz olaydın
Ya da bir türküye:

Gözüm Yolda Gönlüm Darda
Ya Kendin Gel Ya Da Haber Yolla
Duyarım Yazmışsın İki Satır Mektup
Vermişin Trene Halini Unutup
Kara Tren Gecikir Belki Hiç Gelmez
Dağlarda Salınır Da Derdimi Bilmez
Dumanın Savurur Halimi Görmez
Gam Dolar Yüreğim Gözyaşım Dinmez
Yara Bende Derman Sende
Ya Kendin Gel Ya Da Bana Gel De
Duyarım Yazmışsın İki Satır Mektup
Vermişin Trene Halini Unutup
Kara Tren Gecikir Belki Hiç Gelmez
Dağlarda Salınır Da Derdimi Bilmez
Dumanın Savurur Halimi Görmez
Gam Dolar Yüreğim Gözyaşım Dinmez

Ruhu şad olsun!   bu topraklar için toprağa düşen şehidlerin gazilerin... Dilerim bu millet, bu acıları bir daha asla yaşamaz!..


Kaynak: derleme

14 Kasım 2012 Çarşamba

Derdim Çoktur Hangisine Yanayım Türkü ve Hikayesi




TÜRKÜ SÖZLERİ
Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yarası
Ben bu derde nerden derman bulayım
Meğer şah elinden ola çaresi

Türlü donlar giyer gülden naziktir
Bülbül çevreyleme güle yazıktır
Çok hasretlik çektim bağrım eziktir
Güle gelir gelir canlar paresi

Benim uzun boylu serv-i çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin yönüm sana dönerim
Mihrabımdır iki kaşın arası

Didar ile muhabbete doyulmaz
Muhabbetten kaçan insan sayılmaz
Münkir üflemekle çirağ söyünmez
Tutuşunca yanar aşkın çırası

Pir Sultan'ım kati yüksek uçarsın
Selamsız sabahsız gelir geçersin
Aşık muhabbetten niçin kaçarsın
Böyle midir ilimizin töresi

PİR SULTAN ABDAL
SİVAS/ BANAZ YÖRESİ


TÜRKÜNÜN HİKAYESİ
Pir Sultan Abdal, Alevi toplumunun bagrından cikan en büyük halk ozanlarindan biridir.Yasami boyunca haksizliklara karsi mücadele etmis, hatta asilacagini bile bile bu tutumundan vazgecmemistir. Siirleri ve direnisci tutumuyla nice kusaklara örnek olmustur. Pir Sultan’in siirleri ve deyisleri hala dilden dile ve agizdan agiza dolasiyor. Bu büyük insanin hayatina bakmakta yarar var.

Pir Sultan Abdal’in 1510/14 -1589/90 yillar arasinda yasadigi tahmin ediliyor. Öz adi Haydar olmasina karsi siirlerinde Pir Sultan mahlasini kullanir. Kendisi Sivas’in Yildizeli ilcesinin Circir bucagina bagli Banaz köyünde dünyaya gelmistir. Yirmi yasina bastiginda Seyit Ali Sultan Dede’nin dergahina baglanir ve ikrarini verir. Tam bes yil gece-gündüz demeyip, o dostluk ve muhabbet kapisina eli erdigince, gücü yettigince katkida bulunur. Odun tasir, su getirir, hasat kaldirir, konuklar agirlar, ac doyurur, harama el sürmez ve dergaha bir tek haram lokma getirmez. Eline, diline, beline sahip olmak; onun da diger canlar gibi hic aklindan cikarmadigi bir temel ilke olur. Haydar, dergaha ve dolasiyla halka hizmeti, Hakk’a hizmet sayar. Makamlari adim adim alir ve sonunda „Pir" makamina erisir. Pir Sultan Abdal Seyit Ali Sultan Dede’den dedelik hirkasini ve Pirlik nisanini aldiktan sonra canlari tek tek dolasir ve dertlerini dinler. O günlerde, Andadolu’da kötülük kol geziyor, zalim esen rüzgar ölüm türküleri söylüyordu.
Rüsvetci kadilar, yobaz müftüler, zalim pasalar ve niceleri halkin alin terine bakmadan insanlarin hayatini ceheneme dönüstürüyorlardi. Özellikle Alevi toplumunu kafirlikle, imansizlikla ve zindiklikla sucluyorlardi. gerek Selcuklu, gerekse Osmanli döneminde irili ufakli pek cok ayaklanma girisimi olmus, fakat hepsi basarisizlikla sonuclanmisti.Pir Sultan Abdal, zalimlere, ezenlere karsi siirlerini bir silah olarak kullandi, ömrünün sonuna dek türkülerini hem de yüksek sesle söylemekten kacinmadi. Anadolu Alevilerinin zulme karsi baskaldirmalarina önderlik eden Pir Sultan, Hizir Pasa tarafindan asilmistir. Yine söylentilere göre Pir Sultan Abdal’in Seyyid Ali, Pir Muhammed ve Er Gayib adli üc oglu ile Sinem adli bir de kizi vardi.

NOT:( PİR SULTAN ABDAL İLE İLGİLİ BU BİLGİYİ YİNE ONA AİT BİR TÜRKÜDE PAYLAŞMIŞTIM.)

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Ela Gözlüm Ben Bu Elden Gidersem Türkü ve Hikayesi



TÜRKÜ SÖZLERİ
Ela Gözlüm Ben Bu Elden Gidersem,
Zülfü Perişanım Kal Melül Melül.
Kerem Et, Aklından Çıkarma Beni,
Ağla Göz Yaşını, Sil Melül Melül.

Elvan Çiçekleri Takma Başına,
Kudret Kalemini Çekme Kaşına,
Beni Ağlatırsan Doyma Yaşına,
Ağla Göz Yasini, Sil Melül Melül

Yeter Ey Sevdiğim Sen Seni Düzet
Karaları Bağla,Beyazı Çöz At
O Nazik Ellerin Bir Daha Uzat
Ayrılık Şerbetin Ver Melül Melül

Karac’oğlan Der Ki Ölüp Gidince
Bende Güzel Sevdim Kendi Halimce
Varıp Gurbet Ele Vasıl Olunca
Dostlardan Haberim Al Melül Melül

KARACAOĞLAN

                                               TÜRKÜ HİKAYESİ
 Büyük bir halk şairi olan Karacaoğlan'ın hayatı üzerine yapılan araştırmalarda kesin bir bilgi yoktur. Son yıllarda yapılan araştırmalarda ve şiirlerinde yapılan incelemelerden onun 1606 da doğmuş 1670 yılında ölmüş olduğu tahmin edilmektedir. Her nekadar doğduğu yer bilinmiyorsa da öldüğü ve mezarının bulunduğu yer bellidir. Kendisinin Güney Anadolu'da yaşayan Türkmen aşiretinden olduğu daha doğrusu Mersin'li olduğu muhakkaktır.Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla kendisi pek çok yer gezmiş,aşkı ve tabiat sevgisini yaşadığı hayatı, çağının konuşma dili ile öz türkçe olarak işlemiş ve anlatmış bir halk şairidir.
 Bugün kesin olarak bilinen bir şey varsa o da mezarının Mersin'in Mut İlçesi'ne bağlı Karacaoğlan Köyü'ndeki Karacaoğlan tepesinde Karacakız tepesi ile karşı karşıya olduğudur.
 Mezar 1997 yılında anıt mezar haline getirilerek Kültür Bakanı İstemihan Talay tarafından ziyarete açılmıştır. Karacaoğlan aynı zamanda tarihte heykeli dikilen, bilinen ilk ozandır. Mersin'in Mut İlçesine Heykeltraş Prof.Hüseyin GEZER tarafından yapılan heykeli 8 haziran 1973 günü dikilmiştir.Yörede onun şiirlerinden pek çoğu halk arasında söylenir bazıları türküleştirilmiştir.
 Çeşitli kaynaklara göre Kozana bağlı Feke İlçesi'nin "Gökçe" köyünde, "Mamalı" da, "Binbuğa"da, "Erzurum"da "Zobular"da, "Gökçeli"de, "Varsak da, hatta "Belgrad"da doğduğu öne sürülmüştür. Fakat, kanımızca en sağlam ve eski kaynak, Akşehirli Ahmet Hamdi Efendi'nin hatıra defteri olup, inandırıcı delillere da-yanmaktadır. Hamdi Efendi, Varsak köyünde 1876 da hatıra defterine şu satırları kaydetmiştir: "Malum ola ki Karacaoğlan Varsak karyesinde dünyaya gelüp babası Türkmen aşiretinden Kara İlyas, fakir-el hal olmağla sayd-ü şikarla taayyuş eder olup 1013 (M .1604) tarihinde Kozan dere-beylerinden Hüsa m Beyin sayıl namıyle tut-kap asker devşirdiği hengamda İlyas dahi tutulup götürülerek orada gaip olduğu için lakapları Sayıloğlu kaldığı ve el- yevm karyei mezbur hanedanı Sayılzade Mehmet Efendi'den anlaşılmıştır.
 Karacaoğlan'ın ismi Hasan olup öksüz büyümüş. Vechen karayağız ve fakir çocuğu olduğu için buna Karacaoğlan denülüp böylece anıldığı. Karacaoğlan delikanlı iken munis ve zeyrekliği hasebiyle ol vaktin karye ağalarından serdengeçti Osman Ağa Karaca Oğlan'ı evlatlık şekliyle diğer fakir bir aile kızıyle teehhül ettirmiş ise de kız hor ve çirkin olduğundan Kara caoğlan babası gibi Sayıl askerliğine tutulacağını anlayup yirmi dört yaşında Varsak'tan firar-la mekanın gaip ederek, encam Maraş'ta Zülgaroğlu (Zülkadir olacak) Hüsam Bey' in himayesinde altı sene teehhül ümidiyle kalıp, teehhül ümidi münkesir olunca ora-dan müfarekatla yine geşt-i diyara başlayıp on dokuz sene sonra vatanına gelmişse de fazla barınamayıp elli beş yaşında Tarsus tarikıyla tekrar geşt-i diyara der-ban oldu-ğu (1)", kayıtlıdır. Han Mahmut adli halk hikayesinde ve diğer bazı anlatımlarda Karacaoğlan'ın Tarsus'ta Karaca Kız adındaki bir yörük beyi'nin kızına aşık olduğu, vermedikleri için kızın, arkasından da Karacaoğlan'ın Kırklar mağarasına, bazı kaynaklara göre de Eshab-ı Kehf Mağarasına çekilerek orada öldüğü rivayet olunur. İshak Refet Işıtman ise, 1933 yılında yayınladığı Karacaoğlan adlı eserinin 33. sayfasında "Şairin menkıbeleri arasında Karaca Kız adlı birisini sevdiği söylenir ve ölünceye kadar bu sevginin devam ettiği, fakat birbirlerine kavuşamadıkları, en sonunda Karacaoğlan'ın bir tepeye, Karaca Kız'ın da onun karşısındaki bir tepeye gömüldükleri anlatılır. Bu tepeler Çukurovada imiş", demektedir.
 Bizim görüşümüze göre buradaki Çukurova'dan Çukur Köyü'nün anlaşılması gerekir. Zira Çukur köyü (şimdi Karacaoğlan) Karaca Kız ve Karacaoğlan Tepeleri'nin düzlüğündedir. Fuat KöPage Rankingülü'nün araştırma yaptığı dönemlerdeki ulaşım imkanları dikkate alınırsa, Mut İlçesi dahi belli çevre dışında bilinmezken Çukur köyünün bir araştırmacı için bilinmesi elbette mümkün değildir. Esasen şimdiki Çukur (Karacaoğlan) köyü 1286 yıllarında Sarıkavak beylerinden Hacı Kadir ağa zamanında eski yerinden nakledilmiştir. Karacaoğlan tepesinin birkaç kilometre kuzey batısına düşen eski Çukur içme ve kullanma sularını sarnıçlardan sağlayan bir kıraç yayladır. Sarıkavak beylerinin yaylası olan bu köyün 8 kilometre kadar doğuya nakledilmesinin bir de hikâyesi vardır.
 Rivayete göre köyün çobanı, sürünün içinden bir tekenin sık sık ayrılarak sakalı ıslanmış şekilde geriye döndüğünü görür ve merakla takip eder. Görür ki şimdiki köyün hemen yakınında bir kaynak vardır ve teke tesadüfen bulduğu bu kaynaktan iç güdüsüyle şaşırmadan gidip, suyunu içtikten sonra dönmektedir o Bundan sonra sadece yazları oturulan eski Çukur su kaynağına yakın yerde yeniden iskân sahası haline getirilir. Köy devamlılık kazandıktan sonra halk Karacaoğlan mezarını adeta ziyaretgâh haline getirmiş, ona evliyalık izafe etmiş, tepenin adına zamanla Erenler Tepesi de denmeye başlanmıştır.

Alıntı

6 Temmuz 2012 Cuma

Sivas Ellerinde sazım Çalınır Türkü ve Hikayesi.



HİKAYESİ

Dünya var olalı yerinde duran, alçağı al kızıl taşlı, başı dumanlı karlı, eteği keklik seslenişli yüce dağlar, kıraç dağlar, taş dağlar...
 Yol verince tozup giden, dere olup vadilerde ırılan, yazı olup koyun kuzu otlanan, karşı yatan ulu dağlar, koca dağlar, hoş dağlar...
 Kış gelince başı boran kesen, buz kesen, kar izinde tavşan gezen, karanlık bastırınca kurt uluyan, yola çıkmış garipleri ürküten, üşüten, sağır dağlar, dilsiz dağlar, ıssız dağlar, boş dağlar...
 Tipiden ayazdan ne çektiğini bilirim. Yaz bahar ayında coşup deli akan sellerini bilirim. Çiğdem çiçekleri baş verince, kardelenler görününce, al yanaklı, üç etekli, cepkenli Türkmen kadını yayla yolunu tutunca gelinlik kızlara dönen dağlar. Sefası iki ay süren, her biri ardında bir başka dağ gizleyen, Pir Sultan'ı gören dağlar.
 Yıldızeli, dağların bağrında küçücek bir kasaba. Banaz onun yukarısında, sırtını Yıldız dağına vermiş bir Türkmen obası. Hoca Ahmet Yesevi'nin ellerine birer çerağ verip Diyar-ı Rum'a yolladığı Horasanlı erenlerin yurdu... Sarı çiğdem çiçekli, sümbüllü yaylası var Banaz'ın. Polat gibi soğuk, berrak suları var. Alnı çatkılı, beli kemerli, ayağı çarıklı, adı güllü çiçekli kızları var Banaz'ın. Bakır bakraç içinde köpüklü ayranı, koyunları, kuzuları, sazı sözü, Pir Sultan Abdal'ı var Banaz'ın.
 Anadolu asırlardır anlatır onun öyküsünü, asırlardır türküsünü söyler. Anadolu sözün yurdudur zaten, yazının değil. Kaç kralın zafer destanı yazılıp kayboldu, bozuldu, okunmaz oldu. Kaç esrarlı harf unutuldu, nice yazılar susup kaldı mermerlerde. İlk insandan beri kimlere yurt oldu, kimlere mezar... Ama Anadolu yazıya vefa göstermedi pek. Söz Anadolu'nun bilinci oldu. Yüreği oldu, dünü, bugünü, yarını oldu. Taşa kazınmış çizgiler gibi durdu bu diyarda söz. Söyleyip ölümsüz etti sevdiklerini. Söyleyip diri kıldı gördüklerini. Granitleri eskiten zaman, Anadolu'nun sözünü, destanını, şiirini, türküsünü yıpratamadı vesselam.
 Adı Haydar idi... Aslı Horasan'ın Hoy şehrinden... Er-vah-ı ezelde, levh ü kalemde yazısını kara yazmışlar ama sözü canlı kalsın istenmiş. Hem dağlar gibi dursun yerli yerinde, hem telli turnalar gibi diyar diyar dolaşsın. Sazıyla anılsın, sesiyle tanınsın istenmiş. Çağlar sonrasında yankı yapsın sedası. Devir değişsin, gün dönsün, şehirler yenilensin ama onun güzellemeleri Sivas ellerini çevreleyen dağlar gibi hep aynı kalsın istenmiş.
 Yedi yaşında ulular elinden bade sunulmuş ona. Adı Mecnun'un, Emrah'ın, Kaygusuz'un, Yunus'un adıyla birlikte yazılsın aşıklar defterine diye takdir olunmuş. Sözünün üstüne söz söylenmesin, sazının üstüne saz çalınmasın diye dua etmiş ona Hacı Bektaş. O gün başlamış söze Haydar. Karlı dağlara söylemiş, telli turnaya söylemiş, aşka söylemiş, sevdaya söylemiş. Sonra zalime çevirmiş sazını. Arif olanın anlayacağı dille, tel ile, mızrap ile gövdesi ağaç saz ile sesinin yettiği dört bir yana ünlemiş...
 Hünkar Hacı Bektaş Veli elinden aşk badesi içen Haydar'a bir haller oldu, bilinmez. Genç yüreği Banaz'a sığmaz oldu. Ah bu yürek dedikleri ne derin kaptır, ne dipsiz girdaptır. Elde saz köy köy, oba oba dolanıp pir kapısı aradı. Gönlünün çağıltısını dindirecek, ateşini kor edecek üstat bakındı. Kızıl Deli, Sultan Balı, Ali Baba derken ham gönlü pişti. Rıza lokmasını rızk eyledi. Baş ü cana kıydı ve nice erlerin ırak durduğu meydana dükkan açtı. Eridi aktı Haydar, Pir oldu, Sultan oldu. Banaz'a kurduğu tekkeden döktü aydınlığını Türkmen obalarına. Dört bir yandan insanlar akın akın cem oldu onun erenler halkasına. Pir Sultan'ın namı şeş cihette duyuldu. Kapısına gelen dillendi, hallendi. Eline saz alıp uzak diyarlara yollandı. Pir Sultan'ın söz çerağını taşıdılar ırak yaylaların Türkmen obalarına.
 Sazının nağmesi, şiirinin nefesi, koşması, semaisi, güzellemesi Anadolu bozkırının dağında taşında yankı bulan Pir Sultan'ın namı Sivas'ın Hafik kazasının Sofular köyüne yetince garip bir yoksul olan Hızır adlı bir Türkmen delikanlısı bu sözün sahibinden himmet almak için elini obasını koyup Banaz'a geldi. Lale sümbül kokularının tütsülediği Pir Sultan ocağında diz kırdı, himmet diledi. Bir garip köylüydü işte. Yunus da pir kapısında Yunus olmamış mıydı? Önce azaplık verildi kendisine. Orak biçti, koyun kırktı, inek sağdı, keçi otlattı. Pir Sultan'ın kapısında sazına ses verdi, yüzüne renk geldi, azap iken mürit oldu. Yol öğrendi, edep öğrendi. Mevsim dönüp ay eksildiğinde efendisinin kapısına vardı izin istedi.
 - Pirim! Bir koca sene oldu kapında hizmet ettim. Bu yoksul dervişine dua buyursan da payitahta gitsem. Gördüğüm edep erkan ile yükselsem. İlim öğrensem. Ulu kişi olup dönsem diyarıma...
 Pir Sultan kara yağız çehresini Hızır'a çevirip güldü ona. Gönül gözüyle nazar etti. Yüreğini gördü müridinin, niyetini gördü. Anladı ki niyeti halis ama şöhrete karşı zayıflık var içinde, makama karşı zayıf, paraya pula karşı zayıf... Kendi yüreğini yokladı. Bir kara ecel olup duruyordu orada bu yoksul mürit. Göl önünde bent gibiydi. Eli tırpanlı ölüm meleği gibi, kara başlıklı cellat gibi karşısında dikiliyordu. Nice basit sözü birbirine ulayıp herkesin anlayacağı dilden, herkesin dillendiremeyeceği cinsten sözler söylerdi ya. Basiret, feraset dedikleri cevher vardı Pir Sultan'da. Kaderden kaçmanın oluru olmadığını bilirdi.
 İsteğini kabul edip uğurladı müridini.

-Hızır! Duam olsun sana. Kırkların, yedilerin, üçlerin duası olsun. Erenlerin duası olsun sana. Hızır! Hak yolunu açık ede. Adı güzel peygamber dua kılsın sana. Şah-ı veli Haydar Ali dua kılsın. Zülfikar olsun dualar sana. Namert eline düşmeyesin. İkbalin, devletin yar olsun sana. Var git dilediğin diyara... Bizden öğüt odur ki harama el uzatma, bilmediğine dil uzatma, yasağa uçkur çözme. Namerdin lütfu için merdin hakkını çiğneme. İmanını satma dünya malına, servete, makama... Yoksa korkarım tez zamanda dönüp gelesin. Serimi dara veresin. Ölümüm senin elinden olur, anlamazsın, bilmezsin.

Hızır el etek öpüp çekildi huzurdan. Ama bir ikircikliğin eline düştü düşünceleri. Şeyhinin duası bir yandan müjde, bir yandan felaketti. Sağanak nisan yağmurları misali dua yağdırmıştı üzerine. Ama bu dara çekme, öldürme, katil olma sözünün hikmeti de ne idi?

Başını elleri arasına alıp bakındı Banaz yaylasından dereler gibi uzanan dağ yollarına. Yüreğini, sadakatini, kadir kıymet bilirliğini yokladı. Velinimetini, efendisini ipe çekmek için haramzade olmalıydı. Yakıştıramadı kendisine. Kul başına Hakkın takdir ettiğinden gayrisi gelmez idi. Yola çıktı. Çorak bozkırı geçip bin kubbeli, bin minareli güller şehri İstanbul'a geldi.

Turnalar... Katar katar kanat çırpan turnalar! Bölük bölük gökyüzünden geçen turnalar...

Ağ göllerde yüzen, peygamber diyarını gezen, nokta gözleri sürmeli, boynu nişanlı, başı telli Turnalar.

Gurbet ele kanat açan, yaban ellere uçan, sıladan haber getiren, sevda diye gönüllere, türkülerde ozanlara yeten kanadı gümüş turnalar.
 Mektuptan evvel turnalar var. Ecelden evvel turnalar var. Müjdeden, kötü haberden evvel turnalar var.
 Başı telli turnalar, boynu nişanlı turnalar, bir tek eşe sevdalı, bir tek kuşa yar turnalar. Pir Sultan'dan haber soran, yazı yaban kanatlanan, çevrim çevrim dönen, yaz bahar ayında gurbetten gelen turnalar.
 Ötmeyin Turnalar, ötmeyin gönlüm şen değil...
 Er kişi kudretinin yettiğini işler de kader bildiğini okur. Yazgı ezelden nasıl takdir olunduysa öyle çevirir felekleri. Anadolu bozkırı iki şahın arasında kalır gün gelir. Biri Rumeli'nden Arap diyarına kadar yeryüzünün yarısında hüküm süren Osmanlı padişahı, diğeri on iki imamın izindeyim diyen İran Şahı. İkisi de bir soydan... Aynı çelikten dökülmüş bıçaklar gibi. İkisi de bir koldan, kardeş değilse de amca oğlu gibi. İkisi de bir dinden, aynı kıbleden, aynı kitaptan. Ama ille Ali'nin matemi. İlle Hasan ile Hüseyin'in davası.

Pir Sultan atadan dededen öyle görmüş, öyle duymuştu ki, Resul'ün nazlum torunlarını sevmek gerek, Ali'yi veliullah bilmek gerek. Hünkar Hacı Bektaş'a uymak gerek. Bu düzeni bozuk dünyada ehlullahın eteğini tutup hakkı dava kılmak gerek. Türkmen'de sevda idi ehlibeyt, bu yüzden Pir Sultan'ın gönlü güneşin doğduğu diyardan ses veren şahtan yanaydı. "Ali" diyordu şahın Anadolu'daki adamları, "Hasan" diyordu, "Hüseyin" diyordu, "Mehdi" diyordu, On iki imam diyordu. Bu sözlerdi Pir Sultan'ı çeken. Bu sözlerdi onun Türkmen yüreğini şerha şerha kanatan.

Bir kuru saltanat kavgası değildi bu. Benim gibi inanacaksın, benim gibi bileceksin iddiasıydı ki bu yangın bin yıl önce Kerbela'da başlamıştı. Kıyamete kadar gidecek bir kardeş kavgasının sebebiydi Kerbela.

Anadolu bozkırına kır çiçekleri gibi dağılmış Türkmen obaları hangi şahtan yana olacağını şaşırmış, iki dünya sultanının kavga alanında sıkışıp kalmışlardı. Kah İstanbul'a, kah Tebriz'e çeviriyorlardı yüzlerini. Ama hep "can" diyorlardı. Hep "dost" diyorlardı. Hep "yar" diyorlardı.

Sazının avazını arttırdı Pir Sultan. Şah'ı öven sözler söyledi. Bildiğince dava kıldı padişaha. Anadolu diyarında Şah Tahmasb'ın dili oldu, daveti oldu.

Sevince deli bir ciğerle sever Anadolu. Yandaş olunca dağ gibi sırt verir sevdiğine, hesapsız kabul eder dostun çilesini. Alır varlığına katar, öper başına kor onu... Türkmen evlad-ı resul sevgisini alıp sarmış idi yüreğine. Nesiller boyu adlarını en kutlu ad olarak yaşatmış, onlara zulüm edenlerin adlarını yasaklamıştı hafızalarda. Yüz yıllar boyu Hasan da, Hüseyin de yürek yangını, ciğerpare, mazlum manasına geldi Anadolu'nun dilinde. Sünnisi için de, Alevisi için de...

Payitahtta işitildi... Padişahı gazaplandırdı, sarayı sarstı Anadolu'daki fitne... Duyuldu ki Türkmen aşiretleri içinde şaha sırt veren çoğalmış. İran'dan gelen din alimleri köy köy, oba oba gezip halka Şiiliği anlatır olmuş. On iki imam davası güdüyoruz diyerek halkı İstanbul'a düşman ediyorlarmış. Batıya doğru bir sefere çıkılacak olunsa Türkmen illeri Tebrizli şaha el uzatacakmış. Dahası şimdiden ayaklanmalar baş göstermiş, Şahkulu, Nur Halife, Baba Zünnun, Kalender... derken isyan büyümüş. Bu fitneye dur demeli, gidip yerinde görmeli, ateş harlanmadan söndürülmeli.
 Dünyanın yarısına hükmü geçen saraydan irade buyuruldu ki Tebrizli şahın Anadolu'ya uzanan kolları kesile, Türkmen içindeki sesi susturula... Meğer Pir Sultan gibi şeyda bülbül olsa bile...
 Nice kulu sultan kılan kader, Hafikli azap Hızır'ı da önce kul, sonra kapıcı, sonra paşa etmişti bu sıralar. Payitahttan emir çıktı. "Hızır Paşa Sivas'ı iyi bilir, iyi tanır. Gidip sükuneti sağlaya, devleti devlet bildire, başkaldıranın başını eze..."
 Kızılırmak kıyısının sisi, ince dumanı, dağılıp dağlara yayılır seher zamanı. Bülbül ağlar gül dalından. Çiğ düşer çam iğnelerinin ucundan. Yele karşı uçar turna seher zamanı. Üşütür sabah ayazı kınalı kız ellerini. Boş yollardan geçer rüzgar. Soldurur Zühre yıldızının şavkını güneş. Banaz uykudan uyanır, Banaz yaşama başlar. Kımıldanıp kalkar seher zamanı...

Pir Sultan, besmeleyle doğruldu yatağından. Adı güzel peygamberi, velilerin baştacı Ali'yi andı. Hacı Bektaş'ı selamladı yüreğiyle. Kalkıp ibrikte gece ayazıyla buz kesilmiş suyu çarptı yüzüne. Uzun bıyıklarını, ak düşmüş sakallarını sıvazladı eliyle. Bir düş görmüştü... Bir urgan, bir darağacı, bir baş görmüştü. Kalın duvarların gerisinde kara taş görmüştü. Şah'ı görmüştü, Ali'yi görmüştü. Ellerini açıp "Gel!" demişlerdi ona. "Gel! Kalma ırakta daha fazla. Nice ömürleri talan etti ecel, gel! Uçup gitti pirler civanlar, kuşa benzer misali. Ahdinde dur, hilaf etme, gel! Sözünü bergüzar koy sehi bilene. Sazını yadigar et seni sevene. Dünyayı koy dursun yerli yerine, sen gel!"
 Söğüt gölgesine gömülmüş evinin önündeki koca değirmen taşına oturdu. Bu taşı Pir Sultan'ın ceddi Horosan'dan asasının ucuna takıp getirdi derler... Sazını eline alıp rüyasını söyledi gonca misal kızına, genç oğullarına, yaşının en güzel çağını süren karısına. Sazını o güne değin görülmedik bir durgunlukla, bir dinginlikle çaldı. Vedalaştı sanki sevenleriyle. Halleşti, helalleşti.
 Pir Sultan'ım Hakk'a niyaz ederim
Erenler rahına doğru giderim
Külli varım hakka teslim ederim
Erenler sırrına erdim bu gece
 Seher vakti geçmiş, gün yükselmiş, sıcak vurmuştu Banaz'ın yaylasına.
 1588'in baharında Sivas valisi Hızır Paşa'dan haber geldi Banaz'a. Eski mürit, şeyhi Pir Sultan Abdal'ı çağırıyordu. Atlıların arasına katıp sürüklediler Pir Sultan'ı, rızasını sormadılar, dileğini almadılar. Sazı evinde kaldı. Sevdiği, helali, çocukları evinde kaldı Pir Sultan'ın.
 Ucu Sivas kalesine çıkan dar kağnı izlerinden geçip geldiler kaleye. Hızır Paşa'nın huzuruna çıkacaksın dediler. Başının sargısını çıkardı Pir Sultan, bir zamanlar kapısında kul olan Hızır mıydı bu? Neydi bu kaderin cilvesi? Ağalar kul olur, taht sahipleri dilenci olur derlerdi de bu kadarı görülmüş müydü dünya kuruldu kurulalı?
 Hızır Paşa saygıyla karşıladı Pir Sultan'ı. Buyur etti, hal hatır sordu, ikramda bulundu. İstanbul'a gidişini, Hakk'ın takdiriyle yükselip paşa oluşunu anlattı. Sonra lafı çevirip Tebrizli şahın Anadolu'ya serptiği fitne tohumlarına getirdi. Pir Sultan'ın adı da duyulmuştu sarayda. Kendisi hakkında iyi düşünceler yoktu. Sazını susturmalı, halka padişahı anlatmalı, yüzünü İran'dan İstanbul'a çevirmeliydi.
 Pir Sultan, önüne konmuş olan yiyecekleri geri çevirdi, kalktı Hızır'ın sofrasından. Kendisinden bir ses, bir cevap bekleyen paşaya dönüp dedi ki,
 -Hafikli Hızır! Yeni adın Hızır Paşa oldu rahat mısın? İyi misin, Hoş musun? Banaz'ın koyununu güderken daha iyi değil miydin. Taç taht, makam mevki memnun etti mi seni. Yoksa doğru yoldan çevirdin mi gönlünü. Hafikli Hızır! Çoban olup kuru yufka sunsaydın bana, şeker şerbet gibi yer idim. Azap olup kapılarda dolansaydın, sana ben de dost der idim. Hafikli Hızır! sen dünyanın sefasına, bir gün koca karıya dönecek bu kahpe güzelliğe aldandın. İkramında haram kokusu var Hızır. Sunduğun sofraya oturmak yanlış, dediğine kulak vermek, senin durduğun yerde durmak yanlış. İkimizin arasına dünya girdi. İsteğinin oluru yok benden yana. Var sen bildiğini işle.
 Hızır Paşa bu beklemediği çıkış karşısında şaşırmış, kendilerini dinlemekte olan adamlarına dönüp öfkeyle bağırmıştı.
 -Alın bunu, atın dam altına. Atın da akıllansın. Atın da bilsin padişah kimmiş, paşa kimmiş.
 Pir Sultan'ı alıp boş bir çuvalı bırakır gibi bıraktılar karanlık bir mahzene. Gürültüyle örttüler kapıyı üzerine. Sabah akşam kuru ekmek ile su verdiler.
Günler geçti, geceler geçti, haftalar geçti...
 Hızır Paşanın içi rahat değildi nicedir. Pir Sultan, pir olduğunu ispat etmişti işte. Yıllar önce kendisine dua ederken "gün gelir bana kıyarsın, beni dara çekersin, ölümüm elinden olur, anlamazsın, bilmezsin" dememiş miydi? Kapısında kalmıştı nice zaman, ekmeğini yemişti, suyunu içmişti, iyiliğini görmüştü Pir Sultan'ın. Erliğe, iyilik bilirliğe, müminliğe yakışan ekmek tuz hatırı gütmek olmalıydı. Bu koca pirin karanlık hücrede çürümesi reva değildi. Ama inat ediyordu doğru bildiğinde. Ne vardı isteğine tamam dese, ne vardı padişahtan yanayım dese. Ne vardı geçmişini, kulluğunu, azaplığını yüzüne vurmasa.
 Haber gönderip çağırttı tekrar huzura. Yorgun, çökük fakat öfkeli Pir Sultan'ı yine güler yüzle karşıladı. Oturtup şerbet ile serinletti. Hal hatır etti.
 - İlle yaptığın doğru değil koca pir. Döndüm yolumdan lanet olsun şaha de. Yine gönlün bildiğini okusun. Kimselere fikrini belli etme. Ama görünüşte döndüm de. Ne kaybedersin. Bak şimdi padişah kullarını çağıracağım. Onların yanında padişaha övgü diz. İçinde şah lafı geçmeyen bir deyiş söyle ki döndüğüne inandır huzurdakileri. Sen Banaz'a dön sağ salim, ben İstanbul'a...
 Hızır Paşa emir buyurdu. Pir Sultan'a saz getirildi, sözünü kaydedecek katip getirtildi. Sivas'ın devlet görevlileri, kadısı, müftüsü toplandı. Pir Sultan nemli gözlerini dolaştırdı kalabalıkta. Banaz'dan yana çevirdi yüzünü. Ayarladı, seslendirdi sazını. Esirgemeden doğru bildiğiyle dillendirdi sözünü.

Kadılar müftüler fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Yüksek damlı konak odasında soğuk bir rüzgar esti. Ak sakallı görevliler "bu pervasız adam ne diyor?" dercesine baktı birbirine. Hızır Paşa'nın rengi değişti, sustu başını eğip. Bu koca Alevi'nin bildiğinden dönmeyeceğini anladı.

Şahı sevmek suç mu bana
Kem bildirdin beni Han'a
Can için yalvarmam sana
Şehinşah bana darılır

Pir Sultan "dönmem" diyordu. "Şah" diyordu, "vur boynumu korkmam!" diyordu. Bildiğince çalıyordu sazını, bildiğince söylüyordu sözünü. Döndü en son söze geldi. Sazını yokladı telleri ağlatırcasına. Yüzünü söylediklerini kaydeden katibe çevirdi.

Kul olayım kalem tutan ellere
Katip arzuhalim yaz yare böyle
Şekerler ezeyim şirin dillere
Katip Arzuhalım yaz yare böyle

Rakibimin dedikleri oluyor
Gül benizim sararıben soluyor
Al kanlarım ılgıt ılgıt geliyor
Katip arzuhalım yaz yare böyle

Sivas ellerinde sazım çalınır
Çamlıbeller bölük bölük bölünür
Yardan ayrılmışam bağrım delinir
Katip arzuhalım yaz yare böyle

Pir Sultan Abdal'ım ey Hızır Paşa
Yazılan gelirmiş her daim başa
Beni hasret koydun kavim kardaşa
Katip arzuhalım yaz yare böyle

Güzelim ey!
Fidanım ey!
Bir tanem ey!

Dağ dile gelse, yol dile gelse, turna dile gelse Pir Sultan'ı söylese. Sivas ellerine çöken sisler, karla yolu kesilmiş çamlıbeller, yoksul çobanlar, yabani güller dile gelse söylese. Kıyısı söğütlü coşkun ırmaklar anlatsa, dağdan yuvarlanan kayalar anlatsa.

Yazık oldu Pir Sultan'a...

-Alıp asın, uslanacağı yok bu koca Kızılbaşın! dedi Hızır paşa.

Katip defterini topladı, kalemini etinden bıraktı. Elleri kirli cellatlar aldı Pir Sultan'ı. Saz tutan ellerini uzattı cellatlara. Ağır kelepçeler vurdular. Keçibulan semtine götürdüler, sur dibinde darağacı kurdular. Ak sakallı başını geçirdiler yağlı urgana. Ayağının dibindeki tabureye bir tekme vurdular.

Sustu Pir Sultan'ın söyleyen dili. Gözlerinde Banaz yaylasının yeşili kaldı. Kulaklarında kızı Sanem'in sesi, eşinin ağıdı çınladı. Çırpındı, çırpındı ve durdu bedeni. Urganda bir elif gibi sallandı günlerce ibret olsun diye...

Nice zaman sonra Banaz'a gelen bir atlı Pir Sultan'ın ak kağıda karalanmış sözlerini getirdi eşine...

Sivas ellerinde sazım.

Pir Sultan Abdal -

Kaynak: Türkü Öyküleri-Hulusi Üstün,Pozitif Yayıncılık İstanbul 2003



YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...